top of page
Evrim Altuğ

Dikkat, kırılır: Ai Weiwei


Tıpkı porselen işleri gibi nazik bir egoya sahip olduğu söylenebilecek, eylemci kimliği, çok biçimli üretimi, anarşist tavrıyla dikkat çeken ama aynı zamanda kendini küresel zincir bir marka gibi sunan, temkinli yaklaşılması gereken bir sanatçı Ai Weiwei. Kültürel şifreleri çözme, yeni sanat tarihsel eleştiri ve yorum teşebbüsleri ortaya koyma çabasının bir özeti olan Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki Porselene Dair başlıklı sergisi vesilesiyle sanatçıyla bir araya geldik, kırılgan işlerinden ziyade dünyanın kırılgan halini konuştuk

Ai Weiwei

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nin (SSM), İyi Bir Komşu başlıklı 15. İstanbul Bienali’ne komşu etkinliği, eylemci kimliği ve çok biçimli üretimiyle adeta deniz aşırı, dijital/sosyal bir marka gibi çalışan Çinli aktivist ve sanatçı Ai Weiwei’nin 28 Ocak’a değin görülebilecek Porselene Dair adlı sergisi oldu.

‘Konuk’ akademisyen olarak halen Berlin’de sanat eğitimi veren, burada bir nevî ‘zorunlu/vasıflı göçmen’ olarak ikamet eden Pekin doğumlu sanatçı, İstanbul’a gelmişken Hrant Dink Vakfı’nca verilen Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü de, Türkiye’de hakkında açılmış mevcut 143 dava bulunan avukat Eren Keskin’le paylaştı.

Ancak Weiwei, iki sene evvel cansız bedeni Bodrum sahiline vuran Suriyeli göçmen küçük Aylan Kurdî’ye öykünen, sahilde India Today adını verdiği o siyah beyaz pozu ‘tasarlarken’ üzeri kirlenmesin diye çakıl taşlarının üzerine bir örtü serdiği Photoshop katkılı ‘kopya’ imge ile çokça da eleştirilen bir isim olarak kayıtlara geçmişti.

Hatta Türkiye’de Weiwei’yi mağduriyet üzerinden ürettiği maddi manevî katma değer nedeniyle eleştirerek Hrant Dink ödülüne yaraşır bir tercih olmadığı yönünde hedef tahtasına koyan ve ödül sürecini tartışmaya açan isimler de yok değildi.

Buna karşılık yine aynı Weiwei, 23 ülkede gösterime giren ve Amazon’un destek verdiği mülteci belgeseli The Human Flow için Yunanistan’dayken, Atina’da açtığı sergisi vesilesiyle The Guardian’a verdiği röportajda, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki sığınmacı anlaşmasının, ‘ahlâken veya hukuken geçerli olmadığını, aksine utanç verici olduğunu ve bunun bir çözüm olmadığı gibi ileride daha fazla soruna yol açacağını’ ifade etmişti.

Tıpkı porselen işleri gibi nazik bir egoya sahip olduğu söylenebilecek sanatçının, 2010’da Londra Tate Modern’de Unilever desteğiyle sergilenen 100 milyon dolayındaki porselen Ayçekirdekleri yerleştirmesinden küçük bir kısım da SSM sergisinde boy gösterdi. Oysa bu çalışmasıyla Weiwei, Turbine Hall’da izlenen eserin üzerinde yürünmek suretiyle oluşabilecek ‘seramik tozu’nun yaratacağı zehirlenme endişesiyle eleştirilerin hedefi olmuştu. Hatta müze de, bunun üzerine eserin ancak bariyerler ardında görülebilmesine karar vermişti.

Ai Weiwei, Ayçekirdekleri, 2015

Lozan’dan Washington’a, Toronto’dan Kudüs’e tıpkı küresel bir havayolu ‘güvencesiyle’ emek veren ve ‘seferlerini’ / ‘sergilerini’ buna göre tertipleyen sanatçı, sergi için İstanbul’a geldiği günlerde Sir Norman Rosenthal ve SSM Müdiresi Dr. Nazan Ölçer eşliğinde bir sanatçı konuşmasının da konuğuydu. Ai Weiwei bu etkinlikte ifade özgürlüğünü savunurken, Türkiye’de akademik eğitim olasılığı konusunda ayrıca görüş bildirdi ve eğer kendisine bir çağrı yapılırsa bunu yapmaktan memnun kalacağını da gizlemedi.

