top of page
Naz Özbek

Figürün gerginliği


Ali Elmacı’nın yeni kişisel sergisi Kan görünce rüya bozulur, 20 Nisan 2019’a dek Art On İstanbul’da devam ediyor. Sergi, galerinin üç katlı sergileme alanını tek mekâna dönüştüren büyük bir yerleştirme olarak sunuluyor. Ali Elmacı, Naz Özbek’e verdiği röportajda hem yeni sergisini anlattı hem de bütünsel üretimine dair detaylar paylaştı

3400 kelime

Ali Elmacı

“Ben çirkinin resmini yapıyorum” demişsiniz bir röportajınızda. Sizi çirkin olana çeken nedir?

Rahatsız olduğum şeyin resmini yapıyorum ben, hep olumsuzun altını çiziyorum. Rahatsız etmek istiyorum bir de, belki o yüzdendir.

İktidar, dünyanın her yerinde, her zaman kötü müdür? Yani, kötülük işin doğasında mı var yoksa bir seçim mi?

İçinde hiyerarşi olan her şey kötüdür benim için. İktidar da her yerde kötüdür dolayısıyla. Belki bir kesimi memnun ediyordur, onlar için daha iyidir. Orwell’in Hayvanlar Çiftliği’nde dediği gibi; “Bütün hayvanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir.” Öyle yani… İktidar her yerde aynıdır; aile de bir iktidar, okul da, hükümet de. Hiyerarşi varsa, otorite varsa, orada adaletsizlik de kendiliğinden var oluyor. Benim meselem bunların hepsi.

Resimli Türk Tarihi-Harem I tüm çalışmalarınızın tematik bir özeti niteliğinde adeta. Arkada yeni tamamlanmış bir inşaat, önde şık giyinmiş bir adam, cins bir köpeği var. Ama hemen yanlarında da horozla kedi kavga ediyor…

Türkiye’de uzun süredir inşaat üzerine kurulu bir iktidar var, en büyük yatırımlar bu sektöre yapılıyor. Belki ekonomi böylece kısa vadede hareketleniyor ama uzun vadede geldiğimiz nokta, inanılmaz bir kriz. Bu sayede kendi destekledikleri şirketler, bunlara “yandaş” diyebilirim, ciddi ihaleler aldılar. Sonuç olarak sermaye el değiştirdi. O resim de aslında bir tür Ağaoğlu portresi; her şeyi kazanmış ve bundan sonra mücadele edeceği tek şey, bulunduğu konumu (yani iktidarını) korumak olan biri. Zaten daha fazla ne yapabilir ki?

Ali Elmacı, Illustrated History of the Turkish the Conquest , 180 x 200 cm, Tuval üzeri yağlıboya, 2012

Horozla kedi?

Açgözlülük ile kinin savaşı var orada. O insan figürün birer yansımaları. Köpek de itaati temsil ediyor.

Orwell diyor ya, “cehalet huzurdur,” sizin resimlerinizde de öyle bir hava var. Arkada binalar yanarken, çiçekli, mutlu bir ortamda boş bakan insanlar görüyoruz. Yangından bihaber ya da yangını umursamaz…

Çok doğru, çünkü tam da öyle bir ortamdayız. Hiç kimse hiçbir şeyi umursamıyor. Bambaşka, tuhaf bir fantezi dünyasında yaşıyorlar. Gerçekliğin çok dışındalar ve ilgilenmiyorlar. Gerçek onları rahatsız ediyor belki, belki de inanmak istemiyorlar. Sebebini bilmiyorum ama hipnotize olmuş gibiler. İşleri kolaylaşıyor böylelikle… Düşünmeden, her şeyi akışına bırakabiliyorlar. Onlar için düşünen biri var nasıl olsa. “Büyük ağabey” diyelim ona, veya “patron”; o en çok kendini düşünüyor aslında.

