Selçuk Artut'un mekâna özel tasarladığı Sonsuza Uzanan Motifler: Yeni Yorumlar adlı etkileşimli ve kapsayıcı deneyim alanı, XTOPIA IMMERSIVE programı kapsamında HOPE Alkazar'da izleyiciyle buluşuyor. Sergideki deneyimi Selçuk Artut ve Lalin Akalan ile konuştuk
Röportaj: Ceylan Önalp
Selçuk Artut ve Lalin Akalın, Fotoğraf: Berk Kır
Sanatçı Selçuk Artut'un son sergisi, görsel deneyimleri yaratıcı kodlama teknikleriyle bir araya getirerek geometriyi ve medya sanatlarını harmanlıyor. Sanatçının seyahatlerinden ve tarihi yapıların desenlerinden ilham alarak yarattığı eserler, kültürler arasındaki izleri yeniden inşa etme arzusuyla bir bütünlük içinde ele alınıyor. Özel tasarlanmış etkileşimler ve zenginleştirilmiş içeriklerle izleyicilere farklı dönemlerdeki ve kültürlerdeki geometrik desenlerin değişimini deneyimleme fırsatı sunan sergi, izleyicilere kendi motiflerini oluşturma ve sergi alanında eş zamanlı olarak görme imkânı da sağlıyor. Bu deneyim üzerinden şekillenen Sonsuza Uzanan Motifler: Yeni Yorumlar, sonsuz bir yolculukta kendini sürekli yeniden inşa ediyor.
Sergideki bu deneyimi Selçuk Artut ve Lalin Akalan ile paylaştığımız keyifli sohbetimiz, adeta su gibi akıp geçti. Konuşurken yeni fikirlerle dolup taştık ve birlikte eğlenceli bir hiphop parçası dinleyerek röportajı sonlandırdık. Sanat, müzik, teknoloji ve sergi üzerine dönen bu sohbet, benim için unutulmaz bir deneyimdi. Keyifli okumalar!
Sergideki renkler, motifler ve geometrik şekillerin bütünlüğü ne kadar etkileyici! Bu soru eminim önceki röportajlarda da soruldu ama esas konuşmaya geçmeden rica etsem bana bu sergi alanını biraz anlatır mısın?
Selçuk Artut: İnsanlar sergi alanına adım attığında başlayan bir deneyim tasarlamak istedim. Hareket odaklı diyebileceğimiz, serginin başlangıcında hayat bulan döngülerden oluşuyor sergi. Zaman zaman sergi alanındaki desenlerin üstüne eklemeler yapıyorum. Bu görüntülerin toplamı yaklaşık iki saat ama ziyaretçi görüntülerin olduğu bu alana girdiğinde ne kadar isterse o kadar kalabiliyor. Bu arada form ve motifi bilinçli olarak çok fazla değiştirmedim. Çünkü burası bir müze değil, bir oyun değil. Yani onu biraz daha sindirerek belli sayıda bir patern gezdiğiniz zaman müzik de değişiyor, müzikler de. Onlar da algoritmik. Müzik olarak da Bach’ın akor yürüyüşlerinde böyle kompoze ettiğim bir ses var. Ben bunlara kendiliğinden gelişen, kendinden üreyen diyorum.
İkinize ortak bir soru sormak istiyorum. Kendi perspektifinizden, istediğiniz gibi cevaplayabilirsiniz. Hem Xtopia özelinde hem de Zorlu Performans Sanatları Dialogue, Sonar sanata dair farklı mecralarda ve platformlarda yaptığınız konuşmalar, çıkardığınız yayınlar gibi faaliyetleriniz, geriye dönüp bakınca tarihe düşülmüş notlar olarak görülüyor. Bunlarla ilgili ne düşünüyorsunuz, neler hissediyorsunuz?
Lalin Akalın: Beklemediğim bir yerden soru geldi. Geçmişle ilgili ne düşünüyoruz? Selçuk öncelikle kendi yayınlarından ve diğer üretimlerinden bahsederek başlayabilir bence. Bizim ilginç bir tanışma hikâyemiz var. Farklı dönemlerde aynı okula yüksek lisansa gittiğimiz için sonradan tanışmıştık. Hatta ben Selçuk'tan referans mektubu istemiştim.
S.A: O okul düşünceler etrafında oluşmuş ve ütopik bir yer. İsviçre'de, bir dağ köyünde, düşünürler ve sanatçılar birlikte mahsur kalmış gibi.
Yanılmıyorsam Judith Butler gibi isimler orada hocalık yapıyordu değil mi?
S.A: Evet, Derrida bile vardı.