Ai Weiwei bu konuşmada sığınmacılık meselesiyle ilgili olarak İngiltere’nin kendisine yönelik olumsuz tavrını da Brexit gölgesinde eleştirdi ve bu neticenin, bir anlamda Berlin’e gidişine vesile olduğunu vurguladı. Hatta bu durum üzerine, Sir Norman Rosenthal de, ülkesi İngiltere adına bu ‘küresel’ insandan dinleyiciler huzurunda resmen özür dilemek durumunda kaldı. Kendisine küresel diyoruz, zira Weiwei’ye bu satırların yazıldığı günlerde Kanada çıkışlı 2017 Adrienne Clarkson Küresel Yurttaşlık Ödülü de takdim edildi.

SSM’deki sergi, işbu koşullar altında geleneksel bir malzeme olan Çin porselenine getirdiği çağdaş yorum kostümüyle müzenin dün ve yarın arasında kurmaya çalıştığı kurumsal kimlik ve kültür politikasına yaraşır bir dengeyi gözler önüne serdi. Müzedeki yapıtların çoğunluğu, besleyici künyeleri eşliğinde, kimi cam muhafazalarla, kimi bariyerler ve güvenlik görevlilerinin kibar bakışları ardında izleyiciyle buluşturuldu.

Weiwei’nin kişisel eylem ve söylem tarihinden cımbızlanmış fotoğraf, zamandizin ve bilgi panolarının izleyiciye refakat ettiği etkinlikte, İktidarın Karşısındaki Birey, Sosyal Sorumluluk, Jingdezhen Yapımı, Özgürlük için Çiçekler ve Odysseia, Gerçek Yaşamın Taklidi ve Sichuan Depremi ile Geleneği Dönüştürmek gibi konular, türlü yapıtların ara başlıkları olarak önümüze kondu. Bu yönüyle bir Ai Weiwei kitabı gibi içinde gezilebilen sergi, sanatçının türlü kültürel şifreleri çözme ile yeni sanat tarihsel eleştiri ve yorum teşebbüsleri ortaya koyma meselesini sayısal bereketiyle özetleyen, mekânın tadını çıkaran bir büyük galeri tecrübesi halini aldı.

Yine de konuşmalarında bireyi ve bireyciliği sürekli övüp vurgulayan Weiwei’nin ‘putkırıcı’lığına, temkinli bir mesafeyle bakmakta fayda var. Batı çıkışlı post-modern aklın, mevcut tüm otorite ve sistemleri itibarsızlaştırıp zayıflatan, buna istinaden kendi serbestliğini istisnasız bir ilke gibi dayattığı bir zamanda, sanatçının görece eğlenceli, anarşik tavrının samimiyetini, tam da kendini küresel bir zincir marka gibi öne sürdüğü bu noktada, insanlığın çıkarı parantezinde yoklamak gerekiyor.

Ai Weiwei, Hanging Man In Porcelain Gold, 2015

Zaten Art Unlimited için yaptığımız özel konuşmada da, bunu anlatmaya çalışıyor, eserlerinde Warhol’dan Duchamp’a ve oradan dünya tarihindeki birçok doğal ve yapay felakete göndermelerde bulunan sanatçı.

Netice yerine, kişisel değerlendirmemi öne sürmem gerekirse, sergide beni en çok etkileyen, sanatçının 1976-77 yılında ürettiği Kuş Motifli Tabak isimli çalışması oldu. Porseleni bugün kendi elleriyle biçimlendirmese bile, Çin porselenlerinin en tanınmışı Cizhouyao tekniğini kullandığı bu ‘oricinal’ işi, bana dünyaya “Dikkat, kırılır!” diye bağıran ve camekân ardında suskun, özgürlüğe susamış küçük bir kuşu/kimliği anıştırıyor.

