top of page
Özlem Altunok

En yakından en uzağa komşuluğu konuşmak


16 Eylül’de altı mekanda “iyi bir komşu” temasıyla ziyaretçileriyle etkileşime geçecek 15. İstanbul Bienali, komşuluğa dair sorduğu sorular etrafında şekilleniyor. Etkinliğin hazırlıkları sürerken İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer ve bienalin kamusal programını hazırlayan sanatçı, akademisyen Zeyno Pekünlü ile bir araya geldik, bienalin inşa sürecini, genel hatlarını, öne çıkan özelliklerini konuştuk.

15. İstanbul Bienali’nin ‘iyi bir komşu’ya dair sorduğu/soracağı onlarca soruya 56 sanatçının işlerine bakarak yanıt aramaya, başka türlü düşünmeye, farklı ilişkilenme halleri üzerine kafa yormaya az kaldı. 16 Eylül’de başlayacak bienalin küratörleri, bilindiği gibi İstanbul’u üç bienal ve bir Yaya Sergisi vesilesiyle defalarca ziyaret etmiş sanatçı ikili Elmgreen&Dragset. Bu bienalin başlığı, tamamlanmamış bir cümle aslında; “iyi bir komşu” ve üç nokta. Ardından çeşitli sorular, konuya yaklaşımlar geliyor, gelecek bienal boyunca da.

Komşuluk üzerine düşünmeye başladığımızda çorap söküğü gibi özelden topluma, oradan bütün hayata yayılan görünmez bir zincirin halkaları gibi bir ilişkiler ağı çıkıyor ortaya. İkilinin geçtiğimiz kış temayı basına açıkladığı toplantıda yaşları 8’den 84’e uzanan 40 kişinin “iyi bir komşu” hakkında sorduğu sorular bu anlamda bir ipucu… Ev, mahalle, aidiyet, mahremiyet ve mahrumiyet derken sınırlarla ayrılan komşu ülkeler, ortak yemekler, benzer türküler, düşman da olabilen, savaşan komşular, davetsiz misafir mülteciler, dünyanın evrendeki misafirliği, hayvan komşularımız, online komşularımız, sosyal medyadaki konuklarımız, sanatçıların birbirleriyle komşuluğuna uzanan bir sarmalın içinde bugünden küçük ve büyük ölçekte çeşitli komşuluk temsillerine bakmayı mümkün kılıyor bu tema. Oysa bir yandan da eskiye dair, çokça tüketilmiş, hatta form olarak neredeyse özellikle büyük kentlerde kaybolayazmış naif bir ilişkilenme türü komşuluk. Akıllarda kalan başka, güncelde yaşanan bambaşka… Yine de neticede komşuluk her canlı ve şey arasında kurulabilecek bir ilişkilenme biçimi, ister gönüllü olalım, ister olmayalım. Bir tarafıyla zorunlu… Komşuluk, yan kapıdan tuz istemekten, üst kattakilerle kahve içmekten başlıyor olabilir hala belki ama fiziki, sosyal ve siyasi sınırları daha da genişliyor ya da belirsizleşiyor.

İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer’in de altını çizdiği gibi, bir bienal teması için ‘mütevazı’ görünen bu başlık bir taraftan çok yalın: “Genelde bienaller için daha teorik, akademik ya da kavramsal çerçevelerin seçildiğini görüyoruz ama muhtemelen Elmgreen & Dragset’in sanatçı olmaları ve bu bienalin neredeyse yarım milyonu aşkın kişiye ulaşacağı bilgisiyle, o kulağa mütevazı gibi gelen ve herkesin bir şekilde ilişki kurabildiği komşuluk kavramı, nereden bakarsak bakalım çok farklı yorumlara açık da bir kavram. Çünkü herkesin bir komşuluk hikayesi var.”