Ve piyonları var. Televizyon programları mesela…

İşte tam Goebbels’in propagandayı eğlenceyle birleştirip her yere yayması gibi. Müthiş bir buluş onunki; o kadar etkili ve doğru ki propaganda için, hiç farkında olmadan bir bakmışsınız büyüsüne kapılmış, sunulan her şeye inanmışsınız. Şu anda da dünyanın her yerinde tam olarak bunun uygulandığını düşünüyorum. Trump da bunu böyle yapıyor, Merkel de Putin de, hepsi. Goebbels bugün yapılanları görseydi, mutluluktan gözleri yaşarırdı.

Ali Elmacı, Kan görünce rüya bozulur sergi görüntüsü, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Çoğu resminizde suratlar boş ve anlamsız bakışlarla apaçık ortada, fakat bazı resimlerde de hiç görünmüyorlar. Ya bir emoji yüzleri kapatıyor ya da bir maske var. Bu karakterleri birbirinden ayıran ne?

Aslında hepsi o emoji gibi. Emoji, tek tipleşmiş bir ifade biçimi. Benim figürlerimin genelinde de bu var; aynı ifadedeler, bir farkları yok. Maskeyle, emoji’yle, figürün ifadesi aynı yani...

Resimlerdeki insanlar Türk mü? Mekânlar Türkiye’yi mi temsil ediyor?

Mekânlar Türkiye değil, insanlar Türk değil. Aslında evrensel bir figür oluşturmaya çalıştım. Yani herhangi biri; aynı zamanda Türk, aynı zamanda Rus, İngiliz, ya da Amerikalı. “İnsan.” Bir millete ait değil. Obama başkan iken “Başkan Obama” dediğimiz zaman gözümüzde ilk canlanan figür bir Amerikan başkanı değildi, hala da değil. Fakat Trump veya Bush dediğimiz zaman, o Amerikan Başkanı imajı, iktidar imajı çok daha güçlü canlanıyor. Birbirlerinden farklılar veya değiller, hiç önemi yok. Bana sorarsan hiçbir farkları olmadı, ama imajları çok farklı. Trump ve Bush tam olarak iktidarı temsil ederken, Obama’nın imajı bunu temsil etmiyordu. Ben de tam bu noktadan hareketle, evrensel bir figür oluşturdum. Yani o figüre baktığımız zaman kim olduğu, nereye ait olduğu, hangi tarafta durduğu okunsun istedim. O figürü en başta oluşturdum ve hep aynı figürü kullanıyorum aslında.

Bu figürler sanki izlendiklerinin farkındalar ve bunun karşılığında da seyirciyi izliyorlar. Hem de bariz, rahatsız edici bir şekilde. Biz onları izlediğimiz için mi onlar bizi izliyorlar, yoksa onların rahatsız edici bakışlarından dolayı mı biz gözümüzü onlardan alamıyoruz?

Göz göze gelmek, illa birinin gözünü kaçıracağı anlamına gelir. Sürekli böyle bakıp konuşamam. (Bakıp, gülüyor.) Aşık falan olmak lazım…

Ya da psikopat...

İkisi de aynı şey zaten (gülüyor). O yüzden bir temas kurduruyorum. İzleyenler, figürün gerginliğini yaşasın istiyorum.

Bir de resimlerin kendi içlerinde bir izleyen-izlenen ilişkisi var. Örneğin bazı figürler arkada bir yerde saklanmış, öndekileri izliyor gibiler.

Aslında hepsi birbirinin aynısı. Biz sadece hiyerarşik olarak, kendimize yakın olandan başlayıp görüyoruz. En arkada duran, aslında lider. Karar veren. Her şeyden haberdar.

İnsan izlendiğini bilince daha farklı davranır ya, resimlerinizdeki karakterler de böyleler mi? Yani izlenmezken farklılar mı? Biz bakmazken neler yapıyorlar sizce?

Bir abartı var tabii ki; belki bu kadar eğlenmiyorlardır normal hayatlarında. Sonuçta kadraj içinden bir kareye bakıyoruz.

