top of page
Kültigin Kağan Akbulut

Ressamın eli ve zihni: Fahrünnisa Zeyd


Fahrünnisa Zeyd'in öğrencilerinden Adila Laïdi-Hanieh'in yazdığı Fahrelnissa Zeid: Painter of Inner Worlds kitabı bugüne dek sanatçı üzerine yapılmış olan tüm anlatıları kırarak yeni bir bakış sunuyor. Laïdi-Hanieh'le kitabı ve Zeid'in sanat pratiğini konuştuk


Röportaj: Kültigin Kağan Akbulut

Sürgün prensesi, Doğu'yla Batı'yı buluşturan kadın, Sanayi-i Nefise'nin ilk kadın öğrencilerinden... Zeyd'in sanatı yıllarca bu klişe anlatılar üzerinden kuruldu. Bunda sanatçının fırtınalı hayatının yanında oryantalist bakış, hatta self-oryantalizm de etkili oldu. Onun soyut tablolarını Bizans, İslam ve İran sanatıyla ilişkilendirmek kökenlerimizi arama çabalarının bir parçası oldu. Ancak Zeid'in öğrencilerinden Adila Laïdi-Hanieh'in yazdığı Fahrelnissa Zeid: Painter of Inner Worlds kitabı bugüne dek sanatçı üzerine yapılmış olan tüm anlatıları kırarak yeni bir bakış sunuyor.

Laïdi-Hanieh kitabında Zeyd'in İslam ve Bizans sanatından etkilendiği tezinin tamamıyla temelsiz olduğunu söylüyor. Röportajımızda da okuyacağınız üzere Zeyd, tam tersine batı sanatından etkilenip kendi iç dünyasını resimlerine yansıtmış bir sanatçı. Yazar da Zeyd'in günlükleri, mektupları ve kütüphanesindeki kitaplar üzerinden post-kolonyal dönemin Zeyd okumasını sunuyor. Zeyd okumalarını temelden değiştirecek bu kitapla karşı karşıyayız...

Zeyd’le olan kişisel ilişkiniz nedir? Bu kitabı yazmanızın arkasındaki kişisel motivasyon nedir?

80'lerde Ürdün’de yaşarken, ergenlik yaşlarımda Fahrünnisa’nın öğrencisiydim. Kendisini bu şekilde tanıdım. Ayrıca anne-babam Fahrünnisa’nın, oğlunun ve oğlunun eşinin arkadaşlarıydı. Motivasyonun kendisi ise başka bir yerden geliyor. İstanbul Bienali sırasında İstanbul Modern’de Fahrünnisa ile ilgili bir panel vardı, İKSV de beni konuşmacı olarak davet etti. Konuşmayı hazırlarken Kültür Çalışmaları ve Eleştirel Teori alanında doktoramı yapıyordum, konum Filistin kültürüydü; Fahrünnisa’yla hiçbir ilgisi yoktu çalışmamın. Araştırmam için Cezayir’de eski aile kitaplarını karıştırırken okuduklarıma inanamadım. Okuduklarım arasında Fahrünnisa’nın 1950'lerdeki çalışmaları üzerine yazılmış sanat eleştirileri vardı. Çoğu oldukça oryantalist ve vizyon olarak sınırlıydı. Bu yazılar benim tanıdığım Fahrünnisa ile örtüşmüyordu.

Bienal sırasında yaptığım konuşma oldukça politikti; Fahrünnisa’nın da bir parçası olduğu Nouvelle Ecole de Paris akımından bahsettim. Daha sonra Fahrünnisa’nın ailesiyle konuştum ve onu günümüz okuyucularına tanıtacak bir kitabın yazılmasını teşvik etmelerini önerdim. Birkaç ay sonra Tate sergisinden haberim olduğunda doktoramı tamamlamıştım. Benim bu kitabı yazabilecek kişi olduğumu düşündüm.

Okuduğunuz kitaptan bahsedebilir misiniz?

