top of page
Yazarın fotoğrafıSelin Çiftci

documenta fiskosu

Canberk Akçal’ın documenta 15 süresince kaleme aldığı 79 gün başlıklı yazı dizisi belirli anlardan kavramlara, söyleşilerden kafasını kurcalayan sorulara uzanıyor. Serinin ikinci yazısında Canberk'le birlikte documenta'nın kolektif mutfağına, ilk izlenimlerine ve seriye başlama hikâyesine dair konuştuk


Röportaj: Selin Çiftci



Evet, şimdi Canberk, nerdesin?


Kassel’deyim. Paylaşımlı bir evde kalıyorum, arkadaşımın odasında.


Peki documenta neden Kassel’de oluyor?


En eski müzelerden biri burda, Fridericianum. En sembolik söylenebilecek şeylerden biri o. Ayrıca documenta’yı kuran kişi, Arnold Bode Kassel’li. Şanslılar o yüzden bence Kassel’e denk gelmesi kısmında.


 

"Benim şu ana kadar bulunduğum sanatsal etkinlikler içerisinde küratör imzasını bu kadar hissettiğim bir yer olmamıştı."

 

documenta’yı bu kadar önemli kılan şey ne? Çünkü beş senede bir, Kassel gibi küçük bir şehirde oluyor..


Bence birkaç tane nedeni var. Öncelikle aradaki süreye baktım, ilk dört yılmış sonra beş olmuş, tekrar dörde ve yine beşe dönmüş. Bence zekice bir süre çünkü bienallerde süre iki yıl olduğu için, biz daha bienalde ne hissettiğimizi anlamadan pat diye yenisine geçiyoruz. Burda ise çağdaş sanatta beş yılda ne oldu, sürekli yeni bir periyoda bakıyoruz gibi hissettiriyor, bu zekice. Bode’nin de ilk açarken bahsettiği aktif sanatın bir tür bilançosunu tutma tavrı var.


Bir diğer enteresan taraf, küratörle beraber çok ciddi bir değişim yaşayan tarafı var documenta’nın. Her documenta birbirinden çok farklı. O yüzden her documenta da bir şekilde ilgi görüyor, "bu sefer ne oldu" gibi bir soruyla geliyor seyirci. Sürekli bir küratör imzası izliyoruz ve bu çok baskın bir şekilde kendini gösterebiliyor. O yüzden buradaki küratör rolünün değişimi çağdaş sanatın geleceği/gelişimi adına önem taşıyor.


Son olarak da en azından benim aktif bulunduğum documenta üzerinden net bir şekilde söyleyebileceğim, sponsorlar, stantlar, tanıtımlar gibi bir yapının var olmuyor olması. Sanatsal alanın daha ön planda olduğu bir tarafı olduğunu söylebilirim. Tabii ki belirli destek olan sponsorlar var ama kataloğun sonundaki minik logolarından daha fazla fırlamıyorlar alana, ticari bir alan hissiyatını almıyorsun seyirci olarak. Bir de tabii ki modern küratörlüğün tanımı documenta 5’te Harold Szeeman’la yapıldı bu da tabii ki çok kritik bir etken. O documenta’da ciddi bir program ve küratörün belirgin bir cümle üzerinden ilerleyerek net bir küratöryel konsept üzerinden sanatçıları bir araya getirmesi var. Burda tabii ki documenta’nın grup sergilerine “benim sergim” demesi, kendini bir kral tahtına koyarak bütün sanatçılar arkasında olacak şekilde fotoğraf çektirmesi gibi tuhaf hiyerarşik/narsist bir hal tavrı da var...


Yani o zaman küratörün etkisini en çok hissettiğimiz, en büyük çaplı sergi/festival olduğunu söyleyebilir miyiz?


Bence öyle. Benim şu ana kadar bulunduğum sanatsal etkinlikler içerisinde küratör imzasını bu kadar hissettiğim bir yer olmamıştı.




 

"Bence ruangrupa’nın bu yıl enteresan olarak yaptığı şey, her zaman eskittiğimiz "kolektif" kelimesinin samimi bir şekilde documenta’ya yayılması ve hissedilmesi oldu."

 

documenta 15’in küratör imzası tam olarak ne söylüyor? Ve kimler küratör?


