PG Art Gallery, Cansu Sönmez'in Soğuk Su Kadar Eski Bir Tat adlı üçüncü kişisel sergisine 07 Mart - 07 Nisan 2025 tarihleri arasında ev sahipliği yapıyor. Zeytinin kadim ve çağdaş formlarını bir araya getirerek, doğa ve insan arasındaki köklü ilişkiyi keşfe çıkan sergi üzerine Sönmez ile konuştuk
Röportaj: Ceylân Önalp

Cansu Sönmez. Fotoğraf: Deniz Tapkan
“Herkese aidim ve kimseye ait değilim, siz gelmeden öncede buradaydım, siz gittikten sonrada burada olacağım.”
– Homeros
Zeytin ağacı, yalnızca toprakla değil, zamanla da derin bağlar kurar. Geçmişi, bugünü ve geleceği sarmalayan kökleriyle, her bir dalı ayrı bir hikâyeye dönüşür. Soğuk Su Kadar Eski Bir Tat, bu kadim ağacın hem bireysel hem de kolektif hafızadaki izlerini bir araya getiren bir yolculuk. Sergi, zeytinin yaşamla, ölümle ve dönüşümle kurduğu mistik ilişkiyi, sanatsal bir dille yeniden gün yüzüne çıkarıyor.
Sergi başlığını Lawrence Durrell’in Akdeniz’i tarif ederken kullandığı “soğuk su kadar eski bir tat” ifadesinden ödünç alırken, yalnızca bir coğrafyayı değil; zamanın, belleğin ve duyumsamanın kesişim noktası haline geliyor. Zeytin ağacı ve su gibi kadim unsurlar, Cansu Sönmez’in pratiğinde bugünün ekolojik ve düşünsel bağlamlarıyla yeniden örülüyor. Başka bir deyişle, doğayla insan arasında kurulan tarihsel bir ilişkinin izlerini taşırken, aynı zamanda bugüne ve geleceğe dönük bir bakmak da mümkün. Sergi böylece, geçmişin kadim izlerini bugünün çağdaş diliyle birleştiriyor; hafızayı hem kişisel hem ekolojik bir mesele olarak yeniden düşünmeye çağırıyor.
Sanatçı pratiği açısından bakıldığında ise, biçim ile düşünce arasındaki geçirgenlik kendini belirgin bir şekilde gösteriyor. Soğuk Su Kadar Eski Bir Tat sergisinde Cansu Sönmez’in önceki üretimlerine kıyasla daha yumuşak, daha akışkan formlar ön planda. Bu form dili, yalnızca estetik bir tercih değil; aynı zamanda zeytinin temsil ettiği barış, bereket ve direniş gibi anlamların günümüzün gerçekleriyle ve normalize edilen anormalliklerle kurduğu kırılgan ilişkiyi de yansıtıyor. Başka bir deyişle, Cansu Sönmez'in sergisindeki zeytin teması, zamanın ve belleğin derinliklerine inerek insanın içsel dönüşümünü de vurguluyor. Peki, bu kadim ağaç ile insan arasındaki ilişki nasıl bir dönüşüm yaşar?
Bu sorunun yanıtını ve serginin detaylı hikâyesini gelin sanatçıdan dinleyelim.
Zeytin ağacı, serginin merkezinde yalnızca bir doğa formu değil; aynı zamanda bir anlatı, bir bellek taşıyıcısı olarak yer alıyor. Bu ilişkinin izleri kişisel bir belleğe mi, yoksa daha evrensel bir hafızaya mı dayanıyor?
Zeytin ağacı, benim için yalnızca tarihsel derinliği olan bir doğa formu değil; aynı zamanda kültürel ve günlük pratiklerimiz içinde hayata değer katan bir olgu. Soğuk Su Kadar Eski Bir Tat sergisinde de bu yönüyle yer alıyor. Onun belleği, yalnızca kişisel bir hafızaya değil, daha geniş ve kolektif bir anlatıya dayanıyor.