Bu kitap (Fahrünnisa Zeyd, 1984) içerdiği modası geçmiş düşüncelere rağmen oldukça faydalı bir kaynak. Fahrünnisa’nın o zaman elinde olan resimlerin kitaba dahil edilmiş olmasının ötesinde kitabın yayınlanmasını maddi olarak destekleyen öğrencilerinin sevgisinin bir ürünü. Kitabın tasarımını Fahrünnisa kendi seçmiş, işleri kendi tarihlendirmiş. Kitapta birçok arşiv resmi de var. Bu kitap 1990'larda Avrupa’da ve daha sonra Türkiye’de organize edilen birçok retrospektif sergi için önemli bir kaynak teşkil etmiş. Öğrencileri, 1950 ve 60'lardaki sergileriyle ilgili eleştiri yazılarını toplamış. Parisli sanat eleştirmeni André Parinaud kaleme aldığı girizgahta Fahrünnisa’nın yeteneklerinin onu Ecole de Paris’in yıldızı yapmış olması gerektiğinden bahsediyor; bu alıntıyı kendi kitabımda da kullandım.

Zeyd’in hayatı Osmanlı’nın Türkiye’ye dönüşmesinin de tarihi. Medreseyle aile bağları olsa da babası asker. Çocuklara Fransızca eğitim verilse de Türkiyeli kimliklerini korumaları öğretilmiş. Sizce bu kültürel mozaik Zeyd’i etkilememiş olabilir mi?

Türkiyeli olmaktan gurur duyuyordu. Eşi Prens Zeyd ile Türkçe konuşuyordu. Eşine Osmanlıca mektup yazıyordu. Oğlu ile Türkçe konuşuyordu. Ailesine yazdığı mektuplar Fransızca ve Türkçe karışımıydı.

Çocukları Fransız okullarına yollamak Orta Doğu’da birçok kişinin yaptığı bir şeydi. Walter Benjamin’in de demiş olduğu gibi, Paris 19. yüzyılın başkentiydi. Fransa demek modernizasyon demekti. Fahrünnisa ve ailesi modernizasyon ve batılılaşmayı modern ulusçu Türkiye kimliğinin kritik bir parçası olarak görüyordu. Bu demek değildir ki kendi kültürünüzden uzaklaşıyorsunuz. Ayrıca, Fransız okullarına çocuklarını gönderebilmek, Orta Doğulu elit sınıflar için bir sınıf ayrıcalığıydı. Benim için Fahrünnisa kesinlikle Türkiyeli.

Şakir Paşa (En arkada) ve ailesi, solunda Cevat, Fahrünnisa'nın Ağabeyi; Şakir Paşa'nın önünde Fahrünnisa'nın üvey Ağabeyi Asım. Kız kardeşleri Hakiye ve Ayşe ve annesi ortada oturuyorlar. Fahrünnisa (solda), erkek kardeşi Suat ve kız kardeşi Aliye en öndeler

Kitabınız için hangi arşivi kullandınız? Kişisel güncelerini nasıl elde ettiniz? Arşivin hangi kısımlarını kullanmadınız?

Kitaba başlarken ilk önce Fahrünnisa’nın kişisel belgelerine bakmak istedim. Kişisel günceler, mektuplar, sergilerinin fotoğrafları, sergi yazıları ve gazete yazıları bu belgelerin arasında. Bu sayede Türkiye ve İngiltere’de yazılmış olan yazılara erişebildim. Aile yazışmaları ve domestik konularla ilgili olan belgeler kullanışlı değildi. Daha sonra kendi sanat tarihsel ve siyasi araştırmamı yaparak bulgularımı çerçeveledim. Birçok şey Fahrünnisa’nın kişisel arşivinde olduğu için bu arşiv bir kerteriz noktası oluşturdu. Farklı kütüphanelerden parçalar toplamak zorunda kalmadım. Bu bakımdan çok şanslıyım. Arşivinin yüzde 90'ı Fransızca’ydı ve belki de bu yüzden çoğu daha önce incelenmemişti. Arşiv, aile evinde tutuluyor. Fahrünnisa hep yazardı; Türkiye ve Ürdün’deki birçok kişinin elinde Fahrünnisa’nın mektupları var. Sadece Facebook’ta, Instagram’da, bloglarda bile olsa bu mektupları yayınlasalar çok iyi olur.