L.A: Evet, inanılmaz isimlere öğretmenim diyebiliyorsun. Düşünsene, haftada dört gün üst üste ve günde neredeyse dokuz saat geçiriyorsun o insanlarla, bir hemhâllik oluyor. Hatta bir sonraki kitaplarındaki tezleri sana okuyorlar ve senden feedback alıyorlar. Öğrencilerin seviyesine bakmadan hepsiyle fikir alışverişinde bulunmaları gerçekten zihin açıcı bir deneyim yaratıyor.
İnsanı düşünsel olarak da iyi bir yere taşıyordur.
S.A: Kesinlikle. Aslında soruna dönecek olursak, ben o dönemde burada okul başarısı, akademik kariyer gibi bir serüvenin içerisindeydim ama ayak sürüyordum. Temel bilimler ilgimi çekiyordu. Zihnimi kullanmak, bir şeylerin içini açmak, onlardan bir şeyler üretmek, matematikle uğraşmak, sayılara bakmak… Bunlara merak içerisindeydim. Tabii ki bir başka şey daha vardı, o da müzik. Müzik öyle bir yapıştı ki bana dinlemekten öteye, yapmaya geçtim. Üniversite okurken de bir grupla beraber Replikas'ta çalmaya başladık. Bir karar vermek zorunda olduğum noktaya geldim. Ya matematik üzerine ilerleyecektim ya da sanat. Ben müzisyen ve sanatçı olma kararı aldım. Buna gençlik cesareti ya da cehaleti diyebiliriz belki de, bilmiyorum. Başka bir evrende matematik yapan bir Selçuk olabilir.
Selçuk Artut, Sonsuza Uzanan Motifler: Yeni Yorumlar, HOPE Alkazar
Hayat, büyük kararlar almamız gereken anlar yaratabiliyor.
S.A: Doğru, benim biraz şanslı olduğumu da söyleyebiliriz. Üniversiteyi bitirdikten sonra Bilgi Üniversitesi Matematik Bölümü’nde asistanlık yapıyordum ve Ali Nesin bölüm başkanıydı. Ama Replikas'da müzik yapmak için yırtınıyordum. Sonra Replikas'ın dinleyicilerinden Selim Birsel bir gün beni aradı. 2002 yılıydı galiba. “Sabancı Üniversitesi'nde ses üzerine ders verecek birini arıyoruz, verir misin?” dedi. Daha yükseklisansım veya doktoram yok. O yüzden emin olamadım. Sonra bir sürü insanla tanıştım, oradan içeriye baktım. Bir iki hafta sonra arayıp ne düşündüğümü sordu. Dersi veremeyeceğimi söyledim.
Kendinden emin bir cevap.
S.A: Bu dersleri almadığımdan öğretemeyeceğimi söyledim. Sonra bir dönem ben Bilgi Üniversitesi’nde asistanken Sabancı Üniversitesi'nde hocalığa başladım, yükseklisans veya doktoraya gerek yoktu. O zaman YÖK'ün şimdiki gibi bir baskısı da yoktu, diploma merakı yoktu. Hangi ressamın diploması soruluyor ama bir noktadan sonra bu ihtiyacı hissettim ve 2005'te Londra'da Middlesex'te Sound Art okudum.
Orası çok iyi bir okul diye duymuştum.
S.A: İyi bir okuldu. Sonra Türkçe sisteminde YÖK'ün akreditasyon denkliğini yaparken mesleğimi ses sanatçısı diye çevirdiler. İlk başta neden böyle dediklerini anlamadım ama doğru esasen. Sonra EGS karşıma çıktı. Orası da biraz sürpriz oldu. Oranın başvuru süreci diğer okullar gibi değil. Onlar sana bakıyorlar, araştırıyorlar. Ben başvurdum ama hiç ses gelmedi bir süre. Paul D. Miller vardır, Dj Spooky diye de bilinir. Ona mail attım. O da cevap yazıp başvuru formumun spam dosyasına düştüğünü söyledi. Beni kabul ettiklerini de ekleyip haftaya gelebileceğimi söyledi. Böylece İsviçre'ye gittim.
L.A: Sen ne yazmıştın başvuruna?
S.A: Hiç hatırlamıyorum. Hiçbir şey söyleyemem. Çok zaman oldu sonra ama tabii büyük bir şok yaşamıştım. Hiçbir zaman küçük dünyaları yarattığımı düşünmem ama yine de bir bilgi birikimim olduğuna inanırken orada bir hiç olduğumu gördüm. Acayip bir ortamdı. Okumadığım kadar kitap okudum herhalde. Bunlar tabii ki yaptığım mesleğin önemli bir parçası oldu.
"Ortaya çıkıp ben sanatçıyım, organizatörüm, küratörüm demek çok kolay; ama bir gün sürmez. Ama hep söylüyorum ya, sanatçı olmak kolay, sanatçı kalmak zor."