Sanat pratiğimde, doğa ile insan arasındaki ilişkiyi ekolojik ve tarihsel bağlamda ele alıyorum. Bu bağlamda değerlendirdiğim tüm bitkilerin sosyolojik etkileri de benim için önemli bir konu. Zeytin ağacı, binlerce yıldır Akdeniz kültürlerinde barışın, bereketin ve direncin simgesi olmuş bir varlık. Onun hafızası, sadece bireysel bir deneyimden ibaret olamaz; emeğin, dönüşümün ve zamana yayılan bir kültürel birikimin izlerini taşır.
Sergide kullandığım, Oleatex firmasının geliştirdiği ve zeytin atıklarının dönüşümünden doğan malzeme, doğanın akışkan ve değişken yapısını yansıtıyor. Bitkiler, insanlık tarihiyle iç içe geçmiş köklü ekolojik varlıklar olarak mimariye yön vermiş, ilaç olmuş, besin kaynağına dönüşmüş, toplumsal semboller yaratmış. Zeytin de tüm bu tarihsel sürecin içinde, kendine özgü bir dönüşüm geçiriyor. Bu dönüşüm benim için sadece maddesel bir süreç değil; aynı zamanda geçmişi geleceğe bağlayan, doğanın ve insan emeğinin iç içe geçtiği bir anlatı biçimi.

Soğuk Su Kadar Eski Bir Tat, Sergiden görünüm. Fotoğraf: Deniz Tapkan
Sergi başlığında yer verdiğin “soğuk su kadar eski bir tat” ifadesi, Lawrence Durrell’in Akdeniz’i anlatırken kullandığı çarpıcı bir cümle. Zeytin ve su gibi kadim unsurların bugüne ait bir dille buluşması senin için nasıl bir anlam taşıyor?
Lawrence Durrell, Akdeniz’in tadını “…dişlerin arasındaki siyah zeytinlerin acı tadından yükseliyor sanki. Etten ve şaraptan daha eski bir tat; serin su kadar eski bir tat.” sözleriyle anlatıyor. Bu cümleleri ilk okuduğumda, yazarın su ve zeytin gibi köklü unsurların medeniyetler üzerindeki derin etkisini nasıl güçlü bir şekilde ifade ettiğini düşündüm.
Dünya, en eski dönemlerinde büyük ölçüde suyla kaplıydı; yaşam, suyun içinde filizlendi. Zeytin ağacı ise, kara yüzeyleri oluştuktan sonra Akdeniz iklimine kök salarak insanlık tarihine derinlemesine işlenmiş bir canlı haline geldi. Bilinen en eski doğrudan zeytin fosili, Türkiye’nin Muğla ili Yatağan’da keşfedilen yaklaşık 14,3 milyon yıl yaşındaki zeytin poleni olarak kabul ediliyor. Bu bulgu, zeytin ağacının Akdeniz ekosisteminde ne kadar köklü bir geçmişe sahip olduğunu gösteriyor. Günümüzde Filistin, İsrail, Lübnan ve Suriye’yi kapsayan Doğu Akdeniz bölgesinde, seramikli Neolitik dönemin sonlarında, yani MÖ 7600–7000 yıllarında, zeytinlerden yağ elde edildiğine dair bulgular var. MÖ 7000’lere doğru (yaklaşık 9000 yıl önce) ise bu bölgede zeytin ağaçlarının bilinçli olarak yetiştirilmeye başlandığı net bir şekilde ortaya konmuş durumda.
Benim için zeytin, doğanın akışkanlığı ve kök salmanın metaforu. Zeytin atıklarıyla üretilen yeni materyaller, hem doğanın dönüşümünü hem de kültürel hafızanın yeniden şekillenişini görsel bir imgeye dönüştürüyor. Tıpkı suyun varoluşu gibi eski, zeytinin hafızası kadar kalıcı bir anlatı ortaya çıkıyor.
Cansu Sönmez, Ölmez Ağaç, 2025, Zeytin atıklarından üretilmiş deri
Vegan biyo-deri, zeytin atıklarından üretilen Oleatex ve yapay zekâ gibi güncel malzemeler, serginin düşünsel yapısıyla güçlü bir bağ kuruyor. Bu malzemeler üretim sürecine nasıl dâhil oldu? Hem teknik hem düşünsel olarak seni nerelerde zorladı, nerelerde dönüştürdü?
