Fatoş İrwen’in ilk kişisel sergisi Olağan Zamanın Dışında, geçtiğimiz ay Depo ve Karşı Sanat Çalışmaları’nın ev sahipliğinde gerçekleşti. Sergiyi, İrwen’in sanatsal stratejileri üzerinden, ortaya koyduğu eylem ve sunduğu tanıklık bağlamlarında değerlendirdik
Yazı: Ahmet Ergenç
Fatoş İrwen, Öteki Tarih serisinden, 2019, 40 Adet, A4 Metinler, Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi
Fatoş İrwen’in Wenda Koyuncu ve Ezgi Bakçay küratörlüğünde açılan sergisi Olağan Zamanın Dışında siyasi ve estetik algılarda bir sarsıntı yaratıp, zihinde uzun süre yer edecek kadar güçlü bir sergi: Çağdaş sanat ve politika, estetik ve sosyoloji, bakış ve eylem, olağan ve olağanüstü hâl, özgürlük ve tarih (ve daha birçok şey) üzerine tekrar düşünmek için kritik önemde bir sergi.
Fatoş İrwen’in her mecrayı kullanarak ürettiği işler ikili bir hatta ilerliyor denebilir: Hem kolektif-politik düzeyde bir tanıklık sunuyor, hem de şahsi düzeyde eylem ihtimalinin olmadığı yerlerde bir eylem (bir sanat-eylemi, bir politik-eylem) gerçekleştiriyor. Depo’daki işler daha çok İrwen’in cezaevinde ve sonrasında ürettiği, politik-şiddete “tanıklık” eden ve tanıklık ederken de kendine bir alan açmaya çalışan işlerinden, Karşı Sanat’taki işler ise bu süreçten önce, daha şahsi ve “açık” bir alanda bir eylem, bir benlik eylemi ya da araştırması gerçekleştiren işlerinden oluşuyor.
Önce son kısımdan, yasanın kapalı alanının, aşırı-yasanın, yani cezaevinin etkilerini taşıyan işlerden bahsetmek isterim. Bilmeyenler için İrwen’in “yasanın şiddeti”yle yakın zaman önce fiziken karşılaştığını, cezaevinde bir nefes alma ve hayatta kalma biçimi olarak bulabildiği her malzemeyle sanat ürettiğini de hatırlatmak isterim.
İrwen’in de hapishane koşullarında bulduğu her malzemeyi bir “poetik direniş” biçimi olarak bir esere dönüştürmüş olması, iktidar adına kötü haber, özgürlük ihtimalleri adına iyi haberdir.
Depo’da sergilenen işlerin çoğunun künyesinde Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi yazıyor. İrwen’in bütün sanatsal hamlelerini bu “kapatılma”ya bağlamak haksızlık olur ama bu künyeyi yok saymak da imkânsız. Yasa ve şiddetin kara gölgesi gibi orada duruyor bu künye. İşlerin, hangi kapatılma koşulları altında ve nasıl imkânsız bir sosyoloji içinde üretildiği düşünüldüğünde, karşımızdaki işler, bir sanatsal-estetik ifade olduğu kadar bir yaşamsal aygıttır da aynı zamanda. Burada bir mağduriyet konumundan çok, soğukkanlı ve mesafeli bir konum söz konusu; bir “anatomi” çıkarma ve kendine bir “kaçış çizgisi” açma çabası da denebilir buna. Yasanın anatomisini çıkaran, dışarısı ile içerisi arasındaki benzer “yasa” ve baskı aygıtlarını hissettiren bir anatomik bakış var burada. Şunu da eklemek lazım; özne, benlik ve kimlik denilen şeyleri yok etmek üzere tasarlanmış cezaevlerinde yapılan her türlü “yaratıcı” eylem bir benlik (kolektif bir benlik de olabilir bu) alanı açma hali olduğu için, bir teslim olmama halidir. İrwen’in de hapishane koşullarında bulduğu her malzemeyi bir “poetik direniş” biçimi olarak bir esere dönüştürmüş olması, iktidar adına kötü haber, özgürlük ihtimalleri adına iyi haberdir.
Olağan Zamanın Dışında sergisinden yerleştirme görüntüsü, Depo and Karşı Sanat, İstanbul, 2021, Fotoğraf: Jennifer Hattam, Hyperallergic
Hapishanelerde türlü aletlerle müzik yapanlar, yiyeceklerden boya çıkaranlar, kendi saçlarından iplik yapanlar, kumaş parçalarını tuval yapanlar, çarşaflar üzerine roman yazanlar, duvar sıvalarından heykel üretenler bize şunu hatırlatır: Yasa ve iktidarın nüfuz edemediği bir alan vardır ve yok edilmeye çalışılan özne, kendini o alanda ayakta tutar. Burada bir “şiirsel adalet” var bile diyebiliriz. Siyasi baskıya karşı kurulan her türlü politik ve kişisel anlatının insana biraz umut vermesinin nedeni de budur herhalde.