Küratörler ruangrupa. ruangrupa Endonezya’dan bir ekip, aslında bir sanatçı kolektifi ama eşzamanlı olarak kürasyon da yapıyorlar. "Ruan" Endonezyaca’da “oda” demek o yüzden sürekli oda ve odayla ilişkilenme ile ilgili bir dertleri var. Bence ruangrupa’nın bu yıl enteresan olarak yaptığı şey, her zaman eskittiğimiz kolektif kelimesini samimi bir şekilde documenta’ya yayılması ve hissedilmesi oldu. Artılarıyla eksileriyle bu böyleydi tabii ki. Her sanatçı/sanatçı grubunun kendi özerk alanının olduğu ve bunu kendi istediği biçimde kürate ettiği bir alan vardı ve Alman medyası “kolektifliği öğreten kolektif” ismini taktı ruangrupa ile ilgili. Diğer yandan da bu kürasyon anlayışıyla ciddi bir hiyerarşi eleştirisi yaptıklarını da söyleyebilirim. Kullanılan sergi tasarımları, sergi içi mimari yapı, sanat eseri satışı yapılan alanların hepsinde enerjik, dinamik hatta “salaş” denilebilecek bir dil kurgulanmıştı. Bu da otomatikman hem şehre organik bir yapı getirirken hem de documenta’nın sahne ışıklı anlayışına ve sergi bağlamını yansıtma biçimine de farklı bir açıdan bakmayı sağladı. Şehrin ritmini documenta’nın bu kadar yükseltiyor olması da ayrı bir detaydır bu arada. Ben documenta öncesinde Kassel’e gittim, documenta izleyicisinin de ayrı bir tecrübe olması açısından Kassel’e documenta zamanı dışında gitmesini de tavsiye ederim, hayalet bir şehir gibi bir yerdi ve inanılmaz bir değişim yaşadı documenta sürecinde. Değişimin bu kadar organik olmasında da ruangrupa’nın küratöryel anlayışının da çok büyük etkisi var.



Bu kolektif durumu nasıl örneklendirebilirsin? Katılan sanatçılarda bir kolektif olma, sanatçı grubu olma ile ilgili bir eğilim mi var, yoksa işlerin kendi içeriklerinde mi bu daha fazla hissediliyordu?


Bence ikisi de. Birkaç tane bu çemberin içerisinden çıkan ve bu documenta için hayli “kavramsal” tanımlanabilecek işler var, mesela Eric Beltran’ın işi gibi. Ama çoğunlukla seçilen sanatçılar sanatçı grupları/kolektifleri ve gelip burada bir inisiyatif alarak bir iş ürettiler. Aynı zamanda seçilen işlerde de kolektif biraradalığı ön plana çıkaran işler de vardı. Mesela iki tane insanın oturabileceği bir bahçe yapıldı mesela iş olarak. Bunlardan biri WH22’deki Nha San Kolektifi'nin Vietnam Bahçesi'ydi diğeri de documenta Halle’nin yanında PALAN isimli mutfak/bahçe olarak kullanılan Britto Art Trust’un işiydi. PALAN’ın mutfak kısmında her gün 12 ile 3 arasında farklı bir sanatçı veya Kassel’de önceden rezervasyon yapmış olan bir izleyici kendi kültüründen bir yemek yapıyor ve her yemeğin tarifi de yüz gün boyunca dökümante ediliyordu. Veya Fridericianum ile beraber 90’larda sadece documenta için yapılmış documenta Halle’nin sondaki büyük ve genelde en çok ilgi gören odasında Baan Noorg sanatçı kolektifinin kaykay rampası vardı. Bir seyirci olarak bu rampada kaykay yapılabiliyordu ve işin merkezinde de gerçekten bu kaykay yapma durumu vardı.



 

"...Bazen durmak gerekiyor. Durup bir mutfakta sanatçılarla yemek yapıp muhabbet etmek gerekiyor belki de. Bu da işin bir parçası olabilir."

 

Kaykay yapma eylemini mi sanat olarak sunuyor yoksa paylaşımı mı merkeze koyuyor?