Malzeme seçimlerimi her zaman anlatıyı güçlendiren bir metafor olarak görüyorum. Kent ve iktidar üzerine çalışırken beton, buluntu malzemeler ve inşaat malzemeleri ile üretim yapıyordum. Sonrasında bu pratiğe seramik dahil oldu.
Ancak bitkiler üzerine düşündüğümde, malzeme seçimlerim başka bir yöne evrildi. Seramikle kurduğum bağ, toprağın dönüşümünü doğrudan deneyimlememi ve zamanla olan ilişkimi daha güçlü kurmamı sağladı. Bu süreçte Mardin’de kullandığım biyo-materyaller benim için bir dönüm noktasıydı. Orada, coğrafyanın hafızasını ve malzemenin yerel bağlamını araştırırken toprak ve bitkiler arasındaki bağın derinliğini daha iyi hissettim. Bunu ifade edebilmek için biyo-materyallerle çalışmaya başladım.
Oleatex’in vegan biyo-derisini (zeytin atıklarından üretilen deri) ilk kez Mardin’de kullandım. Deyrul-Zafaran Manastırı’nı araştırırken safran bitkisinin Güneş'le olan ilişkisini inceledim. Bu beni Güneş'in fiziksel özelliklerini araştırmaya yönlendirdi. Güneş'in yüzeyindeki pürüzlü yapının insan derisine ve kurumuş topraklara benzediğini fark ettim ve onun temsili için bir deri kullanmanın en doğru yol olduğunu düşündüm. Ancak bu derinin doğaya uyumlu ve ekolojik olması gerekiyordu. Bu noktada Oleatex ile tanıştım ve onlar bana laboratuvarlarını açarak sürecime özel bir malzeme geliştirdiler. Bu serginin çıkış noktası da aslında bu karşılaşma oldu. Zeytin gibi kadim bir bitkinin atıklarının yeni bir forma bürünmesi, ekoloji ve bitkinin yarattığı tarihsel-kültürel etkiler üzerine yaptığım araştırmalarla birebir örtüşüyordu.
Sergide yer alan iç içe geçmiş zeytin yapraklarından oluşan bir heykel, bu dönüşümün en somut örneklerinden biri. Bu heykel, Factory Of Us’ın yenilikçi teknolojisiyle, Biolive tarafından üretilen ve zeytin atıklarından elde edilmiş biyo-materyal ile basıldı. Heykeli önce yapay zekâ ortamında tasarladım, sonra çamurla modelledim. Modeli taratıp dijital ortama aktardıktan sonra sevgili arkadaşım Artun İmamoğlu, 3B baskıya uygun bir hale getirdi ve son şeklini kazandırdı. Kendisine de ayrıca teşekkür ederim. Heykel, zeytin ağacının yaprakları hiç dökülmeyen ve sürekli yenilenen doğasını, malzemenin dönüşümünü ve sürdürülebilir üretimi bir araya getiren bir anlatı taşıyor.
Aynı zamanda yapay zekâ, bitkiler ve teknoloji arasındaki bağı araştırmamda önemli bir araç oldu. Bitkilerin zaman içindeki evrimini ve insan müdahalesiyle nasıl değiştiğini analiz ederken, yapay zekânın sunduğu görselleştirme ve üretim süreçleri bana yepyeni bir bakış açısı kazandırdı. Sergide yer alan Herkesin ve Hiç Kimsenin adlı AI video, zeytinle ilgili tüm araştırma sürecimin bir özeti niteliğinde. Ayrıca, sergide vegan deriden ürettiğim kolaj çalışması ile videonun estetiği arasında malzeme dokusuna dair bir birliktelik oluştu. Yapay Zekâ videosunun üretilmesinde emeği geçen dostlarım Ahmet Rüstem Ekici ve Hakan Sorar’a çok teşekkür ederim. Yine sergide yer alan seramik taçların modellenmesi de Yapay Zekâ ile gerçekleşti. Biyo-materyallerle çalışmak ve Yapay Zekâ destekli görselleştirmeler üretmek, malzemenin yalnızca fiziksel bir nesne olmadığını; aynı zamanda düşünsel ve kavramsal bir boyutu olduğunu gösteriyor.