Şimdiki zamanın arkeolojisine girişme arzusu ve her parçada bir anlatı gören o toplayıcılık itkisi, İrwen’i çağımızın bir tanığına dönüştürüyor. “Çağımız” da daha çok bir şiddet çağı olduğu için, şiddetli bir tanıklık bu.
Sergi metninde Ezgi Bakçay, Fatoş İrwen’in bir “arkeolog” ve “toplayıcı” gibi hareket ettiğini söylemiş. Gayet yerinde bir tanımlama. Şimdiki zamanın arkeologu denebilir İrwen için; şimdiki “olağanüstü” zamanın ara katmanlarında dolaşan, ve topladığı parçalardan bir şiddetli tanıklık anlatısı kuran bir çağdaş-arkeolog-sanatçı. Bir röportajında İrwen de bundan bahsetmiş: “Bir arkeolog, heyecanla toprağı kazdığı zaman binlerce yıllık bir kemik bulur ve onun üzerine bir tarih okuması yapar. Ben binlerce yılın geçmesini beklemeden yapıyorum bunu… Benim için her bir nesne, her bir saç teli, her bir kirpik tanesi dahi hayatın bütün tarihsel katmanlarının tanıkları.”
Şimdiki zamanın arkeolojisine girişme arzusu ve her parçada bir anlatı gören o toplayıcılık itkisi, İrwen’i çağımızın bir tanığına dönüştürüyor. “Çağımız” da daha çok bir şiddet çağı olduğu için, şiddetli bir tanıklık bu. Kırık dökük nesneleri, fragmanları toplamak ve bundan çıkan bir öteki-tanıklık kurmak. Fragmanların parıltısından, paçavralardan bir alternatif-tarih (ya da minör-tarih) kurmak isteyen Benjamin’in bakışına yakın bir şey bu. Tarih meleğinin dehşete tanıklığından bahseden Benjamin’in şimdiki zamana, şimdiki zamanın dehşetine taşınmış versiyonu.
Fatoş İrwen, Duvar – Zaman kayıtları, 2019-2020, 5 Nolu Diyarbakır Cezaevi’nin Duvar Katmanları, Değişen ebat ve boyutlarda, ilaç kutuları üzerine diş macunu
Zaman Katmanları adlı iş mesela, geçmişten gelen ve şimdiki zamanda da cereyan eden bir şiddete tanıklık ediyor. Cezaevi duvarlarından alınan parçalar bir arkeolojik tanıklığa dönüşmüş. Bir şiddet tarihçesi, kırık dökük, parçalı bir anıt. Bir şiddet tarihini unutulmaktan kurtarma denemesi. Duvar parçalarıyla bir tarih yazma girişimi.
Başka tarih yazma girişimi daha var sergide: Öteki Tarih adlı işte sararmış sayfalar üzerine iğne delikleriyle “okunamaz” bir metin yazılmış. O tarih yazılmamıştır ve belki de yazılamaz. Ya da o tarihi (muhtemelen şiddetli bir tarih) yazacak bir dil yoktur ve bu dilin olmayışını sergilemek başlı başına bir dil yaratır. Burada tanıklık üzerine Agamben’in söylediklerine bir bakmakta fayda var. Tanık ve Arşiv’de Auschwitz’te yaşananların anlatılamazlığı üzerine düşünen Agamben bir imkânsız tanıklıktan bahsediyor ve bunu toplama kampında küçük bir çocuk olan Hurbinek üzerinden şöyle anlatıyor: “Hurbinek tanıklık edemez çünkü bir dili yoktur; konuşması, belirsiz ve anlamsız bir sesten ibarettir: Mass-klo veya matisklö... Dil tanıklık edebilmek için tanıklık etmenin olanaksızlığını göstermeli ve yerini dil-olmayana bırakmalıdır. Tanıklığın dili artık hiçbir şey ifade etmeyen bir dildir ve bu nedenle dil, barındırmayan bir şeye dönüşür.”