Kitabın yapısını nasıl oluşturdunuz? Dönemlere nasıl karar verdiniz? Sanat hayatıyla ilgili bölümler ve dönemler sizce sanatçının hayatıyla örtüşüyor mu?

Tematik bir dönemleştirme yapmayı tercih ettim. Ancak yayıncım okuyucunun böyle bir yapının içinde kaybolacağını söyledi. Bu yüzden bölümleri kronolojik olarak organize etmeye karar verdik.

Yalnız sadece kronolojik değil bazı tematik dönemleştirmeler de var. Buna nasıl karar verdiniz?

İkinci bölüm daha çok kişisel hayatından bahsediyor. Mizacı ve ruh halleriyle ilgili bilgiler burada yer alıyor. Dördüncü bölümde soyuta dönüşünden bahsediyorum ve burada seneler içinde soyut sanat içindeki görüşlerini de dahil ettim. Beşinci bölümde sanatla ilgili algısını ve resmetme felsefesini anlattım çünkü bu onun en üretken olduğu dönemdi.


 
"Benim için prenses olmuş olmasının bir önemi yok. Bir prensesten çok daha fazlasıydı. Prenses olması bir kaza gibi. Hayattan büyük karakteri vardı; bir erkek olarak, herhangi bir insan olarak, Avrupalı biri olarak da aynı olurdu."
 

Hem Zeyd’in hayatından bahsediyorsunuz hem de işlerini tarif ederek açıklıyorsunuz. Zeyd’in resimlerini nasıl yorumladınız?

Bu kitabın sadece biyografik bilgilerden oluşmasını istemedim. Bu zaten Şirin Devrim’in kitabında var. Hayatından resimle ilişkili olarak bahsetmek istedim. Yayıncım da zaten sanat tarihi odaklı; ben kültür teorisi ve tarihi çalışıyorum. Bu disiplin zaten sanat ile hayat arasındaki ilişkiyi kurmak demek.

İlk önce kariyerinin yapısından bahsetmek istedim. Şirin’in kitabında bazı bölümlerde hatalar ve eksikler var. Okuyucuya nerede okuduğundan, nerede sergi yaptığından bahsetmem gerekiyordu. İş, resimlerine gelince de arşiv malzemeleri ile, işlerinin malzemeselliği ile çalışmak istedim. Bu demek ki kendisinin işleriyle ilgili yazdıklarını okuyup değerlendirmem gerekiyordu ve bu veriyi de okuduğu kitaplar, ziyaret ettiği ve hakkında yazıların yazıldığı yerler, müzeler, galerilerle, tanıştığı ve birlikte çalıştığı sanatçılar karşılaştırmalıydı. Ne hakkında yazmadığına, neyin eksik olduğuna da dikkat etmek lazımdı. Sanat işlerinde işlerin renklerinden, renklerin doygunluğundan, kompozisyon yapısından ve teknikten bahsetmek gerekiyor. Sanatçının jestlerini ve çalışma biçimini de düşünmek lazım.

Size kişisel bir şey anlatayım ki bu aslında benim çıkış noktam. Anlamadığım bir şey vardı. Fahrünnisa’yı tanıdığımda 80'li yaşlarındaydı. Hastaydı, hep yatağında oturuyordu. Bu kadının nasıl olup da bu kadar resim yapmış olduğunu anlayamıyordum. Tanıdığım Fahrünnisa’yı unutup kendime sormam gerekti: Nasıl olur da insanlar böyle resimler yapar? Neden böyle resimler yaparlar? Senfonik bir ölçekteler, minyatürcüler. Bu tür işleri nasıl biri üretir? Cevabımı araştırmam sonucunda buldum.

Başından beri Fahrünnisa hakkında adil bir şekilde yazmak istedim. Kadın ressam, prenses ressam, Türk ressam olarak değil de sadece ressam olarak. Elinin jestini anlamaya çalıştım ve bu ele hakim olan zihni çözmek istedim. Daha sonra da bulgularımı ulusal ve cinsiyet kimliğiyle birleştirmeyi denedim.