-Selçuk Artut
Ama ben aslında şu açıdan da merak ediyordum. Her ikinizin de akademik geçmişi haricinde sanatsal açıdan dönüştürdükleriniz de çok kıymetli. Birinizin sanatsal üretimler haricinde çıkardığı yayınlar, birinizinse dijital sanat alanında yaptıkları çok kıymetli işler. Bu işlerin ilk günden bugüne gelirken sizi nasıl dönüştürdüğünü düşünüyorsunuz?
S.A: Burası öyle bir garip bir coğrafya ki, çok şeyin ortaya çıkması için bir alan var; çünkü kimse oraya yeltenmiyor. Bunun farklı sebepleri olabilir. Belki o buluşma gerçekleşmiyor ya da o potansiyele sahip olmayabiliyorlar. Bir yandan da bir duruş sergilemek lazım, bu duruşun istikrarlı ve uzun süreli olması lazım. Ortaya çıkıp ben sanatçıyım, organizatörüm, küratörüm demek çok kolay; ama bir gün sürmez. Ama hep söylüyorum ya, sanatçı olmak kolay, sanatçı kalmak zor.
Sanatçı olma yolculuğunda da kişinin kendi başka evrelerini, başka yönlerini keşfedip o üretkenliğini devamlı hale getirmesi gerekiyor. Üretilen tek bir şeyin varyasyonları yapılabilir ama bunun yerine hep aynı motifi çizmek de ne kadar sanatçılık oluyor, ben hep bunu düşünüyorum.
L.A: Ekosistemimiz, tekrara düşmüş gibi görünse de yeni fırsatlar sunuyor. Zorlu Holding ile kurulduğumuz zamanlarda, insanları, mecraları ve fikirleri birleştiren bir platform olma vizyonumuz vardı. Özellikle entertainment education odaklıydık ve dijital araçlara erişim sağlayan atölyeler düzenliyorduk. Sistemimizdeki her parça birbiriyle uyumlu çalışıyordu ve biz de bu süreci destekliyorduk. Önceleri herkesin katkıda bulunabileceği bir platform değildi, ancak daha erişilebilir hale geldi. Pandemi döneminde de etkinliklerimiz devam etti ve öncü kişileri desteklemeye devam ettik. Türkiye'nin ilk immersive sergisini düzenleyenlerden biri olduk. O dönemde yeni medya kavramı yaygın değildi ve sanatçılar arası iş birliği de pek mümkün değildi.
Selçuk Artut, Sonsuza Uzanan Motifler: Yeni Yorumlar, HOPE Alkazar
2011 yılı için yepyeni bir alandı.
L.A: Biz Avrupa'daki eski müzelerin laboratuvar mantığından farklı olarak, kolektif hikâye anlatımına odaklandık ancak uygun bir zemin bulamadık. Sonrasında, Ars Electronica'nın direktörü bize Avrupa'nın ilk dome mapping etkinliğini yaptığımızı söyledi, bunun farkına varamadık. Pandemi sonrasındaysa teknolojik tanımların erişilebilirliği arttı, bu da bizi tanınır hale getirdi. Şimdiyse dijital sanat ve yeni medya dünyası daha da erişilebilir hale geldi ve bu alanda güzel işler yapılıyor.
Bunları da baz alıp, başlangıç noktası gibi görüp oradan üretenler oluyor.
L.A: Tam ona geleceğim. Onlara baktığımız zaman hâlâ eski programları döndürdüklerini görüyoruz. Bir yandan da bu kötü bir şey değil, çünkü kitle ona hazır. O yüzden anlamsız bulmuyorum. Ama bir yandan da şu an bazı döngülerin bir tık tekrara düştüğünü de görüyorum.
Daha fazlası olsun istemek gibi.
L.A: Aynen. Daha nasıl garip bir yere gidebilir? Garip değil belki ama daha nasıl farklı bir yere gidebiliriz algısıyla devam etmekten bahsediyorum.
Anlıyorum. Zaten tüm bunların sonucunda Xtopia'ya evrildiniz değil mi?
L.A: Evet, kesinlikle. Tüzel kimlik gerekliliği ve çeşitli projelerin altında çalışma esnekliği nedeniyle, bir kısımda tamamen kreatif stüdyo olarak işlev görebiliyoruz. Sanat ve kültür alanındaki faaliyetlerimizi finansal olarak destekleyerek risk alanında bulunuyoruz. HOPE Alkazar'daki varlığımız bir tık daha öyle. Ana deneyimler ve iş birlikleriyle, akademik ve teknik altyapısı olan sanatçılarla çalışmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu süreç, yaratıcılığı destekleyerek ve teknik altyapı sağlayarak laboratuvar niteliği taşıyor. Lecture Performans gibi etkinlikler düzenliyor ve teknik arka planı olan sanatçılara destek sağlıyoruz.