Hazırlanırken en büyük zorluk, yeni malzemeleri üretim sürecine entegre etmek oldu. Biyo-materyallerin form alışı, dayanıklılığı ve işlenme süreçleri üzerine araştırma yapmam gerekti. Bu konuda Oleatex ve Factory of Us’a çok teşekkür ederim. Süreç içindeki bu zorluklar, sanat pratiğimde yeni olasılıklar yarattı. Sanat ve doğa arasındaki bağ, böylelikle üretimin her aşamasında hissedilir hale geldi.
Cansu Sönmez, Yeni Kabuk serisi, 2025, Değişken ölçüler, Zeytin atıklarından oluşturulmuş deri
Bu sergide önceki sergilerine göre daha akışkan, daha yumuşak formlar görüyoruz. Biçimle düşünce arasındaki bu geçirgen ve dönüşen ilişki senin pratiğinde nasıl bir yer tutuyor?
Biçim ve düşünce arasındaki geçirgenlik, benim sanat pratiğimde her zaman önemli bir yer tuttu. Sergideki daha akışkan, daha yumuşak formlar, aslında içeriğin ve düşünsel sürecin biçime nasıl dönüştüğünü gösteren bir evrim. Kent ve iktidar üzerine düşündüğüm önceki işlerimde daha sert, keskin hatlar vardı; malzeme olarak beton, inşaat elemanları, buluntu objeler gibi formları belirleyen sert yüzeylerle çalışıyordum. Ancak bitkiler ve doğa üzerine derinleşen düşünsel sürecim, formlarımı da dönüştürdü. Bitkilerin büyüme biçimi, doğanın akışkanlığı ve zamanın malzeme üzerindeki etkileriyle yüzleşmek, işlerimin organik bir yapı kazanmasına neden oldu.
Doğada hiçbir şey tam anlamıyla sert ve değişmez değil. Zaman, su, rüzgâr, doğal afetler ve ekosistemin kendi içindeki döngüsü, tüm yüzeyleri aşındırıyor, biçimlendiriyor ve yeniden üretiyor. Bu durum sanata dahil olduğunda ise sadece fiziksel değil, aynı zamanda kavramsal bir meseleye dönüşüyor. Malzeme ile kavramın birbirine karıştığı, sert sınırların bulanıklaştığı, formun da düşünce gibi dönüşebildiği bir alan yaratmaya çalışıyorum. Kullandığım yeni materyaller, geçmişin izlerini taşıyan ama geleceğe dair yeni olasılıklar sunan materyaller. Bu malzemelerle çalışırken, biçim de içeriğin kendisi gibi esneyen, akışkan ve organik bir yapıya bürünmeye başladı.
Bu dönüşüm, yıl içinde gezdiğim ve araştırmalar yaptığım alanların izlerini de taşıyor. Doğanın zamansallığı ile şekillenmiş taşlar, mağara oyukları, yıllar içinde rüzgâr ve su tarafından yontulmuş kaya formları… Hepsi bana doğanın yarattığı dev heykeller gibi görünüyor. Kütahya’da Tavşanlı Höyüğü’ne sanatçı dostlarım Ahmet ve Hakan’ın araştırmaları için yaptığım ziyaret, bu süreci daha da şekillendirdi. Höyüğün kuşbakışı görüntüsünün bir kalbe benzediğini gösterdiklerinde, bu formun binlerce yıl sonra doğa içinde yeniden görünür hale gelmesi beni derinden etkiledi. Tarih, doğa ve insan eliyle şekillenen bu izlerin, kendi pratiğimde nasıl bir karşılık bulacağını düşündüm. Bu etkileniş, sergideki formlara da yansıdı.
Özetle, bu sergideki akışkan formlar yalnızca estetik bir tercih değil, pratiğimin dönüşümünü, ekolojiye ve doğanın zamansallığına dair düşünme biçimimin biçime yansımasını gösteren bir süreç. Formların akışkan hale gelmesi, izlediğim manzaraların, dokunduğum taşların, zamanın şekillendirdiği mekânların temsili. Doğa, kendi ritmiyle yavaşça biçim veriyor; benim üretimim de artık bu ritmi, malzemeye ve forma yedirerek ilerliyor.