Diğer yandan Elmgreen&Dragset’in seçtiği bu temanın, kendi sanat pratikleriyle de yakından ilişkili olması bu ilişkiler ağını daha da katmanlandırıyor. Tema, bugün yerelden evrensele dünyanın yeni ilişkilenme biçimlerine dair tespitlerde, öngörülerde bulunmaya girişerek küresel bir kaosu en küçük birimden en büyüğüne bir sorgulama zemini açıyor hem de Elmgreen&Dragset’in pek çok işinde karşımıza bir izlek olarak çıkan meselelerin sürekliliğini içeriyor. Bu açıdan bienalin iki sanatçı-küratör tarafından bu temayı merkeze alarak biçimlendirmesi de etkinliği ayrıca ilginç kılacak gibi görünüyor.

Elmgreen&Dragset, Fotoğraf: Emre Ünal

1995 yılından bu yana birlikte çalışan ikilinin üretimleri yerleştirme, heykel, performans ve tiyatro gibi farklı alanlara uzanıyor. Çalışmaları ilk işlerinden bu yana benlik, öznellik, bireyin sıkışmışlığı, mekanla ilişkisi gibi konular etrafında şekilleniyor. Mesela Yaya Sergileri için 2005’te ürettikleri Kullanım Evi, kamuya açık bir mekan önermesiydi. 2013’te 13. İstanbul Bienali’nde ise yine kamusal alanda yapmayı düşündükleri çalışmalarını Gezi süreci yaşanınca İstanbul Günlükleri adlı performatif bir işe dönüştürmüşlerdi. Galata Rum Okulu’nda izleyiciyle buluşan çalışmada, Gezi sürecinde öne çıkan öznelliğin dışavurumunu bienal boyunca günlük tutan insanlar aracılığıyla sunmuşlardı. Yereli ve kişiseli büyük fotoğrafla ilişkilendirmek konusunda oldukça deneyimli olduklarını söyleyebiliriz Elmgreen&Dragset’in. Hem sanatçı hem de küratör kimlikleri üzerinden pratiklerindeki farklı disiplinlerin varlığı da bu çemberi genişletiyor. Bige Örer de ikilinin hem ev kavramıyla hem de farklı medyumlarla olan ilişkilerine değinerek, bu bienalde de kişisel hikayeleri çok dinleyeceğimizi öte yandan Elmgreen&Dragset’in geniş bir yelpazeye yayılan üretimlerinden izlere de rastlayacağımızı söylüyor: “Michael’in (Elmgreen) 19 yaşındayken ‘ev terk ettiğin yerdir’ cümlesine ithafen yaptıkları bir sergi, ardından yine bu meseleyi ele alan bir yayınları var. İkilinin birçok işinde de evin kırılgan, alışıldık tanımlarından daha farklı tanımların mümkün olduğunu gözlemliyoruz. Bu anlamda onların işlerinde görmeye alıştığımız teatral, performatif, mizahi, şaşırtıcı, sürprizli yanı tüm sergide göreceğimizi düşünüyorum.”

İstanbul Modern, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu ve Pera Müzesi’nin ana sergi alanları olarak kullanılacağı bienalde Küçük Mustafa Paşa Hamamı, ARK Kültür ve Yoğunluk Sanatçı Atölyesi ile birlikte toplam altı mekan yer alıyor. İstanbul Modern’e daha çok evle ilgili işler, büyük ölçekli yerleştirmelere konuşlanmış. Pera Müzesi’nde “karma sergi formatı” olarak nitelendirebilecek bir sunum, Galata Rum Okulu’na ise daha farklı evrenlerin yaratılmaya çalışıldığı bir atmosfer hakim. Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nın bienal kapsamında ilk kez kullanılacak kadınlar bölümünde bir erkek sanatçının; Stephen G. Rhodes’un büyük bir yerleştirmesi yer alıyor. Erkekler bölümünde ise Monica Bonvicini’nin bir işi bulunuyor. Tuğçe Tuna da bu bölümde dokuz kişilik ekibiyle performanslar gerçekleştirecek.

Eskiden bir ev olan ARK Kültür’ü bir ev müzesine dönüştüren Mahmoud Khaled, gerçekten yaşamış ama tanımadığı bir karakterin evini hayal ederek mekanı ters yüz edecek. Yoğunluk Atölyesi’nde de birkaç kişinin bir arada ses ve dokunmayla deneyimleyebileceği mekana özgü bir yerleştirme olacak.