Bir sene sürdü buranın teknik arka planıyla uyumlu ve ulaşılabilir bir kurgu yaratmak. Mesela Selçuk çok teknik bir sanatçı, zaten her işini kendisi yapıyor, kurumlara da bu yönde destek veriyor. Bir çizer, bir dijital sanatçı böyle olmayabilir. O insanı böyle bir mekâna nasıl alacağız? Program ve içerik üretimi işin en kolay kısmı. Peki sen bu içerik için düzlemi yaratabiliyor musun? Onun için kuruma yatırım yaptırtabiliyor musun, ikna edebiliyor musun? Teknik satın alma yaptırtabiliyor musun? Bunun için bir iş modeli, finansal bir sistem yaratabiliyor musun? O kısımlar çok vaktimizi alıyor zaten.
Selçuk Artut, Sonsuza Uzanan Motifler: Yeni Yorumlar, HOPE Alkazar
Aslında Xtopia üzerinden de kreatif dönüşüm yolculuğu olarak adlandırdığım bugüne kadarki yolculuk, kendi içindeki sürekli ve sonsuz yenilenmeyle şeklinde devam ediyor sanki. Sürekli bir kreatif rejenerasyon içindesiniz.
L.A: Biraz daha ötesinde başka bir yere nasıl geçeriz diye kendimize soruyoruz.
Çünkü daha kolaboratif bir yerde duruyorsunuz.
S.A: Burada araya giriyorum. Ortada bir görsel şölen var. Tabii yapılan işler neticesinde bu teknolojik imkânlar dahilinde birçok insan artık büyük şovlar yapmaya başladı da bunu anlamlandırmayla ilgili bir handikap vardı. Aslında buna ihtiyaç var. Tiyatro olabilir, tarih olabilir. Kültürel olarak üst üste koyduğumuzda taşlar bir türlü oturmuyor. Bu resimde ne koyacağımız konusu bile büyük bir muğlaktı. Herkes işle beraber fotoğraf çekilmenin ötesinde başka bir şey düşünemez hâle geliyor. Bu sinerjinin oluşmasında ölçeğin de çok payı var. Bu işleri küçücük bir yerde gösterseniz bir faydası yok. 10 kişiye gösterseniz de bir faydası yok. Ben farklı zeminlerde bu senaryoları yaşıyorum. Akademik olarak da geleneksel bir galeriyle çalışarak fuarlarda var olarak da. Ama o zeminin oluşmasını sağlarken biraz ürkekleşiyorsunuz. Buraya girmek istemiyorum ben, çünkü burada ben bir rantım gibi hissediyorsun, hissi doğuyor.
L.A: Hatta Selçuk'u ben biraz zor ikna ettim.
Sonar'da da daha farklı bir perspektife sahip başka bir iş yapmıştın zaten, değil mi?
S.A: Evet. Tam o yüzden de dile getirdiğimiz o kendini tekrar eden kişi değilim yani. Belki bencilce gelebilir ama önce kendimi eğlendirmekten yanayım. Yaptığım şeyin arkasında durup “Bunu ben yaptım. Buyrun sizinle paylaşıyorum” demekten, sizin için yaptım demekten değil. Bu bir sanatçı bencilliği olabilir ama benim için öyle olması gerekiyor.
Sanatsal yaratıcılıkta bu yaklaşım hem sanatçıyı hem de izleyiciyi sürekli yeni şeylere maruz bırakıyor.
S.A: Evet. Hatta insan yaptığı işle çelişebilir. Bazılarını beğenmiyor olabilir, olmalı da.
Zaten zorunda değilsin.
S.A: Evet, sürekli aynı şeyi yapıp o başarıdan kredi almaktansa bence daha deneysel ilerlemekte fayda var. Çünkü bu, zihinsel yolculuğunda tıkanmanı engelliyor.
Hayatın birçok aşamasında o garanticilik insana yeni vizyonlar kazandırmadığı için de bence böyle oluyor.
S.A: Evet o bir memur zihniyetidir zaten. Ben riske girmeyi severim, gerekirse de başarısız da olurum.
Senin yayıncı yönünü de çok etkileyici buluyorum. Hem akademik olarak hem de sanat alanında ilerlerken çıkardığın yayınlarla ilgili üretiminde neler düşünüyorsun?