Bence gerçekten bu paylaşım durumunu ön plana koyuyor ve bir sanat olarak sunuyor. Ben şahsen uzun süredir burada bulunduğum ve çalıştığım için de bu paylaşımı kesinlikle hissettim. Fakat kısa süreli buraya gelmiş olan bir seyirci bunu hissedebilir mi kuşkuluyum, bununla ilgili bir eleştiriyi de anlayabilirim. Çünkü hızlı tüketilebilir bir şeyin burada yapılacağını düşünmüyorum. Tatlı ve uzun bir yaz tatili gibi burası :)


O zaman biraz daha sindirerek gezmek gerekiyor.


Bence öyle. Ya da bazen durmak gerekiyor. Durup bir mutfakta sanatçılarla yemek yapıp muhabbet etmek gerekiyor belki de. Bu da işin bir parçası olabilir. documenta’dan çıkıp “Ben ne yaşadım?” diye sorduğunda o işin kırpıntılarını alıyorsun. Ben mesela geçen hafta yaşadım bunu, Berlin’e gittim bi sergi hazırlığı için on günlüğüne, “aaa evet documenta değiştirmiş beni belirli açılardan.” dedim. İnsanların çok yavaş olduklarını hissettim bir sergi açılışında, yavaş yavaş konuşmalar, düşünmeler. Bense tam tersi daha atik, heyecanlı, “hadi bir masanın etrafında toplanalım, yemek yiyelim” gibi cümleler kuran bir halde, daha heyecanım yüksek dönmüştüm Berlin’e. Bunun çok documenta’yla alakalı olduğunu düşünüyorum.



Kavramsal çerçeve olarak, evet kolektiflik birinci mevzu, lumbung bu noktada neyi içeriyor/kapsıyor?


Lumbung’un çok güzel bir ruh ikizi var Türkçede, "imece". Endonezya’da pirinç tarlalarındaki kültürel düzen ve bu düzendeki köyün bir aradalık halinde hareket ediyor olması, burdan elde edilen karın ortak ve emekdaş bir şekilde paylaşılıyor olması, kolektif üretim tarzını temsil eden bir terim aslında bu. Bizdeki tam karşılığı da "imece", herkesin elinden geldiğince ve ortak bir bilinçle çalışıyor ve bunun sonucunda meydana gelen üretimin sonucu da birlikte paylaşılıyor.


Sence pandeminin bu kolektif yaklaşımdaki etkisi ne? Pandemi döneminde bir arada olmak, ortak bir yol bulmak, birlikte bir çözüm arayışına girmek, insana dair bir şey üretmek... Pandemiyi yaşamış olmamızın bu doğrultuda kolektif yaklaşıma etkisi var mı? Yoksa önceden belirlenen bir kavramsal yapı mı bu?


documenta’nın seçim kuruluyla ilgili biraz konuşabiliriz. documenta’nın bu yılki kürasyon ekibini belirleyen komite sekiz tane farklı küratörden oluşuyor. Hepsi farklı ülkelerde yetkin karakterler, mesela yazılarımdan bir tanesinde bahsettiğim Frances Morris var, keza bu yılki İstanbul Bienali’nin küratörlerinden Ute Meta Bauer ve Amar Kanwar da bu komitedeydi. Bu jürinin önerdiği insanlardan documenta’nın geçmiş koordinatörüyle birlikte seçildi ruangrupa. Bu doğrultuda nasıl bir demokrasi işliyor, oybirliğiyle mi karar verilmesi gerekiyor bunun detaylarını tam olarak bilmiyorum. Tarih olarak tekrar göz attım, 19 Şubat 2019 deniyor ki pandemiden önce belirlenmiş. Ayrıca oybirliğiyle diye bir ibare de koymuşlar aday gösterilmede.


 

"documenta’nın tarihinine bakıldığında her zaman politik tartışmaların yer kapladığı bir tür 'sansasyon' yapısı taşıdığını da söylemek lazım. Fakat documenta tarihinde ilk kez bir eser kaldırıldı, bunun sanat tarihi açısından gelecekte de konuşmaya devam edeceğimiz bir olay olduğunu da düşünüyorum."

 

Bu documenta geçmişteki documenta’lardan farklı nasıl bir pozisyon alıyor?