Üzerine gitmek istediğim ilk mesele, sizin şeyleri kayıt altına alma ve onları deşifre etme yükümlülüğünüzle ilgili. Zaman ve anı tecrübe ettiğiniz esnada siz, bir biçimde, an ve tarihten birey olarak hep ‘sağ kurtulmaya’ baktınız. Çünkü bildiğim kadarıyla öne sürdüğünüz en önemli kavramlardan biri de bireycilik (individualism). Ne dersiniz?

Bu çok iyi bir soru ve bu soruyla başladığıma çok sevindim. Sağ olmak, etkileyici bir durum. Sizi hayatınızdan ne kadar emin olduğunuz ve bu konuda ne denli bilinçli halde bulunduğunuzla ilgili tetikliyor; çünkü bizler her daim belirsizlik anı içinde yaşayanlarız. Bu hal sadece dış dünyaya değil, kendimize de içkin bir hal. Sözgelimi gecenin bir yarısında birkaç saniyeliğine uyanıyor, kim olduğumuz, niye burada bulunduğumuz ve etrafımızdaki bu şeylerin ne oldukları üzerine düşündüğümüz olabiliyor.

Yani bu sadece bana mı özgü, yoksa genel bir hal mi bilmiyorum ama bu türlü bir uyarım/teyakkuz hali ve bununla birlikte aynı an içinde insanoğlu hakkında süre gelen belirsizlik durumu, beraberinde hayatın kendine yönelik bir özgüveni olabilmesi konusunu da getiriyor. Çünkü günümüz modern dünyası, hiç de ‘doğal olmayan’ bir dünya. Bilhassa da sanatçıysanız bunu hissedebilirsiniz. Sürekli birileriyle tanışırsınız çünkü bir şeyler yapmışsınızdır. Hiç sağlıklı, ‘yeşil’ şeyler yemezsiniz, kendi hayatınızda bir mitolojiye, insanların hakkınızda konuştuğu bir şeye dönüşürsünüz, işte tam da bunlar, bana kendim, toplum hakkında ta geçmişimden uzanan tam bir belirsizlik verir.

Çünkü bildiğiniz gibi, sürgün bir şair olan babamın durumu bana aynı zamanda kendisi ve ailem hakkında da bir belirsizlik sunmuştu. Neden oradaydık ya da niçin tam olarak orada (Çin) bulunamadık, ardından başka yerlere gidip birçok insanla tanıştık. Ardından birbirinden çok farklı politik durumlar içinde bulundum. Ardından ABD’ye gittim. Orada her şeye yeniden başladım. Bundan sonra ise tamamen Çin’e döndüm. Ve akabinde tamamıyla zorlu politik mücadeleler içinde buldum kendimi. Burada İnternet üzerinde kendimi göstererek çeşitli çabalar ortaya koydum. Fikirlerimi özgürce ifade edebildim. Çünkü o sıralarda Çin’deki ifade özgürlüğü bugünküne kıyasla çok daha müsaitti, bugün bunu kimse yapamıyor. İşte bu durum da bana inanılmaz zorluklar yaşattı.

Ama bununla birlikte bütün bunların ilişkilerimi, halkımı ve ülkem Çin’i, dili ve kültürü ile tanıyıp anlamamı sağlamada büyük yardımı oldu. Ardından alıkonuldum ve bildiğiniz gibi salıverildikten sonra da tekrar, diliyle olsun, toplumu ve âdetleriyle olsun, tamamıyla bana yabancı bir mevki diyebileceğim Almanya’ya taşındım. Oraya 58 yaşında gittim ve şimdi 60 yaşındayım. Bu noktadan sonra ise dünya çapında, çeşitli bölgelerde sergiler açmaya başladım.