S.A: Son zamanlarda insanların hangi fikirlerden etkilendiğini düşünüyorum? Çoğunlukla çeşitli düşüncelerden besleniyorlar ve bu düşünceleri kendi deneyimleriyle harmanlıyorlar. Mesela, doktora çalışmamda ortaya koyduğum "veri gerçekliği" kavramı bunlardan biriydi. Yazmak, düşünceleri daha netleştirme yolunda önemli bir araç. Yazmak, içsel dünyamızı dışa yansıtan bir süreç. Bu yüzden bazen zorlu bir süreç olabiliyor. Ancak bu süreç, yeni fikirlerin ve kavramların doğmasına da yardımcı oluyor. Son zamanlarda diyalektik yaratıcılık üzerine düşünüyorum ve bunu bir kavram olarak ortaya koymaya çalışıyorum, orada Hegelci tez ve antitezden sentez oluşması üzerinden. Teknoloji ve insan arasında da böyle bir şey olduğundan yana konuşuyorum. Biraz da kendi yaptığım işlerde daha holistik davranmamdan ötürü, kazalara açık olmamdan ötürü… Bir şey koyuyorum ortaya, yazıda da öyle oluyor.
Bunlar bir sanat eseriyle de ortaya çıkabilir. Ama zihin gıdıklamayı sevdiğim için hala romantik duyguyla, kitap olsun, yayın olsun, insanlar istedikleri zaman erişebilsinler mantığıyla bakıyorum. O paylaşımı seviyorum. Şu an üzerinde çalıştığım bir kitap daha var.
"Müzikle ilgili düşündüğümde, her zaman alternatif bir yol izlemek istedim. Başkalarının yaptığına değil, benzersiz bir yaratım sürecine odaklandım. Eğer bir şey çok popülerse, ondan kaçtım ve genellikle aşırılığı ve dinamizmi tercih ettim."
-Selçuk Artut
Kitap da aslında romantik bir yaklaşım ve üretim. Ben de bu arada tam bir kitapsever ve okumaya doyamayan biri olarak şunu düşünüyorum; bu kadar dijital ve teknolojik bu dönemde, gerçeğin ve yapay gerçekliğin arasında kitap olmalı. Çünkü o kitap olduğu zaman bir şekilde bir bütünün parçası olduğumu da hissediyorum ve kitabın hacmini hiçbir şeyde yakalayamıyoruz.
S.A: Kalıcı olacağı duygusu tam da böyle bir şey! Yıllardır Replikas'la da şimdi yeni projem RAW'la da albümler yapıyoruz. Dönüp bakıyorum da ilk albümü 24 yaşında falan yaptım herhalde. Dinliyorum, çok naif geliyor, hoşuma gidiyor. Yani bugün, 2014'te yazdığım kitapta bir sürü şey bana saçma geliyor; ama o zaman için benim için biraz zihnimin, beynimin çok güzel bir fotoğrafını görüyorum orada. Onu orada saklamayı seviyorum.
S.A: Duvarların Dili Olsa Sussa isimli bir sergi vardı. Zilberman Galeri'de yapmıştım. Böyle anlatınca o kadar akademik gelmiyor olabilir ama yine orada da şunu sorguluyorum; duvarların gerçekten ses kaydedebilme fantezisini gerçekleştirsek bu neler söyleyecek bize?
Kim bilir? On bin tane hayaleti vardır duvarların büyük ihtimalle.
S.A: Evet, işte o fanteziler için sanatı tutup akademik tarafta biraz daha rasyonaliteyle ya da anlamlandırma dediğimiz o şeyle realize etmeyi seviyorum. Kimi zaman da kelimeler yetmiyor, bazen böyle kapılar açılıyor. Sanat eserlerini daha çok bir arayüz olarak görüyorum. Bir eseri yaptıktan sonra onun arkasında birine yaklaşıp aslında seninle konuşacak çok şeyim var demeyi seviyorum.
Bu arada Zilberman Galeri'deki yaptıkların sana çok fazla pencere açtı bence. Yayıncılık tarafın için kendini daha da geliştirmene alan açan bir yerdi sanki.
S.A: Evet, orada çok serbesttim. Hatta kavanozlarla bir sergi yapmıştık.
Evet, 2019'daydı. İyi bir izleyici olarak her şeyi hatırlıyorum.
S.A: O kavanozları 20 liraya satmıştık. Satın aldıkları kavanoz aslında on beş bin adetten bir tanesi, aldıklarında fişten bunu yazan bir kâğıt çıkıyordu. Galeri sahibine “Hiç bu kadar eser sattınız mı?” demiştim. Yaklaşık 85 tane satmıştık. O şöyle demişti; “Satmadım ama bu kadar da az kazanmamıştım.”
Bu esprili bir cümle olmuş.
S.A: Biz böyle eğleniyoruz. Ben mesela bu sene sergim vardı ama istemedim. Çünkü geometrik desenlerle bir vedalaşma çizgisine doğru gitmek istiyorum. Yeni şeyler yapmak istiyorum. Yeni olması iyi olacak anlamına gelmez belki ama tekrar etmemek istiyorum. Maksat görev gibi olmasın. Yoksa çıkardı sergi, ne olacak yani?