Birkaç ilk’le başlayabilirim bunu anlatmak için. Asya’dan gelen ilk küratöryel ekip. İlk kez küratöryel bir grup böylesine büyük çaplı bir organizasyonu kürate ediyor, dokuz kişilik bir ekip ruangrupa. En çok sanatçı olan documenta, daha açıklanmadı ama içerden aldığım bilgiye dayanarak 1500’den fazla sanatçı kartı basıldığını biliyorum. Daha öncesinde en fazla sayı Documenta 6’da 623 ve bu documenta’da da medya bu sayıyı da eleştiriyor aslında. Bu yüzden documenta 15’i üç dört günlük bir gezide içselleştirmek çok kolay değil. Bu yüzden gidenlerin bir informasyon fazlalığı, oryantasyon problemi gibi eleştirileri varsa bunu anlayabilirim. Benim yazılarımda da bu yüzden documenta’nın içine ben elimde birkaç metod, merak ettiğim kavramlarla girip bir şeyler çıkarmaya çalıştım. Sadece documenta’yı anlatmaya çalışsak, o zaman 30-40 yazılık bir diziye girmemiz gerekebilirdi.



Küratöryel ekip ve antisemitizm tartışmaları bu sene çok ses getirdi. Hatta belki de documenta’nın kendisinden daha çok konuşuldu. Bu konudaki bakış açını merak ediyorum. Bu olayın süreci nasıl başladı?


Bu konuya başlamadan önce birkaç detaya girmeyi önemli buluyorum. Birincisi antisemitizm konusunun Almanya’da dünyanın kalanına nazaran geçmişlerinin de etkisiyle daha hassas bir şekilde ele alındığını söyleyebilirim. Antisemitizm durumunun da Almanya’da aktif bir problem olduğunu da belirtmek gerek. İkincisi documenta’nın tarihinine bakıldığında her zaman politik tartışmaların da yer kapladığı bir tür “sansasyon” yapısı taşıdığını da söylemek lazım. Fakat documenta tarihinde ilk kez bir eser kaldırıldı, bunun sanat tarihi açısından gelecekte de konuşmaya devam edeceğimiz bir olay olduğunu da düşünüyorum.


Benim bakışım üzerine konuşmak gerekirse, öncelikle bu söyleşi sonrası yayınlayacağımız Bilirkişi Raporu adlı yazımda konuyla ilgili perspektifimi kendi yazımda açıkladığımı düşünüyorum. Fakat antisemitizm alanında bir uzmanlığımın olmamasından ötürü konuyla ilgili yapacağım yorumun yeterli olmadığına inanıyorum. Bu konuyla ilgili politik tarih, göstergebilim veya medya bilimleri konusunda uzman birinin yorumuna bakılmasını daha doğru buluyorum, bir tür spekülatif/bilgi kirliliği yapmaktan kaçınmak istiyorum açıkçası. Süreci merak edenler Taring Padi (antisemitizm iddaaları üzerine kaldırılan işin sahibi kolektif) yazıp konuyla ilgili detaylı bilgiye ulaşabilirler. Ayrıca bu tartışmaların ilk ortaya çıkması Question of Funding adlı kolektifin sergi alanına ölüm tehditi kodu yazılarak documenta’nın açılışından bir hafta önce vandalize edilmesiyle başladı. O sergi sürecine de göz atmalarını meraklı okuyuculara tavsiye ederim. Ayrıca bu konuyla ilgili Unlimited’ın documenta dosyası başta olmak üzere birçok farklı medya yayınında birçok yorum yapıldı, kolayca birçok farklı yoruma ulaşılabileceğini de düşünüyorum okuyucunun araştırırken.


 

"Sanatçı ve küratör rolünün arasındaki çizginin gitgide transparanlaştığını gördüğümüz bir hissiyat alıyorum bu documenta’dan. Çünkü her sanatçı kendi programını ve kürasyonunu ona verilen alanda yaptı aslında. Ve bu istendi de onlardan: Birilerini davet et, burayı bir platform olarak kullan, workshop yap, istersen seçtiğin kısmı kendince başka sanatçılarla paylaş..."

 

Kolektivite unsuru, çağdaş sanatın genelinde de bir dönüşümü gösteriyor mu bize peki?


Sanatçı ve küratör rolünün arasındaki çizginin gitgide transparanlaştığını gördüğümüz bir hissiyat alıyorum bu documenta’dan. Çünkü her sanatçı kendi programını ve kürasyonunu ona verilen alanda yaptı aslında. Ve bu istendi de onlardan: Birilerini davet et, burayı bir platform olarak kullan, workshop yap, istersen seçtiğin kısmı kendince başka sanatçılarla paylaş...