Adila Laidi-Hanieh, Fotoğraf: Jamie Govier, Sotheby's izniyle

Zeyd hakkındaki basmakalıp tanımları hemen hemen hiç kullanmamışsınız. Doğu-Batı ayrımından da bahsetmemişsiniz. Saydığıma göre ‘prenses’ kelimesini genelde aile fertlerinden bahsederken ve sadece 25 kere kullanmışsınız. Bunun arkasındaki neden nedir? Bu kitap bize ne gibi bir okuma tecrübesi vermeyi amaçlıyor?

Benim için prenses olmuş olmasının bir önemi yok. Bir prensesten çok daha fazlasıydı. Prenses olması bir kaza gibi. Hayattan büyük karakteri vardı; bir erkek olarak, herhangi bir insan olarak, Avrupalı biri olarak da aynı olurdu.

Fahrünnisa’nın bir özelliği daha var ki bugünlerde bunu bulmak zor. Fransızca’da bir kelime vardır: “Entière” (bütün). Paris’te küçük bir stüdyosu vardı, insanlara prenses olduğunu söylüyordu. Kim olduğunu saklamıyordu. Mücevherlerini, kürklerini giyiyordu, büyük yemekler organize ediyordu. Prenses olduğunu saklamıyor, fakir bir sanatçıymış gibi davranmıyordu. Oğlu Nejad onu uyardı. Ona böyle davranmamasını, insanların onu ciddiye almayacağını söyledi. Kendisinin bu olduğunu ve bunu saklamayacağını söyledi.

İşlerinin oryantalist okumasına gelince, bu değerlendirmenin başlangıcının izlerini sürmek mümkün. Bu tarz eleştirilerin hepsini tek tek ele alıp nereden geldiğini açıklayarak Fahrünnisa’nın kendi kelimeleri ve açıklamalarıyla karşılaştırdım. Arkadaşlarıyla, aile fertleriyle, öğrencileriyle konuştum. Bir taraftan Batılı ve Orta Doğulu eleştirmenlerin oryantalist ve kendini oryantalize eden değerlendirmeleri varken kendi sanat algısı Kandinsky’ninkine benzer spiritüel, şiirsel bir evrensellikten, sanatçıyı güçlendiren bir sanat üretimi konumundan geliyor. Kozmos takıntısı, Avrupa kültürüne duyduğu derin ilgi ve bilgisi, Uzak Doğu kültürleriyle ilgili merakı da cabası.

Zeyd’e dünya genelinde artan bir ilgi var. Tate’teki sergi sürerken, başka sergiler de açılıyor. Bir de kırılan müzayede rekoru var. Bu ilgi hakkında ne düşünüyorsunuz? Neden şimdi? Sizce bu piyasanın bir etkisi var mı?

Sanatla ilgili düşüncelerim romantik değil. Sanatın piyasa tarafından yapılandırıldığını, tarihsel kanonların da kurum ve eleştirmenler tarafından oluşturulduğunu biliyorum. Öte yandan Fahrünnisa’nın 20. yüzyılın en büyük sanatçılarından biri olduğuna inanıyorum. Araçsallaştırılmış, parçalanmış hayat görüşümüze inat, onun mizacı, yeteneği, hayat görüşü ilham verici. Bizden büyük bir şeyin getirdiği mutlulukları renk ve hareket aracılığıyla ifade eden sanatı, iç dünyasındaki karmaşıklıklara ve aile olarak yaşadıkları trajedilere karşı duruyor. Bu benim için çok önemli bir ders, bana umut veriyor. Güncel sanat üzerine çalışmalarım da bu tartışmaya açık, çözümleyici ve eleştirel perspektiften geliyor.

İnsanların onu yeniden keşfediyor olması çok güzel. Umarım bu sadece bir başlangıçtır. Önsözde de yazdığım gibi, sanat pratiğinin birçok farklı dönemi var. Umarım birçok detaylı, odaklı sergi organize edilir.