Yeterince materyal zaten var. Haklısın. Geometrik desenlerle ilgili bir başka sorum var. Özellikle işlerine yönelik, sinestezik algı ve renk-ses ilişkisi konuları kulağa çok ilginç geliyor. Bu konuda görüşlerinizi merak ediyorum çünkü sinestezik deneyimler insanın algılarını farklı şekillerde etkileyebiliyor. Ancak, teknoloji ve yöntemlerin zamanla değiştiğini ve bugünün teknolojisiyle farklı şeyler yapılabileceğini düşünüyorum. Mesela hiç sinestezik deneyim yaşıyor musunuz? Ya da insanların bu konuda herhangi bir geri dönüşü var mı?
L.A: Sinestezi oldukça nörolojik bir vaka, o yüzden kesinlikle burada yok. Senin bahsettiğin Kandinsky'de de yoktu büyük ihtimalle. Çünkü çizdiği her şey arpa benziyor, yaylalara benziyor. Acayip bir analoji var orada, bilmiyoruz. Yani adamın beynini açıp semptomları şey yapmış mış gibi diye düşünebiliriz belki ve orada bir açıklık var ama bence değil. Çünkü bu Odinth'ler falan isteği üzerine çalışıyordu. Bunu mesela Francesca.. neyse, kadının ismini unuttum da. Yani nörolojik bazı reel adımlardan ziyaretçiyi geçirdikten sonra bazı algıda kırılmalar yapılabiliyor. Ben burada daha çok böyle immersion'ın, duygudurum hallerinin, cognitive-affective states (bilişsel-duygulanımsal durumlar) alanlarının açıldığını ve orada da böyle bir harmoni bütünsel bir şey yaşadığımı düşünüyorsa sinestezi ile hiç alakalı değil bence.
Selçuk Artut, Sonsuza Uzanan Motifler: Yeni Yorumlar, HOPE Alkazar
Tetikliyor mu diye merak ettiğim için sordum.
L.A: Kolay tetikleyecek bir şey olsaydı o kadar nadir bir durum olmazdı bence. Bilimsel bir düzeyde neye göre tetiklendiğini düşündük. Çünkü yaşadığın o açıklık aslında bir duygudurum hali. Selçuk’un yaşattığı paternler zaten kendi getirdiği istemsiz optik illüzyonlar içeriyor ki kesinlikle bir etkisi var. Biraz zamanla Bach'ın harmoniklerine girersin belki. Mekânla, o algıyla oynuyor; ama bir duyunun başka bir duyu altyapısı olacak bir yerden oynamıyor bence. O konuda bir şey bilmiyorum. Evet, tabii ki sinestezi kelimesi kolay kullanılabilecek bir kelime değil.
Ben ana başlık olarak söyledim, ama aynı şekilde olduğunu düşünmüyorum. Sadece üzerine yeterince araştırma yapılmadığı için bir vaka veya sendrom olarak anlatılıyor.
S.A: Evet aslında, doğru söylüyorsun. Yani olasılıklardan biri, beklenen olasılıklardan biri. Ama ben mesela o birebir ilişkileri çok net kurmak istemiyorum. Evet, belki de orada sen de onu istemiyorsun. Çünkü yaptığım herhangi bir işin didaktik olmasını hiç istemem. Ben daha çok onun muğlaklıklarıyla ilgileniyorum. Buna sezgisel demeyi seviyorum. Buradaki ilişkiler de bence çok sezgisel. Tarifi zor bir yer aslında ama oldukça haz dolu bir yer, bunu söyleyebilirim. Seni bir duygu haline seni itiyor. Nefesinin kesildiği bir an yaratmaya çalışıyorum, o serüvenin parçası olarak, hatta deneyimin parçası olarak, interaktif olarak. Bunu alanda gözlemlemek daha kolay. Belki dışarıdan bakınca bu sinestezi üzerinden birtakım ölçümlerle ilerlemek gerekebilir, ampirik ilerlemek gerekebilir ama benim genel kanım gördüğüm kadarıyla burada insanların çok uzun süre kaldığı yönünde. Yani bence orada sinesteziden te bir şey var.
L.A: Evet, bence de orada şey var. Bu, immersion dediğimiz, içinde hemhâl olma, dalma halinin çok iyi bir örneği bence.
S.A: Anmamız gereken gelenek de var bu motiflerde. Burada bir zenginlik var diyorsun ve daha da temele inersen bu tarihsel bir zenginlik. Yani o sezgiselliğin peşinden bir haz bulutunun içinde kendini gösteren tarih herkes için farklı tezahürlerde var oluyor.