Bunun bir nedeni de sığınmacıların durumlarıyla ilgili kesişen konumum oldu. Bu anlamda çok fazla ülke ve noktaya seyahatte bulundum. Ortadoğu ve Afrika gibi bölgelere gittiğimde, buradaki insanlarda gözlemlediğim şey hep aynı oldu. Aynı an içinde, onlar hem birer insandı ama aynı zamanda da, gerek ötekilerin nezdinde ve gerekse kimi zaman kendi ifadelerine başvuracak olursam, insan olmaktan çıkmış gibiydiler. Ya da bir diğer ifadeyle, hayattaydılar ama sanki hiç yaşamıyorlardı. Evleri, mahalleleri yoktu. Tanıdık hiçbir yakınları, dostları bulunmuyordu. Geçmişe ilişkin tek bir anıyı bile hatırlamayı başaramıyorlardı. Mevcut koşullarda haklarında ikinci bir değerlendirme yapılması bile söz konusu değildi çünkü onlar, başkalarının nezdinde birer sığınmacı, dilenciydi. Hiçbir şeyden anlamayan, yalnızca beraberlerinde sorun getiren aptallardı. Tam da bu şeffaf koşullarda hiçbirinin kimliği yoktu. Hatta kimilerinin gözünde onlar birer tehlike kaynağı, tecavüzcüydü. Potansiyel şiddet kaynağıydı. Teröristti. Yani tüm dünya onları, tamamıyla insanlık dışı koşullar altında tarifliyordu. Bu sadece savaş bölgeleri için de söz konusu değildi. Asıl tehlikeli biçim de, bu durumun Batı’da da, Berlin’de, Calais’de veya İtalya’da günlük hayatta vuku buluyor olmasıydı. Ve bu durum önümüzdeki 20 yıl daha devam edecek gibi.

Bu sebeplerden ötürü, gelecek için bir delil teşkil etmesi adına, bizim kimi şeyleri kaydetmemiz veya deşifre etmemiz söz konusu. Eğer sadece geleceğe odaklanırsak, bu yalnızca o zamanda üreteceklerimizle, şiirle, edebiyat veya sanat yapıtının kendisi ile sınırlı kalır. Ama bir hikâye işin içine girer de eğer ki insanlar bu hikâyenin kıymetini fark edebilirse, işte o zaman bu çalışmaların, ne yazık ki askıda kalan bu duruma, bu yalana yönelik birer tepki olduğu da anlaşılabilir.

Ai Weiwei, Remains, 2015

Hepimiz unutkanlık hastalığından muzdaribiz. Sizce bu bir bakıma, kapitalizm hastalığının da belirtisi mi?

Bence bu, günümüz modern hayatının hastalığı. Çünkü hemen herkes, bugün insanlık durumuyla ilgili tüm bağlarını ayırmış ya da koparmış görünüyor. Oysa bu, her kim olursa olsun ihtiyaç duyan birine şefkatle yardım edebilmekle ilgili bir durum ve yazılı tüm dinsel kaynaklar da bunu dile getiriyor. İnsanın, muhtaç bir kimseye yardım edebilmesi, mevcut ruhsal durumlar içinde en yüksek olanıdır.

Tam da bu türlü şefkat, hoşgörü ve sevecenlik, bugün artık kesilmiş vaziyette çünkü profesyoneller olsun, Wall Street simsarları, hatta sanat tüccarları veya kollayıcıları olsun, bunları dahi düşündüğünüzde, ne kadar başarılı olursanız olun hiçbir şeyin güvencesinde olmadığınızı görüyorsunuz. Elinizdeki tek avantaj, ‘insanlık dışı’ bir durumda ama bir ‘profesyonel’ olmak oluyor!

Bunun akabinde tüm eğitim sistemi ise tam da bu anlayış üzerinden, rekabetçi kapitalizmden ve sürekli baskıyı gözetir bir halden hareketle kendisini temelliyor. İşte bunların insanlıktan çok şeyi alıp götürdüğünü düşünmekteyim. Bunun da neticesinde küreselleşmeden sonra, süper güçlerin dünyayı topyekûn ‘keşfettiklerini’ görüyorsunuz. Elbette Çin ve Hindistan gibi coğrafyalar bunun nimetlerini yaşamıyor da değiller. Ancak gerisinde insanlıktan çok ama çok şeyi götürdükleri ortada. Bu durum da birçok insanı, başta çevresel etmenlerden ötürü adeta felaket koşulları altında bırakıyor.