Felakete tanıklık etmek konusunda Blanchot da Felaket Yazısı’nda benzer bir şey söylemişti, temsil ve anlama sığmayan şey, dilin kendisini de yok eder ama bu dilsizleşmeyi göstermek tanıklığın bir yoludur. Anlamı çökerten bir felaket ya da aşırı-yasa-varlığını göstermek için dili de çökertip bir felaket efekti yaratmak. İrwen’in işlerinde bu efektin titreştiğini görmek mümkün. Pieta’yı yeniden yaratan çizimlerden, bal ve külle yapılan, arte povera usulü bir Maleviç’i andıran işlere, saçlarla cümlelerin yazıldığı parçalara kadar her şey bir tanıklık çabasıdır. İrwen yasanın kapalı alanında olmanın nasıl bir şey olduğunu bütün bu işleriyle göstermekle kalmayıp, bir efekt ya da Deleuze’ün rezonans dediği şeyle de hissettiriyor.
Olağan Zamanın Dışında sergisinden yerleştirme görüntüsü, Depo and Karşı Sanat, İstanbul, 2021, Fotoğraf: Jennifer Hattam, Hyperallergic
Blanchot’un felaketin soğukluğunu anlattığı bir cümlesi var, şöyle: “Gece; beyaz, uykusuz gece – felaket böyle bir şeydir: Karanlıktan yoksun olan ama hiçbir ışığın da aydınlatmadığı gece.” İrwen’in Sur’da yaşanan yıkım ve felaketi müthiş bir anatomik bakış ve soğuklukla anlattığı Perde adlı işine de böyle bir “karanlıktan yoksun ama hiçbir ışığın da aydınlatmadığı gece” hissi hakim. Bir şiddet ve felaket yaşanmıştır ve anlamı soğuran, tam olarak sessizlik de olmayan, ama bir ses de barındırmayan bir ses yokluğu kalmıştır Sur’da. Yıkılmış bölgedeki belli belirsiz hareket eden bir perdeye odaklanan ve diğer her şeyi donuklaştıran Perde adlı video bu soğuk-felaket hissini, hisse yer bırakmayan bu hissi dehşet verici bir soğukkanlılıkla anlattığı için, çağdaş sanat tarihine geçmiştir; bunu not edelim.
İrwen’in cezaevinde ürettiği işlerinde bir şey daha var: Buluntu malzeme denilen şeye yeni bir yaşamsal anlam kazandıran, olası her yüzeyi bir ifade aracına dönüştüren “durdurulamaz” ve dirimsel bir güç, biraz Parajanov gibi.
Fatoş İrwen her mecraya uzanabilen, her şeyi “sanatın konusu ve malzemesi” haline getirebilen o “durdurulamaz” sanatsal eylemiyle, yasa ve şiddet aygıtlarına müthiş bir poetik cevap veriyor.
İrwen’in sanatsal stratejilerini anlamak için Karşı Sanat’taki daha eski dönem işlerine de bakmak lazım. Bu işlerde bir tanıklık çabasından çok, bir açıklık arayışı ve bir eylemlilik olduğunu hissetmek mümkün. Bu işlerin çoğunda arayış ve eylem beden üzerinden gerçekleşiyor ve bir beden politikası öne çıkıyor. İktidar, devlet, gelenek vs. genelde bedeni kontrol altına aldığı, bedeni bir kontrol alanı ve aygıtı olarak kullandığı için, İrwen kendi bedenini ve başkalarının bedenlerini bir arayış, eylem ve ihlal mecrası olarak kullanıyor. Bir “barbarlık belgesi” olarak okunabilecek kültürden (bkz. Benjamin) doğaya ve öngörülemez olana, aklın diktatörlüğünden rüyaların akışkanlığına meyleden bu işlerde, bir sosyolojik ihlal hâli ve bir şahsi arkeoloji girişimi var. Kişisel belleğin patikalarında dolaşmak, rüyanın alanına meyletmek ve bedenin ihtimallerini araştırmak, disiplin mekanizmalarının ihlalidir bir bakıma.
Bu ihlal ve eylem halini görmek için Rahle, Melankol-Ev Dönüş, Olmadığım Yerde ve Buradayım gibi fotoğraf ve video işlerine bakabilirsiniz.
Daha çok yazılacak şey var İrwen’in işleri hakkında. Başlı başına bir monografiyi hak edecek kadar yoğun bir estetik ve politik malzeme içeriyor. Şimdilik bu yazıyı şunu söyleyerek bitireyim: Fatoş İrwen her mecraya uzanabilen, her şeyi “sanatın konusu ve malzemesi” haline getirebilen o “durdurulamaz” sanatsal eylemiyle, yasa ve şiddet aygıtlarına müthiş bir poetik cevap veriyor.
Comments