L.A: Matematiği, kültürel mirası, gördüğün binaların şekillerini düşün. Orada birikmiş bir veri tabanı var. Çok minimal olmasına rağmen acayip kompleks duygular çağırabilir ve çağırdığı duygular fazla olduğu için bir sese, ışığa da orada bence bir alan açar. İnsanın içerisinde bir düşünce alanı açma kabiliyeti var her şeyden önce. Hem orada ama hem de kendi beyninin içinde olabilme gibi. Böyle bir ara yerde tutuyor insanı.
Allak bullak diyeceğim. Yani kaos ve düzen arasında sen "Neredeyim?" sorusunu sorarken bir anda anlıyorsun ki sen de bunun parçasısın.
S.A: Aslında yapılabilir. Ben biraz daha farklı yaklaşıyorum. Kullandığım atölye ortamı, laboratuvar bir bilgisayar olunca bu hepimiz için bir atölye haline geliyor. Yani orada malzemeden malzemeye dönüşüm sağlayabiliyorsunuz. Onların arasında ilişkilerde birliktelikler kurabiliyorsunuz. Ama ben daha çok aşırı yüksek sanat duyulmasın ama daha bütüncül sanattan yanayım.
Çoğu zaman bütüncül bir sanattan çıkan bakış açısı daha fazla olasılık yaratabiliyor.
S.A: Çünkü disiplinleri birbirlerinden ayırmak gibi şeyler böyle bir yarışa dönüşüyor gibi geliyor.
Sinesteziyi biraz o yüzden sordum bu arada. Yani buna sevindim, çünkü benim de yazdıkça fark ettiğim bir şey. Özellikle bizim alanımızda teknolojik sanatla uğraşanlarla görüştüğümde hep şunu görüyorum. Bir şeyi çok özelleştirip yerleştirdiklerinde, hani yüksek sanat ya da en yapılmamışı yapacağım kaygısıyla ilerlediklerinde o durum onları bütünün parçasından kopartıyor ve bazen de anlam kaybı oluyor. Çünkü burada daha birsin zaten.
S.A: Aynen öbür tarafta turist olarak dolaşıyorsun.
Yani evet, çok iyi bir şey kullanmışsın, malzeme, teknoloji falan ama yani ne yaptın gibi. Bunları da düşündüğüm zaman ben hep şunu görüyorum, insanlar duyularıyla çok iletişim kurmuyorlar. Çünkü mesela demin ben içerideyken sana da söyledim. Gerçekten bütün paternleri renk, form ve ses olarak bütün algıladım. İnanılmaz kaliteli bir mapping var. İnsan kendini orada hissediyor, tam anın içinde oluyorsun, yani tam teslim ediyorsun. Kendiliğinden böyle doğal gelişen bir çağrışım seline kapılıyorsun. Bu çok önemli bir detay yarattığınız alana dair. Bu arada içerideyken aklıma yıllar önce Kabala Yayınevi'nden çıkan Eschel, Gödel, Bach isimli kitap geldi. Okudunuz mu?
L.A. İnanmıyorum! Tam onu konuşuyorduk aslında senden önce.
Gerçekten mi? Çok doğaçlama gelişen bir soru oldu aslına bakarsanız…
S.A: Okumuştum, evet. Ve çok güzel soru geldi yine.
L.A: Ben de bir daha okudum. Beni heyecanlandırıyor. Ama Selçuk artık alıştı sanırım, onun üst seviyesiyle alakalı bir şey.
Peki, o zaman Selçuk’a bir soru daha soracağım. Eschel, Gödel, Bach kitabından hareketle burada yarattığın deneyim alanının müzik ve sesleriyle ilgili ne söylemek istersin?
S.A: Müzikle ilgili düşündüğümde, her zaman alternatif bir yol izlemek istedim. Başkalarının yaptığına değil, benzersiz bir yaratım sürecine odaklandım. Eğer bir şey çok popülerse, ondan kaçtım ve genellikle aşırılığı ve dinamizmi tercih ettim. Müzikteki ifade biçimleri bazen sıradanın ötesine geçiyor, içinde derin bir anlam taşıyor. Kendine has bir şey yakalamaya çalıştım.
Bu çalışmanda sesin kendi tınısı daha teknik. Yani rezonans ile ilgili bir durum belki de?
S.A: Çok aşırı ekspoze bir durum var ve sen orada pasif alıcısın ve ben aslında alan bırakmaktan yanayım. Hatta sonradan tabii bazı şeyler oturuyor. Burası İstiklal Caddesi. Yani burada milyon insan geçiyor, şuraya girip bir mabet gibi sessizlikte otursunlar, zamanı durdurabilsinler istiyordum. Bach'in 232. eseriydi galiba. Belki 230 kere dinlemişimdir. Yani zaman algımın darmadağın olduğu, böyle bir seslerin birbiri arasında uçuştuğu bir eser. Özellikle vokal partisyonları, yani şan kısımları. Hep diyordum yani buralardan bir yerlerden bir şeyler çıkarmam lazım. Bununla da uğraşırken, müzikte yeni bir ambiyans yaratacaktım. Onu yaparken de bir seyahatim vardı. İsviçre'deydim. Buna konsantre olurken dedim ki “bunda kendinden üreyen bir şey olsun. Bu akor partisyonlarını alayım ve yaratacağım algoritma bunların içerisinden müzikler üretsin” ve tamamen öyle oluştu. Yani kendiliğinden üretildi diyebilirim.