Cansu Sönmez, Herkesin ve Hiçkimsenin, 2025, Ai video, 1:59’
Zeytinin barış, bereket ve bilgelik gibi temsillerini bugünün kırılgan dünyasında yeniden düşünmeye davet ediyorsun. Bu bağlamda “yok oluş değil, dönüşüm mümkün” diyebilir miyiz? Bu ifade pratiğinde nasıl karşılık buluyor?
Aslında, uzun süre distopya üzerine çalışan bir sanatçı olarak yok oluş fikrine hep yakın oldum. Hatta 21. Yüzyılda Distopyanın Çağdaş Sanata Etkisi isimli yüksek lisans tezimi yazarken, bu karamsarlık hali üzerine uzun uzun düşündüm. Fark ettim ki, üreterek ve sanat üzerine düşünerek bu karanlığı aşmanın yollarını arıyorum. Bu sayede yeni fikirler ediniyor ve hayatı kendi yarattığım dünyalarda yeniden yorumluyorum. Dünyaya genellikle distopik bir pencereden bakarken, bitkiler aracılığıyla yeni bir bakış açısı geliştirmeye başladım, bu kez tam tersi bir yönü keşfederek.
Zeytin, binlerce yıldır barışın, bereketin ve bilginin sembolü olarak medeniyetler boyunca varlığını sürdüren kadim bir bitki. Güçlü ve dayanıklı olmasına rağmen, insan eliyle şekillenen ekolojik krizler, imar ve maden izinleriyle kesilen zeytinlikler gibi faktörler nedeniyle onun da varlığı tehdit altında. Ancak, yok oluşun kaçınılmaz bir son olmadığını; aksine, farkındalığın yeni bir forma evrilebileceğini düşünüyorum.
Bu dönüşüm fikri, sanat pratiğimin tam merkezinde yer alıyor. Zeytin atıklarından üretilen biyo-materyaller, artık olarak görülüp yok edilmek yerine yeni bir forma bürünüyor ve varlığını farklı bir düzlemde sürdürüyor. Bu süreçte, yeni malzemeler, yapay zekâ destekli görselleştirmeler ve sürdürülebilir üretim teknikleri ile doğaya uyumlu bir üretim modeli araştırıyorum. Sergide yer alan işler de bu dönüşümün bir yansıması; geçmişin izlerini taşıyan materyaller, bugün yeni anlamlar kazanarak geleceğe taşınıyor.
Bu sergide doğanın döngüselliğini ve dönüşüm potansiyelini odağa alıyorum. Tıpkı zeytin ağacının yapraklarını hiç dökmeden sürekli yenilenmesi gibi, sanat pratiğim de bir iz bırakmadan yok olmayı değil, var olanı dönüştürerek devam etmeyi hedefliyor.
Cansu Sönmez, İsimsiz, 2025, Zeytin atıklarından oluşan materyal ile 3b baskı heykel, 100x40 cm
Ve son olarak, sanatının merkezinde zamanın katmanları, bellek ve dönüşüm var. Tüm bu anlatılar içinde senin için “gelecek” nasıl bir yer?
Gelecek benim için sabit, tek yönlü bir çizgi değil; sürekli dönüşen, yeniden biçimlenen, geçmişin izleriyle ve geleceğin olasılıklarıyla şekillenen bir alan. Doğa, insan yapımı kentler, terk edilen yapılar, bitkilerin kök salışı ya da bir coğrafyanın hafızası... Hepsi birbirinin içinde eriyen, yok olmayan ama dönüşen bir hikâye anlatıyor. Gelecek, geçmişin ve bugünün taşıdığı hafızayla yeniden şekillenen bir oluş hali, yalnızca bir ilerleyiş değil, aynı zamanda yeniden filizlenmenin, hatırlamanın ve başka formlarda devam etmenin bir alanı.
Zeytin gibi köklü bir bitkinin atıkları biyo-materyale dönüşerek yeni bir forma bürünebiliyorsa, ben de sanat pratiğimde malzemeyi, anlamları ve kavramları dönüştürerek geleceğe dair daha umutlu bir duruş geliştirebilirim.
Comments