top of page
Liana Kuyumcuyan

Dip dibe ama olmayan kent ve kırın izinde: SO? Mimarlık

2009 yılında gerçekleştirdikleri naturban projesiyle merceğimiz altına giren, gerek kırsalda gerek kentte hem pratikte mimarlık yapan, hem de bienallerde ve sergilerde araştırma projeleriyle de gündeme gelen SO? Mimarlık’ın kurucularından Sevince Bayrak ile iklim kriziyle bağlantılı olarak mimari ve kentsel ölçekteki araştırmalarından deneyimlerini konuştuk


Röportaj: Liana Kuyumcuyan



Sevince Bayrak



Öncelikle SO? Mimarlık çatısı altında pratiklerinizden konuşmak isterim. Kent içi mimari dışında kırsal alan için de tasarımlarınız bulunuyor. Ayrıca 4. İstanbul Tasarım Bienali’nde sergilenen afet sonrası kabin tasarımı ve araştırma projeleriniz de var. Bu alanlara yöneliminiz ne zaman başladı? Bu alanlarda bir çalışma açığı görüyor musunuz?


Biz 2007 yılında SO?’yu kurmaya karar verdiğimizde, birkaç yarışmadan aldığımız mansiyon ve satın almalar dışında ortada henüz sipariş edilmiş bir işimiz yoktu. O dönemde katıldığımız kentsel tasarım yarışmaları; Maltepe Kent Parkı, Bursa Kızyakup ve Kayseri İç Kalesi, Türkiye kentlerinde olup bitenler üzerine düşündüklerimizi duyurmak için bir alan sundu bize. Bu yarışmalar için çoğu zaman bitmiş, uygulamaya hazır mekânsal tasarımlar yerine, kentle ilgili dert edindiğimiz durumları araştırdığımız tasarım önerileri geliştiriyorduk. Metne de tasarımın kendisi kadar önem verdiğimiz projelerdi bunlar, teslim ettiğimiz A0 paftalardan birine sadece proje raporunu yerleştirdiğimiz de olmuştu, sırf jürinin gözünden kaçmasın, mutlaka okusun diye.

Öte yandan sözünü ettiğim yıllar İstanbul’da gayrimenkul sektörünün patladığı, inşaata büyük bir sermayenin ayrıldığı, ayrıca küresel ölçekte de İstanbul’un ilgiyi üstüne çektiği yıllardı, ancak biz birkaç denemeden sonra yapmak istediğimiz ve becerebildiğimiz şeyin parlak render’larla satışa yönelik işler olmadığını anladık. Ofisin ilk resmi işi 2009’da bir araştırma projesiydi (naturban), bu da sanırım ileride nasıl ilerleyeceğimize dair bir işaretti.



Solda: naturban, Saha gezisinden, 2009, SO? Mimarlık izniyle

Sağda: naturban, 2009, SO? Mimarlık izniyle



O dönem daha üçüncü köprü, üçüncü havalimanı ve Kanal İstanbul gibi mega projeler için daha adımlar atılmamışken, İstanbul’un Kuzey Ormanları’na doğru büyüyüşü üzerine naturban projesini gerçekleştirdiniz. Projeyi bir de bugünden bakarak anlatmak ister misiniz?