LA: Bu arada demin Gödel, Escher, Bach dedikten sonra sadece onu görüyorum şu anda. Oradayım şu an hâlâ. Çıkamıyorum. Bana n’aptınız?!
Bu grupta kim Gödel, kim Escher, kim Bach belli değil. Her şey var yani.
S.A: Evet, her şey var ve mümkün. Ama tabii yani en çok Bach'ın geleneksel partisyonunu asla hissedemezsin. Yine aynı sezgiselliğe bırakmayı tercih ediyorum ki müzikte biçim değiştirebilsin. Böylece senin etkileşimine bağlı olarak müzik de gelişiyor.
Aslında bu oldukça ilginç. Sinestezi konusu, çok yönlü ve derin bir konu. Müzik tarihini araştırırken, insanların Bach'a olan ilgisi ve takıntısı beni her zaman şaşırttı. Özellikle, Bach'ın caz varyasyonlarıyla ilgili tekrarlanan sözler beni meraklandırıyor.
S.A: Hele darbukalısı!
Aslında, Chopin ve diğer eski müzik türlerinin, özellikle Roman müziğinin varyasyonları gibi çeşitli müziklerin bulunduğu dönemlerde, sadece Bach'a odaklanılması, müzik dinleyicilerinde belirli duyguları çağrıştırabilir. Senin yaptığın iş ise, bu duyguları görsel olarak yeniden yorumlamanın bir yolunu oluşturuyor. Yani, yaptığın işin ifade ettiği şeylerin derinliği oldukça etkileyici.
L.A: (Elinde konuşurken oynadığı kağıdı uzatıyor) Selçuk hadi bize Möbius şeridi yap bakalım.
S.A: Tamam, yapayım. Bu arada, aslında, yaptıklarımı evrensel bir bakış açısıyla ele almaya çalışıyorum. Motiflerin de evrensel olduğunu düşünüyorum. Örneğin, İslam sanatında geometrik desenler bunun en bariz örneğidir. İslam geometrik desenlerine bakarsak, aslında bu İslam deseni değil, İslam sanatının geometrik süslemeleridir. Bu motiflerin kökeni ise İslam öncesi dönemlere, hatta Helenistik döneme kadar uzanır.
Şu anda insanların çok daha bilinçli olduğu, ancak ana akımda yavaş yavaş duyulmaya başlanan kutsal geometrinin eksikliği var. Kutsal denge kavramları da bunun bir parçası. Ancak, Helenistik döneme kadar olan dönemde, bu coğrafyada gördüğümüz mimari eserlerin tamamında bu kutsal geometri izleri mevcut. Bu eserler aynı zamanda kültürümüzün önemli bir parçasını oluşturuyor.
S.A: Yani sembolizm, çok doğru. Ama mesela İslam'ın yaklaşımını ben daha çok hissederek şey yapıyorum. Sembolizmden uzak kalarak, önyargıları bir kenara itebileceğimiz bir zemin yaratmaya çalışıyorum. Yani hiçbirinin aslında bir anlamı yok bence. O anlamı sen yüklüyorsun.
Ancak, mimaride kullanılan sembollerle o mimariye yüklenen anlamın arasında büyük bir çıkarım oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?
S.A: Belki bir çeşit hegemonya olabilir.
Evet, hem hegemonya hem de onun içindeki kinetik bir sanat eseri bence mimari eserler çünkü. Yani, hareket etmeden bile bir yolculuğa çıkarıyorlar aslında. Mesela, mimari eserlerin duvarları birer şahit gibi, sessizce her şeye tanıklık ediyorlar, yıllardır burada kıpırdamadan duruyorlar.
S.A: Aynen, donmuş gibi mesela.
Ama hareket de ediyor. Çünkü o yüzyılda dönüşüyor, ona göre form alıyor, bir şey yapıyor. Bu da bence bir iletişim formu sayılabilir aslında.
L.A: Bence de Bach’in matematikle ilişkisi yüzünden düşünülüyor. Çünkü neydi o hikâyesi? Kral Bach’a hem düz hem ters okunabilen armonisi bozulmayan bir eser yaz diyordu değil mi? Dolayısıyla Möbius şeridi oluyor, değil mi? Bence sadece müzik değil birçok konu için cuk oturan birisi Bach. İnanılmaz bir arkadaş!
コメント