Tate sergisinden sonra Yaman Kayabalı Avrupa-merkezcilikle ilgili bir eleştiri yazdı. Zeid’in tekrar keşfedilmesinin Avrupalı bir perspektif yüzünden olduğunu yazdı. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

İlginçtir ki Londra’daydım ve daha sergi hakkında hiçbir şey okumamıştım, İngiliz bir gazeteci bana bu yazıdan bahsetti. Fahrünnisa tabii ki Türkiye ve Ürdün’de tanınıyor. Bu da Avrupa-odaklı bir pazarlama. Eğer "tekrar" keşfedilebiliyorsa bu İstanbul Modern, İKSV gibi kurumların, Türkiye’deki özel ve kurumsal koleksiyonerlerinin, Türkiyeli küratörlerin, Darat al Funun Vakfı’nın ve bu vakfın kurucusu Suha Shoman’ın sanatçının işlerini uluslararası olarak tanıtma çabaları sayesinde. 2015 Şarjah Bienali sayesinde, müzayede rekorları sayesinde. Fahrünnisa’nın ilk uluslararası retrospektifi ta 1990’da Almanya’daki Ludwig Müzesi’nde gerçekleştirilmiş.

Fahrünnisa Zeyd stüdyosunda, Paris, 1950 civarı, Raad Zeid Al-Hussein Arşivi

Son olarak diskurdan bahsedelim. Fahrünnisa’nın işlerinde Bizans ve İslam etkileri olduğu değerlendirilmelerine katılmıyorsunuz. Neden? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Kitabımı yazarken iki endişem vardı. Birincisi, Fahrünnisa’dan bir ressam olarak bahsetmek ve vizyonunu anlamak istiyordum. İkincisi de bu Bizans-İslam-İran etkisi meselesinin temelini ve doğruluğunu araştırmaktı. Arşivi inceledim ve bu konuda hiçbir şey bulamadım. Arşivde Mimar Sinan, Bizans mozaikleri ya da İslam sanatıyla ilgili bir şey yok. Darat al Funun sanatçının kişisel kütüphanesine sahip; İran minyatürleri, Osmanlı ya da İslam sanatıyla ilgili kitaplar bu kütüphanede yok. Söyleşilerde de bu soruyu sordum: Bizans ya da İslam sanatıyla ilgileniyor muydu? Sorduğum herkes sanki çok saçma bir soru sormuşum gibi baktı bana. Sufi müziği dinleyip dinlemediğini sordum. Batı klasik müziği dinlediğini öğrendim; bale ve operaya gitmeyi seviyordu. Pre-post-kolonyel dönem kuşağının bir üyesi olarak Batı kültürünü kabul ve takdir etmişti; öz kültürel kimliklere dönüş ya da Batılı ve Batılı olmayan estetikleri birleştiren diskurdan evveldi Fahrünnisa’nın formasyonu. D Grubu üyesi olsa da Anadolu estetiğinin yeniden hayat bulması ve buna duyulan ilginin parçası olmadı. Tamamen ekspresyonist bir metodu vardı. Michelangelo, Rubens ve Apollinaire hakkında yazdı. Charles Blanc, Carl Jung, Kierkegaard, Hegel, Spinoza okudu. Teknik olarak İran minyatürü kontrol etmek üzerinedir. Fahrünnisa’nın işleri kontrolsüzdür; tamamen ekspresyonist bir hale, duruma kendini bırakmak üzerinedir.

Edward Said’den önce yaşadı. İnsanların sanatsal ve entelektüel statülerini gelenekselcilik ya da folklorcülük olarak küçültme olarak algılanan Oryantalizm kötü bir şey olarak görülmeden önce yaşadı. Tabi herhangi biri Fahrünnisa’nın işlerinin onlara Osmanlı sanatını ya da Afrika sanatını anımsattığını söyleyebilir. Fakat Fahrünnisa’nın geleneksel sanat biçimlerinden etkilendiğini ya da bunlara ilgi duyduğunu söylemek mümkün değil. Bu demek değildir ki bu biçimler problemli. Sadece Fahrünnisa’yla ilgili bilgilere dayanmayan okumalar bunlar.