Yukarıda sözünü ettiğim küresel ilginin bir yansıması olan 2009 yılındaki Urban Age Konferansı kapsamında İstanbul'u çevreleyen büyük yeşil alanlar zinciri ve barındırdığı su havzalarına baktığımız bir işti. Kent ve kırsalın kesişimini incelediğimiz bu araştırma projesi, bizim resmi olarak SO?’yu kurmamıza sebep olan, ilk aldığımız iştir. Henüz üçüncü köprü tasarısı bir söylentiden ibaretti, üçüncü havalimanı ve “Kuzeyde 1 milyonluk şehir” hayalleri ise ortaya çıkmamıştı. Ancak kentin son 50 yıldaki büyümesine baktığınızda Kuzeye doğru genişlediği aşikardı. Aslında bugün bakınca İstanbul için Doğu-Batı ekseninde bir büyüme vizyonu planlayan uzmanlarla, Kuzeye doğru büyümeyi öneren uzmanlar arasında bir çekişme olduğunu ve sonuçta da ikinci grubun kazandığını söyleyebiliriz. Bunun görünürdeki en önemli bahanesi Doğu-Batı eksenine gelen paralel fay hattı ve Kuzeyin deprem için çok daha güvenli olmasıyken, arka planda politik, ekonomik ve ideolojik onlarca sebep var. naturban projesi, hava fotoğrafına bakarken şehrin nasıl yıllar içinde Kuzey ormanlarına doğru yayıldığını keşfetmemizle başladı. Lüks kapalı siteler ormanlık alanın içinde yağ lekeleri gibi büyürken, o zamanın önemli başlıklarından olan 2B arazilerine (orman vasfını kaybetmiş hazine arazisi) yapılmış inşaatlardan oluşan yeni mahalleler daha sürekli bir doku oluşturuyordu. O dönemde bu mahallelerden oluşan ilçelerden biri olan Sultanbeyli’de epeyce vakit geçirdik naturban için. Tam da 2009 yerel seçimleri öncesindeki bu ziyaretlerimizde, her köşeden inşaat sesleri geliyor, 4-5 katlı yapıların üzerinde seçim öncesine yetiştirilmeye çalışılan fazladan katlar yükseliyordu. Ama projenin asıl çıkış sebebi, yerinde gördüğümüz kent-orman ilişkisiydi. Herhangi bir geçiş bölgesi, engel, sınır olmadan kent pat diye bitiveriyor, haritadaki son apartmanın balkonundan ormandaki çamlara dokunulabiliyordu. Bu dipdibe ama olmayan ilişkiyi önce Sultanbeyli’nin sonra da tüm kentin lehine çevirebilir miyiz sorusu ile başladık. Tıpkı Boğaz hattı gibi, kentin Kuzeyinde devam eden sürekli bir rekreasyon hattı, Boğaz’a erişimi olmayan milyonlar için yeni bir kıyı tanımı, bu kez deniz yerine orman kıyısı... Bu sayede her geçen yıl ormanın aleyhine değişen bu sınırı sabitlemek, kentin bir müştereği olan ormanı sahiplenmek ve günlük hayatın içinden bir koruma bilinci oluşturmak mümkün olabilir diye düşündük.


Bugün bakınca Kuzeydeki yapılaşmanın ölçeği bu kadar büyüyüp çığırından çıkmadan önce sözünü ettiğimiz orman kıyısındaki rekreatif koruma bandını oluşturmuş olsaydık, çılgın projelerin önüne geçmeye değil, ama kente yeni bir kamusal şerit kazandırmaya ve böylece Kuzey ormanlarını koruma mücadelesini çok daha geniş bir kesime yaymaya yarardı belki de. Görmediğimiz, faydalanmadığımız şeyleri kaybetmemek için bir mücadele örgütlemek; günlük hayatında içinde olan, kaybedersek yaşam kalitemizin doğrudan azalacağı, somut varlıklar için mücadele etmekten çok daha zor.



Proje aslında Mimarlar Odası’nın bir boykot çağrısıyla başlıyor ve bölgenin ekolojik alanlarının giderek daralmasına işaret ediyordu. Bu noktada mimarlığın bir takım yasa ve kararları görünür kılma rolü üstlendiğini de söyleyebilir miyiz?