Mesela INSTAR adlı bir grup var, her on günde bir documenta Halle’deki iki oda onların kullanımında ve hep yeni bir sergi içerisine kuruyorlar. Ya da sana fotoğrafını attığım LE18’in yemek workshop'unda sarma sarma hikâyem var, kurdukları oda tamamı ile bir tür oturma alanı gibi, workshop ve kendi arşivlerini odaya yaymış ve birkaç koltuk koydukları bir non-bienal, informasyon tüketme bağlımlılığından uzak dinlenilecek bir alan belirlemişti mesela. Veya Fridericianum’un bir oyun alanına dönüşmesi, ilk katının Fridskul adı verilen bir “okul” olması, okul üzerinden ilerleyen bir eylemsel tavır. Yani işin aslında artık sergi alanı dediğimiz şeyin tanımlarını nasıl değiştirebiliriz, “sergilemek” eylemine nasıl başka tavırlar eklenebilir ve sanatsal informasyon denilen şey nasıl farklı biçimlerde seyirciyle etkileşime geçer, nasıl durumlar meydana gelebilir gibi kaygılar taşımaya başlıyor çağdaş sanat... Bu da beraberinde sanatçıyla küratörün rollerinin daha kesiştiği, documenta’nın bir sergileyen, iş gösteren tavırdan çıkıp bir tür urbanplanning yapan, şehre bir tavır, yaşayış biçimi, yeni bir yaşamaya devam edebilecek bir anlam bırakmaya çalıştığını görüyoruz. Tabii ki bu tavır ve tavrın uygulanma biçimleri bir dönüşüme sebebiyet verebilir.


 

"documenta izleyicisinin bile bu sunulan sade ve gösterişsiz tasarım dili, seyirciyle konuşmak ve birlikte hareket etmek isteyen metod bazlı yapı karşısında 'Aa ben buna mı geldim yahu, buraya 40 yıldır geliyorum, hey gidi Beuys zamanları!' gibi sahne ışıklı, süperstarlı bir beklenti içerisinde geldiğini ve hayal kırıklığına uğradıklarını söyleyebiliriz."

 

Peki bunun Türkiye’de nasıl etkilerini görebiliriz, görür müyüz?


Tabii ki göreceğimizi düşünüyorum hatta gördüğümüze de inanıyorum. Bu doğrultuda aslında documenta izleyicisinin bile bu sunulan sade ve gösterişsiz tasarım dili, seyirciyle konuşmak ve birlikte hareket etmek isteyen metod bazlı yapı karşısında “Aa ben buna mı geldim yahu, buraya 40 yıldır geliyorum, hey gidi Beuys zamanları!” gibi sahne ışıklı, süperstarlı bir beklenti içerisinde geldiğini ve hayal kırıklığına uğradıklarını söyleyebiliriz. Tabi bu tepkinin doğru olup olmadığını zaman göstericek, belki de haklılar yani.


Belki de 50 yıl sonra biz bu documenta’yı konuşmayacağız, bu da bir ihtimal her zaman olabilir, çünkü bir sürü documenta olmaya devam edecek, documenta’nın güzelliği bu. Ama bence konuşuruz bana sorarsan. Ve kanıksadığımız tasarım dili, alan biçimlendirmesini yeniden sorgulayacağımıza inanıyorum. Çünkü bizdeki sergi alanı anlayışı (ki bunu genel çağdaş sanat izleyicisinin tanımladığı klasikleşmiş yapı için söylüyorum, Türkiye’ye özel değil.) birkaç “işin” asılması, sessiz sakin bir şekilde, hiçbir şeye dokunmadan gezdiğimiz yere biz değer biçiyoruz. Sanatçı ne kadar saçmalarsa saçmalasın bunun bir önemi kesinlikle vardır ve aramızda bu önemi anlamak için mutlaka bir mesafe, dokunulmazlık, uzak durma hali gibi bir tavır var. Üzerine müzede ben bunu görüyorum, white cube’de görüyorum, bunu ciddiye almalıyım, “ciddi” durmalıyım gibi tektip bir düşünme biçimini de dikte etmeye çalışan bir durum var aslında. Bu doğrultuda sergi alanında hareketle de, o anın içerisinde kaybolmakla da, belirli metodlarla kısa bir süreliğine oraya çok yakın, kişisel hissetmekle de bir bilginin ortaya çıkabileceğini zaten düşünüyoruz ve daha da düşüneceğiz gibi geliyor. Bir tür sergi alanındaki eylem, algı, fonksiyonalite ile ilgili yeni alanların uzun bir süredir açıldığını, denendiğini ve bir yansımasının da bu documenta olduğu söylenebilir.