Bu felaketlere hükümetlerin durumu, zayıf eğitim sistemleri, açlık veya yolsuzluklar da eklenmeli. Bunların yaşandığı birçok bölgedeki dengesizlikler ise ‘sivil kalkınma’ adı altında, Batı’nın sürekli ihraç etmeye çalıştığı sözde ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ kavramları vesilesiyle aşılmaya çalışılıyor. Kaldı ki ben genel manâda tam da bu kavramların, özgün kültür(ler)ce, usulünce imtihana tabi tutulması gerektiği kanısındayım. İnsanlığı, haklarını her mecrada elbet tüm saygımızla savunacağız. Ama aynı zamanda da doğal ve dürüst olarak şunu izah edeceğiz: Siz, toplumdaki dengesiz neticelerinden ötürü maruz kaldığımız bu idealleri, bize tekrar gerisin geri satamazsınız. Dolayısıyla bana kalırsa bilhassa Batı’nın zengin, kudretli ülkelerinin bundan sonrasına dair, bunun ne olduğuna dair böylesi bir yükümlülüğü bulunuyor. Yapmaları gereken bu ve bu söz ettiğim şey merhamet değil, bir sorumluluk hali.

Gerçek bir devrimi yapay olanından nasıl ayırırdınız?

Eğer bir devrim kendi yolunu kendi halkıyla, kendi bütünlüğü dahilinde tayin ediyorsa ki, her zaman bir devrim için güçlü bir gerekçe mevcuttur; o bütünlüğün talepleri doğrultusunda gerçekleşen her devrimi hakiki olarak alabiliriz. Ama eğer bu salt ideolojiyle, güç kullanarak, sırf kimi veya kimileri liderlik etsin diye ve çıkar odaklı yapılıyorsa -ki uğruna hareket edilen geniş kitlelerin en önemli gerekçeleri burada insanca gelişim adına hayatta kalmak oluyor- bu türlü ‘devrim’lerin de birer yenilgi olduğu düşünülebilir.

Yani bunu dengelemek esasen çok güç. Beraberinde son derece fazla çabaya gereksinim duyuyor. Bir yenilgiyle de noktalanabilir tamam ama gerekli çabalar ortaya konulacak olsa, o netice hep orada, bizi bekliyor. İnsanlar hep değişim talep ediyor. Zaten hiçbir zaman da aynı kalamıyor. Tüm dünya da böyle.

Siz de, sanat tarihine baktığımız zaman Warhol, Duchamp gibi ‘devrimci’ sanatçıların entelektüel miraslarının izinden gittiniz ama onları da aşmaya yöneldiniz... Buna da bir nevî mikro-devrimcilik mi diyelim?

Eğer gerçekten içten bir sanatçı olma yolundaysanız, sanatın ne olduğunu tariflemek adına da bir beyanda bulunmak durumunda olursunuz. Zaten verili olanı tekrar edemezsiniz. Öyle ki, tarif edilebilen, zaten ölü olandır. Bir ‘kırmızı ışık’tan farkı yoktur onun. Size “Tamam, ya sonra?” der, siz de sanatta daha sonra neler olabileceğine bakarsınız.

Kimi yapıtlarınızda bizlerin ‘çevresel durumları’nı da tartışmaya açıyorsunuz. Küresel ısınma çağında, gittikçe tükenen insanlık durumu ve tabiat arasında da benzer rahatsızlıklar görmüyor değiliz. Bu meyanda geleceği konuşursak, ekolojik aciliyet duygunuz ve yansımaları nelerdir?

Bu da iyi bir soru, çünkü ben ekolojik farkındalığı çok geç tecrübe eden biri oldum. Çünkü Çin son zamanlara dek gelişmemiş bir ülkeydi ama daha sonra yaşanan hızlı kalkınma ile verilen çevresel ödünler, beraberinde türlü zehirlenme durumlarını da getirdi. Bunun insanlık durumunu da zehirlemesi söz konusu oldu. Ruhsal manâda bir nevî bilinçsizlik baş gösterdi.

Son zamanlarda yaptığım seyahatler sırasında uçaktan aşağıya bakar oldum. Dağları, yeşil alanları, çölleri veya öteki bölgeleri izliyorum. Ve aniden bu koşulların ne kadar kırılgan olduğunun ayırtına varıyorum. Tıpkı bir balon gibi... Tüm gezegen ve evrenin durumu, neredeyse bir mucize halini yansıtıyor. İnsanlık için, birlikte yaşadığımız ve kesinlikle saygıyı, eşitliği hak eden tüm canlılar adına inanılmaz kıymetli bir şey bu. Ama insanlık, türlü koşullar ve keşifler sebebiyle kendisini bu evrenin, dünyanın hakimi saymayı sürdürüyor.