Evet, hatta sadece naturban’ın değil, Sudaki Umut projesinin çıkış noktası da tam da buydu. Sudaki Umut projesinin nihai amacı suyun üzerine bir deprem sonrası barınma alanı kurmak değildi. O suda yüzen deprem evi imgesini absürd, anlamsız, gereksiz ya da abartılı bulanlara, “Bu fikir size absürd mü geliyor? Öyleyse kentteki toplanma alanlarının, son yirmi yılda % 70’i yapılaşmaya açılmış alanların peşine düşün” demek içindi.



Sudaki Umut, 2018, SO? Mimarlık izniyle



Bugün özellikle Kanal İstanbul güzergahında ve Başakşehir gibi bölgelerde yükselen gökdelen yapıları ve kırsal alan arasında inanılmaz bir çekişme var.


Kanal İstanbul hattı ve çevresi, naturban’da altını çizdiğimiz sınırdan çok farklı karakterde. O bölge hem ormana, hem denize, kırsala, onlarca köye, tarımsal üretim alanına, hem de değişen doğal dokulara sahip. İstanbul’u Kuzeyden Güneye çevreleyen hat boyunca, sözünü ettiğiniz çekişmeyi çok net görebildiğiniz alanlar var ve o bölge için çok daha katı ve köklü bir koruma anlayışı gözetmek gerekiyor. İmara açılabilecek milyonlarca metrekare, arsa spekülasyonunu bir yatırım aracı olarak görenler için ağız sulandırıyor. Halbuki İstanbul gibi bir metropol için, kentin bu kadar yakınında kırsalın korunabilmesi, tarımsal üretimin devam etmesi sadece romantik bir panorama olarak değil, kırsalın kentin işbirlikçisi gibi görünebilmesi gerekir. Çünkü dip dibeler. Belki 20 yıl önce kayda değer bir hayal değildi ama bugünün koşullarında bir velinimet olarak görülmeli.



Yeşil alanların yok olmasının kentte ısı adaları oluşturması ve ısınan iklimin etkilerinin daha fazla hissedileceğine dair endişeler artarken, yeşil alanı göstermelik denecek derecede kent içerisine serpiştirilmiş şekilde görmeye başladık. Çatılara kurulan bahçeler veya dikey bahçecilik gibi pratikler ise Türkiye’de çok yeni görülen örnekler. Sizin mimarlık ve tasarımın bu konuda nasıl ilerleyebileceğine dair fikirleriniz nelerdir?


Bazı yüzeysel, sizin deyiminizle göstermelik önerilerin arkasında dev inşaatları, altı boydan boya otopark olan gayrimenkul projelerini, yani çok büyük alanların geçirimsiz yüzeylerle kaplandığı durumları gizliyor. Dikey bahçe, görsel olarak aynı yeşili sunuyor olabilir ama yatay bir bahçedeki katmanlara ve işleyişe, yağmur suyunun yeniden yeraltı suları ile buluşabileceği düzeneğe bir katkısı olmadığı için, zemindeki yeşil alana alternatif olamaz. Tasarım, doğayı işine geldiği gibi kullanmak yerine, doğa ile beraber dönüşüp evrilebilecek esnekliğe sahip olmadıkça ortaya çıkan çözümler de pasta cilası olmaktan öteye geçemiyor.



İklim krizi ve rant gerçeği arasında kalan İstanbul için ne kadar belgeleme ve yayın yapılsa ve vatandaş bilinçlendirilmek istese de, iş bir noktada bizlerden çıkıyor. Kişisel olarak hep siyasi alanlara ve belediyelere sızmanın bu alanda çalışan mimar ve tasarımcılar için önemli bir yol olduğunu düşünüyorum. Sizce bir değişim yaratmanın veya en azından denemeler yapabilmenin yolları nelerdir? Sizce bu tip projelerin belediyelere sızması ve uygulanabilmesi ne kadar mümkün?