Bir de bienal mekanlarının dışına çıkacak iki çalışma var; Burçak Bingöl’ün Beyoğlu sokaklarına yayılacak seramik ve çiçek desenleriyle dönüştürdüğü ve gözetleme sistemini eleştiren güvenlik kameralarını anımsatan işleri ve sanatçı Lukas Wassman’ın grafik tasarımcısı Rupert Symth ile gerçekleştirdiği billboard projesinde “iyi bir komşu” üzerine çeşitli sorularla eşleşen fotoğraflar dünyanın pek çok farklı kentinde olduğu gibi İstanbul sokaklarını da dolaşacak.

Burçak Bingöl, Fotoğraf: Poyraz Tütüncü

Bienalin az çok yapısını, atmosferini ortaya koyan bu sade yapılanmayı, görece daha kalabalık ve çok mekanlı önceki bienallerle kıyasladığımızda karşımıza ne çıkıyor? Örer’e göre görünürde daha az sayıda sanatçı (56 ) olması hazırlık sürecine pek de etki etmemiş: “Önceki bienalde kullanılan 36 mekandan sonra 6 mekan belki az görünüyor ama bu bienalde, özellikle yeni iş üreten sanatçıların çalışmaları, çok uzun süreli araştırma süreçlerini gerektiren ve prodüksiyonları uzun zamana yayılan büyük ölçekli yerleştirmeler” diyor.

30’un üzerinde sanatçının yeni iş ürettiği bienalin büyük çaplı işlere, solo sunumlara alan açtığını şimdiden anlamak güç değil. Geniş alanlara yayılacak bu işlere eşlik eden kimi tarihi yapıtlar, serginin ana çekirdeğini oluşturuyor. “Louise Bourgeois’nın kadın kimliğini evle ilişkilendirdiği önemli bir çalışması ve ona referans vererek üretilmiş işler de var. Ya da Arjantinli sanatçı Liliana Maresca’nın sanatsal pratiğinin Arjantin dışında uluslararası alanda tanınmasına da umarız katkıda bulunabiliriz. Bu bienalle ona bir ‘homage’ yapmış olmayı istiyoruz. Bu anlamda tarihi konumlandırmalarla yeni üretimlerin bir arada yer alması, bazı genç sanatçıların ilk büyük projelerini gerçekleştiriyor olmaları heyecan verici” diyor Örer.

Konu ister istemez yapıtların ilişkilenmesi üzerinden “sanatçıların komşuluğu”na geliyor. Bienale katılan 56 sanatçı birlikte komşuluğa dair ne söylüyor, nasıl bir cümle kuruyor olabilir? Örer, “Farklılıklarıyla sanatçıların bir arada durabilmesi” diyor, “Farklı medyumlar, kimisi tarihsel perspektiften bakıyor, kimisi kişisel hikayesine yoğunlaşıyor ama bütün bu farklı diller, farklı ilişkilenme biçimleriyle bir arada durabilmeleri önemli gibi geliyor bana. Tektipleştirici, ideali belirleyici değil de birbirinden form olarak farklı bile olsa bir arada durabilmeleri ve o bir aradalığın ortaya çıkardığı söz önemli.”

15. İstanbul Bienali Kamusal Programı’nı hazırlayan sanatçı ve akademisyen Zeyno Pekünlü’nün de vurguladığı gibi, geçen yıl OHAL’in ilanıyla birlikte komşuluğun muhbirliğe dönüştüğü bir ortamda, bu kutuplaşma ve kendinden olmayanı yok sayma atmosferinde daha manalı, daha acil bir bienal teması olamazdı belki de. Pekünlü başka bir koldan yürüyen yeni komşuluk biçimlerine de dikkat çekiyor öte yandan, “Türkiye’de komşuluğun başka varoluş biçimleri mahalle dayanışmaları, park forumları, işgal evleriyle de yeniden tanımlanmaya çalışılıyor. İsminin ya da kavram metinlerinin içinde komşuluğu kullanan bir sürü grup oldu aslında; Komşu Kafe gibi, Komşu Kapısı, Mülteciyim Hemşerim gibi. Ama elbette kavram bir yandan da belleğiyle birlikte geliyor. O yüzden içi çok farklı yerlerden dolacak gibi geliyor bana bienal temasının. Farklı yaklaşımlar göreceğiz bienalde” diyor.