Buradan sadece vahşi doğayı kastetmiyorum. Denizleri, gökyüzünü, ormanları, çölleri de katıyorum. Eğer bu bir kez olsun kırılırsa, bu mucizeyi de sonsuza dek yitireceğiz. Başka türlü, belki topyekûn karanlık bir gezegende olacağız ya da yeni bir gezegen bulacağız ama bu da şu ana kadar ispatlanmış bir şey değil. İşte bu, en hüzün verici şey... Bizler bu mucizevi koşulların, bu çevrenin varlıklarıyız. Aynı zamanda da kendi sonumuza da bir o kadar yakınız. Her şey bir anda silinip gidebilir. İnsanları korkutmaya çalışmıyorum ama bu bir- iki nesil içinde ya da bir hata ile her an olabilir.

Bu bakış açısından gidelim: Kimi kavramların da nesli tükeniyor mu?

Eğer bu yaklaşımı insanlık eylemlerimiz üzerinden işleyecek olursak, önümüze evren dahilindeki insanlık durumunu yeniden tayin edebileceğimiz yepyeni bir görüş çıkacak ve belki de o zaman her şey, çok daha zekice olacaktır. Yine kim bilir böylece neredeyse, her tutkunun altında yanlış bir görüşün getirdiği türlü yenilgiler olduğu ortaya çıkacaktır. Bu da, bizleri birer zeki insan olarak yeniden düzenlemeyecek, birer birey değil ama politik kudreti olan, ekonomik bağlamda aç gözlü, sırf bölge odaklı, aşırı rekabetçilikten birer ‘görme engelli’ olarak tarifleyecektir.

Yani bugün kudretli ülkelerin yaptıkları silah satışlarına, fuarlarına bir bakın. Hepsi de sadece bir türün soyunun yok edilmesini amaçlıyor. Öldürdükleri ‘düşman’ değil, yine kendileri olacak. Bu insanlar son derece kıt görüşlüler. Ve bu sözde liberal dünyadaki insanlar, nükleer güce sahip devletler karşısında çok ama çok az güce sahipler. Niçin onlar da nükleer güç sahibi acaba? Niçin sadece Kuzey Kore bundan sorumlu tutuluyor? Oysa ki kaygılanmaları gereken Rusya, Çin ve ABD’deki nükleer güç odakları da olmalı, değil mi? Sadece Kuzey Kore değil. Yapmaları gereken, tüm nükleer yükten kurtulabilmek olmalı. Dolayısıyla insanlar çok kör ve benciller, dipteler.

Ama bu anlattıklarınız, yakın zaman önceki bir ABD söyleşinizde dillendirdiğiniz bireycilikten (individualism) de kaynaklanmıyor, değil mi?

Bireycilik, hayatın kökleri ve hangi haklara gereksinim duyduğumuzla ilgili bir kavram. Korumak ihtiyacında olduğumuz şey veya şeylerin neler olduğuna dair bir kavram. Sıklıkla eğitimden tasarıma, hukuktan birçok unsura dek, bu kavramı besleyici bir durumla karşılaşamıyoruz. Eğer bu kavrama geri dönebilirsek, verdiğimiz mücadelenin salt bir ırk, din veya ülke uğruna olmadığını idrak edebilirsek, kendi içsel ihtiyaçlarımız hakkında daha yoğun bir farkındalık içinde olabiliriz. Zaten bu da her nevî uygarlığın odak noktası sayılagelmiştir. Bu yönüyle her tür sözde gelişimin, bireylerin çıkarına olup olmadığına muhakkak bakılmalıdır.

Size göre anıtlar çağı bitti mi? Artık onlara lüzum var mı?

Anıtlar mı? Hayır hayır, bir gereksinim göremiyorum. Bilhassa anıtlar, esasen koşulların ne kadar karanlık olduğunun trajik birer yansıması. Anıtlar ne kadar parlaksa, siz de bulunduğunuz yerde esasen bir o kadar karanlıktasınız. Evet, bir tür karanlığa da ihtiyacınız olabilir ancak parlak bir güneşin altında, bu da kaybolur, çünkü o artık hiçbir şeye hizmet etmez bir haldedir.

Comments


bottom of page