Yerel yönetimler yekpare bürokratik organizasyonlar olarak hantal ve yavaş olsa da, bünyelerinde kent yaşamına olumlu katkısı olacak işleri ivedilikle yapmak isteyen farklı kademelerde yönetici ve çalışanları barındırabiliyor. Ülke genelinde kent ile kırsalı bir arada düşünerek tasarlamaya çabalayan bir mimarlık politikası olmadığı için, bu tür projelerin uygulanması büyük stratejik adımlardan çok, daha yaşanılabilir ve eşitlikçi bir kenti dert edinmiş karar vericilere denk gelmeyi gerektiriyor. 2009’da naturban’ı yaptığımızda yerel yönetim iktidarın uzantısı olarak şekillenmişti, dolayısıyla bir açıdan iktidarın kentleşme politikalarına karşı yapılmış böyle bir projeyi uygulama ihtimalleri yoktu. Bugün olsa belki etkisi daha yaygın olabilirdi.



Sudaki Umut, 2018, SO? Mimarlık izniyle



Yaratıcı alanlar artık interdisipliner şekilde çalışarak daha kapsamlı ve gerçekçi projeler üretmeye başladı. Çalışılan alanı farklı ölçeklerden ele alabilmek, hem üst ölçekten hem de gündelik hayattan görebilmek, tasarım araştırmasına ağırlık vermek gibi alışverişlerin sıklaşacağını düşünüyor musunuz? Sizin bu konuda deneyimleriniz nasıl?


Bizim interdisiplinerlik iddiasındaki işimiz Sudaki Umut’tur. 4. İstanbul Tasarım Bienali kapsamında MEF Üniversitesi Mimarlık Bölümü ve Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji ve İnşaat Mühendisliği bölümleri ile iş birliği içinde bir stüdyo yürüttük. Ayfer Bartu Candan ve Emre Otay’la beraber yürüttüğümüz stüdyoda başlangıçta her şey çok zordu. Mimarlık öğrencileri sosyoloji öğrencilerini ayak bağı olarak görüyor, sosyologlar mimarları gereğinden hızlı ve gözü kara buluyorlardı. Mühendisler ise bu hayhuy içinde iki gruptan tamamen uzak bir noktada, başka bir dil konuşuyorlardı. Dönem sonunda ise sosyoloji öğrencileri grupça hazırladıkları master planı dört koldan savunur oldular, mühendisler sosyal konulara, mimarlar hesap kitaba hakimdi. Bu çalışma bize -ve umuyorum ki öğrencilere- gerçek bir interdisipliner ortam için çok emek harcamamız ve bulunduğumuz pozisyonun (mimarın her şeyi bilen, her şeye karar verebilen pozisyonu) değişmesini kabul etmemiz gerektiğini gösterdi.



Özellikle iklim değişikliği veya diğer sosyal konularda çalışmaya daha meyilli olduğumuzu, özellikle kreatif sektörün bu alanlara yoğunlaşmaya başladığını görüyoruz. Sizlere gelen yeni projeler veya üstünde durduğunuz konular bu alanlara kaymaya başladı mı?


Yeni gelen projeler bu alanlara kaymadı sanırım, çünkü aslında biz ne naturban’ı, ne deprem sonrası barınmayı konu alan Sudaki Umut projesini sipariş üzerine yapmadık. Biz kendi kendimize, tasarımcı refleksi ile değil, kentte yaşayan ve karamsar olmak yerine mücadeleci olmayı seçen bireyler olarak bu konuları dert edindik. Ticari kaygısı olan işler değillerdi.


Bugün, sözünü ettiğiniz alanlar popüler olduğu için bazı sektörlerin radarına girmiş olabilir ama biz henüz doğrudan öyle bir taleple gelen müşteri görmedik. Elbette sürdürülebilirlik, ekoloji, geri dönüşüm gibi bazı anahtar kelimeler işverenlerden daha sık duyulur oldu, ama bunların ne kadarı geçici bir heves, ne kadarı ticari stratejilerin bir parçası, ne kadarı da samimi bir ilginin sonucu, onu henüz bilemiyoruz.



Comments


bottom of page