Pekünlü açılış ve kapanış haftasında gerçekleştirilecek sempozyumların yanı sıra, bienalin teması çerçevesinde sorulan sorular etrafında düzenlenen tartışmalar, gösterimler, atölye çalışmaları ve katılımcıların birlikte yemek yapacağı, okuyacağı, müzik yapacağı düzenli etkinliklerin de yaratıcısı.

15. İstanbul Bienali Kamusal Programı’nı iki ana hat üzerinden kurgulamış: Seçilmiş Aileler ve Müşterek Kader. Seçilmiş Aileler farklı aidiyet arayışlarına, Müşterek Kader ise kent ekolojisine odaklanan çeşitli diyalogları içeriyor.

Peki, bu başlıklar nasıl ortaya çıktı? “Programı oluşturma teklifi geldiği zaman hızla değişen gündemi ve bu gündemi bienalin başlığıyla doğrudan ilişkilendirmeye çalışmanın sıkıntılı sonuçlar vereceğini düşündüm. Yine de hem bienalin başlığının etrafında durabilecek hem de Türkiye’de son yıllarda sıklıkla tartıştığımız konular neler olabilir diye yaklaştım ve çeşitli sorular ürettim. Seçilmiş Aileler başlığı ‘Ev seni istemediğinde, sen evi gönüllü ya da gönülsüz terk etmek zorunda kaldığında ne olur? Kendine nereleri yeni evler yaparsın, kimleri yeni aile yaparsın, kurumsallık dışında bir yakınlık biçimi mümkün müdür?” gibi sorulardan ortaya çıktı. İçinde birbirinden farklı komünite kurma tecrübelerine dair modüller de var, zorunlu evi terk etme durumu, yani göçe dair modüller de var, müzik, yemek de var. İkinci başlık olan Müşterek Kader ise yine İstanbul’da olmaktan ortaya çıktı. Komşu dediğimiz zaman, diğer komşularımız kimler diye düşündüm. İnsan dışı bütün canlılarla olan ilişkileri, mekanın ilişkilerimiz üzerindeki belirleyiciliğini ya da o mekanın nasıl ilişkilere sebep olduğunu konuşmaya çalışacağız bu bölümde de” diyor.

Kentin hem her zaman güncel ama hem de en aktüel olmayan konularına odaklanmayı seçen programın başlığına doğrudan hitap eden bölümler de var, birbirinden çok farklı formlar da kamusal program kapsamında: Örneğin avukat ve yazar Rita Ender komşuluk hakkını kanunlarda inceleyecek, araştırmacı Shahrzad Mojab savaştan bir kadın olarak kendi bedeninin etkilenmesi ve göç tecrübesi üzerine bir konuşma yapacak, Evrim Hikmet Öğüt Türkiye’deki göçmen müzisyenler ve Türkiyeli müzisyenlerle doğaçlama caz dinletisi düzenleyecek, Ezgi Tuncer yemeklerin yersiz yurtsuzluğuyla ilgili bir yemek şovu ve tartışma etkinliği hazırlayacak…

Pekünlü de kamusal programı oluştururken türlü yeni komşuluk, ilişkilenme hallerine aracı olmuş: “Birbirleriyle tanışmayan grupları tanıştırmak güzel oldu. Hamiş Kültür Derneği genç sanatçı, fotoğrafçı ve illüstratörlerden oluşuyor. Program kapsamındaki projelerini benzer bir proje yürüten Goethe Enstitüsü’nünkiyle bağlantılandırdık. Mahalleler Birliği’nin ve Mülteciyim Hemşerim’in çocuklarla yaptığı atölyeleri de sergi mekanlarına taşıyoruz.”