Bu sene documenta’da Türkiye’den de Pınar Öğrenci yer alıyor.


documenta’da kolektif dışında tekil çağırılan sanatçılar da var, bunlardan birisi de Pınar Öğrenci. Bir video yerleştirmesi ile documenta’da yer alıyor. Stefan Zweig’ın Satranç kitabından da ilham alan işinde yıllar sonra geçmişte babasının yaşadığı bir dağ köyünü ziyaret edişi ve burdan yola çıkan bir yapı var.

Seni en çok etkileyen iş ne oldu?


Kiri Dalena’nın Pila (Türkçesi Sıralar) işi beni çok etkiledi. Jumana Emil Abboud’un işlerinin gösterim biçimlerini de ayrı beğenmiş olsam da, hatta Cecilia Alemani de en çok Jumana’nın işini beğenmişti yine de Kiri Dalena demek zorundayım. Hatta bu dosyada sadece bu işe özel de bir yazı yazmayı planlıyorum. 20 metreye yakın 5 kanallı muazzam bir video kurulumu, işin kendisinin çok direkt olması ve benim orada birebir hissettiğim şeyler çok güçlüydü. Baya izlerken ağladım işi. Ama bu ağlama videodaki karakterlere bir acıma üzerinden gelen bir his asla değildi, tam tersine kendi benliğim/insanlığım üzerine derin bir duygusallık hissettim. Bunu bir işin bana hissettirmesi de müthişti açıkçası. O yüzden documenta’da o işin azizi gibiydim. Geçen mesela teknik ekibe: “Bu işin sesi bence olması gerektiği kadar açık değil, değiştirmişsiniz.” diye bir tartışmaya bile girdim. O işi olabildiğince koruyup kolluyorum burda :)



Bu yazı serisinde okuyucuyu ne bekliyor?


Bilmem, sen ne gördün yazı serisinde şu ana kadar. Ya da ne bekliyordun, ne buldun?


Bilinçakışı, kişisel deneyim, bir günce hissi, farklı disiplinlerde bir yazma hali var. Sadece bir günce yazmıyorsun, onu besleyen röportajlar, kavramsal açıklamalar da var. Biraz da havaya savurduğun soruların var.


Evet, o önemli benim için. O sorulara ben de aktif cevap aramaya devam ettiğim için onları koyma ihtiyacı hissediyorum. İyi bir sorunun çok önemli olduğunu düşünüyorum ve cevabının da tek bir şekilde açıklanamadığını düşündüğüm için de sanat alanında çalışıyorum gibi geliyor bana. Onun dışında da şunu da söyleyebilirim, bir kişi “Haydi rakı muhabbeti yapalım!” diye arkadaşlarıyla dışarı çıktığında o masada tek bir şey konuşmazsın ve her yere atlayıp zıplarsın, bu aslında o rakı masasını tanımlayan unsurdur. Bana sorarsan böylesine büyük çaplı, şehrin her tarafına yayılan sanat etkinliği de bu konseptten biraz farksızdır. Senin çok fark etmediğin bir tarafına da dokunur, bazen bir işin önünde saatlerce kalabilirsin, bazen bir işe sinirlenirsin ve yazmak gelir içinden, bazen de hırsızlık olur cüzdanını kaybedersin, sokakta birine çarparsın, bir kahve içerken yan masadan çakmak istersin, biletini scan makinasına okutursun, ilham alırsın.... Bunların hepsi bu tecrübenin parçasıdır aslında. Bu yüzden yazdığım yazıların da çok steril olmamasına özen gösterdim. Bu ortamın içerisinde belirli bir süredir bulunan bir insanın ne yaşadığı, gördüğü, kişisel olarak total bir tecrübeye dokunmaya çalışan bir tavrı olmasını istiyorum yazıların. Yani bir masanın etrafında olmayı, masa hissiyatını vermek istedim bu seride.



Comments


bottom of page