1940'larda İstanbul’da hakkında yazan eleştirmenlerin ve 1950'lerde Londra’daki onu tanıyan eleştirmenlerin bu tavrı beni şaşırtıyor. Paris’tekiler böyle dese belki, çünkü Paris’e hep gelip gidiyordu ama asıl Paris’tekiler işleriyle ilgili en objektif yazıları yazmış. Ekspresyonizminden bahsederken maksimalizminden, iç dünyaları resmetmesinden, doğal olayları kendi iç görüsü üzerinden anlattığından bahsetmek lazım. Araştırmalarım sonunda vardığım sonuç sanatçının oldukça bilgili ve entelektüel olarak meraklı biri olduğu. Süblimeyi resmeden, ruh hali değişikliklerine göre hareket eden, Kandinsky’nin spiritüel ile ilgili yazdıklarında kendini bulan, divizyonizm teorisyeni Charles Blanc’ın yazılarından etkilenen bir sanatçı olduğu. Her zaman ileriye giden, icat eden ve evrilen bir sanatçı. Resim süreciyle ilgilenen, fiziksel olarak angaje olan bir ressam; Paléokrystalos'ları ile fiziksel olarak zorlayıcı denemeler yapmış. Çok ciddi ve entelektüel olmakla birlikte tuhaf biri.


Öğrencisiyken bu konuları onla konuşma fırsatınız oldu mu?

Bunlar konu bile değildi. Kendi hayatından, sanatından bahsediyordu. Resimden bahsediyordu. Sevdiği ressamları anlatıyordu.

Zeyd’le ilgili planlarınız nedir? Yeni projeleriniz var mı?

Hayallerim var ama belirli projelerim yok. Bu kitabın Türkçe, Fransızca ve Arapça’ya çevrildiğini görmek istiyorum. Bu oldukça önemli. Öte yandan daha küçük, daha odaklı sergiler organize etmek istiyorum. İşlerindeki bilinmeyen, yeterince araştırılmamış bazı unsurlarla ilgili bir ya da iki kitap daha yazmak istiyorum. Başkalarının da onu benim anladığım gibi anlamasını, karakterini yeniden keşfetmesini istiyorum.

" (...) İlki belki de en beğenilen işi olan Cehennemim’in üretimiyle ilgili bir günce kalemiydi. Prens Zeid’in yeğeni Kraliçe Aliya’nın 1950’deki ölümünden sonra hissettiği acıyla mücadele etmek için yaptığı bir resimdi. Aylarca Londra’daki klinikte kanser tedavisi görmüştü; Fahrünnisa ona her gün ev yemekleri götürüyordu. Ölümünden sonra Fahrünnisa kendini atölyesine kilitledi, Winsor & Newton’dan özel olarak sipariş etmiş olduğu, iki uşağının ancak taşıyabildiği tuvali üzerine düşündü. Sallanan bir koltuk olan resim sandalyesinde oturdu, güneşin ışığıyla daha da büyük gözüken bu kocaman boşluk üzerine düşündü. Korkuyordu, ne resmi yapmak istediğini bilmiyordu. ‘Çok kötü hissetmeye başladım […] Zihnimde o kadar hazırlık yaptıktan, bu kadar masrafa girdikten sonra … Zihnimin ölçülemez derinliğinde kayboldum.’ Birden bire bir sinek belirdi ve tuvalin üzerinde hareket etmeye başladı. Fahrünnisa bu anı pek iyi olmayan İngilizcesi’yle anlatmaya çalıştı: ‘sineğin ‘gölge’si işime doğru geliyordu. Çantamdan küçük bir kurşun kalem çıkardım ve deli gibi acele ettim. Bir taraftan öbür tarafa hareket ediyordum, bu korkunç mücadeleyi takip ettim; tuvalin bir köşesinden başka bir köşesine gidiyordum. 6.5 metre. Kendime gülmeye başladım.’ Sonunda, bugün bilgisayarla yapılan ve yüzeye yansıtılan şeyi eliyle yapmıştı. Kaleidoskopa benzeyen gridlerinin çizgilerini tuvalin üzerine kalem ve kömürle çizmişti, daha sonra da boyayla üzerlerinden geçti. Deseni bir saat içinde bitirmişti. ‘Bütün tuval sabitlenmişti. Desen oradaydı. Boş bir yer değildi artık. Bütün tuval oluşmuştu.’ (48) Bir sonraki adımda akciğer peteklerine benzeyen deseni renk bloklarıyla doldurarak siyah gridleri aşan bir kompozisyon yarattı. İlk adımda resmin kompozisyonunu kurmuştu. (132) (...)"

Comments


bottom of page