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Koç Holding sponsorluğunda düzenlediği bienal 12 Kasım’a kadar, neredeyse iki ay boyunca ücretsiz gezilebilecek. 2013’te Gezi sonrasında kamusal alandan sergi mekanlarına çekilmek zorunda kalmış, 2015’te “Tuzlu Su” ile yeniden onlarca mekana yayılarak kenti dalgalandırmış İstanbul Bienali bu kez, çok daha kişisel bir alana ‘iç’e, ‘ev’e, ‘özel’e olduğu kadar dışarıya, sokağa, toplumsal olana da bakmaya yelteniyor. Özelden genele, içeriden dışarıya ya da tam tersi… Ve en önemlisi herkesi komşuluk çatısı altında yüzümüzü aynaya çevirmeye davet ediyor.

Bienalin komşu sanatçıları/işleri

İstanbul Modern’de Seullu sanatçı Young-Jun Tag’ın işi karşılıyor izleyiciyi. Seul’den Berlin’e taşındığında evindeki bütün eşyaları bir yerleştirmenin parçası yapan sanatçı, bu kez de Seul’deki evini İstanbul’a taşıyor ve evdeki her şeyi tepe taklak mekana asıyor. Çünkü bir yandan hayatına yön verirken (Seul’de sanat eleştirmenliğinden Berlin’de sanatçılığa geçiş yaparken) karşılaştığı yeniliklerle -kültür, mekan, ev- bambaşka bir ‘dünyaya’ giriyor.

Yine İstanbul Modern’de Candeğer Furtun ve Volkan Aslan’ın işleri birbirine komşu. Furtun’un bu temaya ilişkin birçok konuyu masaya yatırdığı bir işi yer alıyor. Yanında da Aslan’ın küratörlerin Fellini’yi andırdığını söyledikleri üç kanallı ilk video işi; Boğaz’ın üzerinden geçen iki komşunun hikayesine odaklanıyor.

8. İstanbul Bienali’nde “Cehenneme Merdiven” işiyle İstanbul Modern’in iki katını biri birine bağlayan Monica Bonvicini, bu bienalde ise iki yapıtını sergiliyor. İşlerinden biri Pera Müzesi’nde mekanın içindeki bir başka işle, Lousie Bourgeois’nın yapıtıyla ilişkileniyor. Bonvicini, Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nın erkek bölümündeyse özellikle sanat tarihine ve oryantalizme atıfta bulunarak farklı çağdaş kadın temsillerini ışık, dokuma ve heykellerden oluşan bir enstalasyonla irdeleyecek.

Baskın kurumların ve ideolojilerin, tarih, bilgi ve doğa hakkındaki algılarımızı nasıl şekillendirdiğini gösteren işler üreten Mark Dion’un bienalde İstanbul’a özel olarak bir koleksiyoner inceliğiyle çalıştığı bir işi yer alıyor. Dion, kentin doğasından esinlendiği suluboya işler için İstanbul’dan sanatçılarla birlikte çalıştı.

Pera Müzesi’nde yeni çalışmalarına yer verecek Gözde İlkin, yine ev, aidiyet gibi konuları kişisel fotoğraf albümlerinden yola çıkarak ailesinden topladığı kumaşlar üzerine yaptığı bir seçkiyi sunacak. Danimarkalı sanatçı Dan Stockholm ise “Bir evi ev yapan nedir?” sorusundan yola çıkarak duygu ve hafıza arasındaki bağa gönderme yapan bir iş sergiliyor.

Lydia Ourahmane, Cezayir’de bir sanayi bölgesi çevresine dair bir enstalasyon üretirken Sim Chi Yin, Çin’de yaşayan ve çalışan işçilerin hayatına dair bir çalışmayı izleyiciyle buluşturuyor.

Pedro Gómez-Egaña Galata Rum’da, okulun giriş katını hareketli bir makinaya dönüştürerek bienal boyunca sürekli aktive olan performatif bir çalışmaya imza atarken Tuğçe Tuna Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nın erkek bölümünde dans ekibiyle performans gerçekleştiriyor.

Comments


bottom of page