Ali Elmacı, Kan görünce rüya bozulur sergi görüntüsü, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Sosyal medya gibi…

Aynen öyle, Instagram gibi. Ama nereye ait oldukları çok belli.

Resimlerinizdeki çocuklarla ilgili konuşalım mı biraz? Yetişkinlere kıyasla daha engin bir halleri var, ama sadece tek başlarına oldukları resimlerde. Kareye bir yetişkin girmesi, çocuklarda hipnoz etkisi yaratıyor sanki, onların da bakışları donuklaşıyor. Bu doğru bir tespit mi sizce?

Hiç böyle düşünmemiştim; öyle bir ayrım olup olmadığını… Aynı figürün versiyonlarını yapıyorum ben, bu bazen bir bebek oluyor, bazen bir çocuk oluyor, bazen yaşlı bir adam, bazen bir kadın... Ama en nihayetinde hepsi aynı insana çıkıyor, onun versiyonları oluyorlar sadece. Çocukların ifadesi yetişkinlere göre daha masum olabilir. İkisi bir araya gelince figürleri okumak, “bu aslında o, o da bu” demek daha rahat oluyordur belki.

Bir de cinsiyet konusu var. Kadınlarla ilgili, süt motifinden ve emzirmekten gelen, sıklıkla kullandığınız bir annelik çağrışımı var. Erkeklerse pek pasif, öylece duruyorlar sanki...

(Gülüyor) O, devlet ana figürü. Besleyen. Fakat sadece kendi evlatları ve kendi evladı varsaydıklarıyla paylaşıyor sütünü. Devlet baba da öyle, kendi evlatlarından saymıyorsa hiç ilgilenmiyor yani. Mesela Ateşinle koru beni V’te, arkadaki ağaçta bir sürü gencin ve çocuğun kesilmiş kafaları sallanıyor, ama öndeki devlet ana hem kendi sütünden kendisi içiyor, hem de kendi çocuklarına masada süt içiriyor. Başka bir resimde ise sütünü devlet babaya içiriyor… Yani kendi kaynağını kendi yiyor veya yedirmek istediğine yediriyor. Gerçekte de öyle değil mi zaten? Birileri devletin üvey evlatlarıyken, birileri has evlatları oluyor. Onlara her şey çok serbestken, diğerinin ufacık bir zafer işareti bile büyük cezalara tabii oluyor.

Ali Elmacı, Kan görünce rüya bozulur sergi görüntüsü, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Bu konular her zaman mı ilginizi çekiyordu yoksa hayatınızda bir dönüm noktası oldu mu?

Ben hep bu konulara ilgi duymuşumdur, hep de böyle konuları işlemişimdir.

Çocukluğunuzdan gelen bir şey mi? Politik bir ailede mi büyüdünüz mesela?

Ailem politik değildi. Ağabeyim biraz ilgiliydi bu konularla, o da 12 Eylül dönemine denk gelmiş bir öğrenciliği olduğu için… Ailede politika konuşulmazdı, yani öyle politik bir ailede büyümedim. Ama çok da aile ile büyümedim açıkçası; kendi başıma büyüdüm diyebilirim. İnsan böyle şeyleri seçebilir mi bilmiyorum… Yani bir şekilde hayat oraya doğru yönlendiriyor, ‘o’ çekici gelmeye başlıyor. Orada beni çeken şeyin ne olduğunu tam olarak söyleyemem. Herkesi çeken bir konu var, benimki de bu.

Hatırlıyor musunuz peki kaç yaşlarınızdaydınız ilk bu konulara merak sardığınızda?

Ya, ilkokula gitmiyordum ve bir akşam bizimkiler haberleri izliyorlardı. Humeyni vardı ekranda, ben de onun resmini yapmıştım daha okuma yazma bilmezken. “İşte Humeyni!” demiştim, çok şaşırmışlardı onu çizdiğimi gördüklerinde. Bir şeyin resmini çizmek anlamında en eski hatırladığım bu. Neden ilgimi çekmişti bilmiyorum… İran devrimi sonrası televizyonda sürekli bu konu vardı, olayları da hatırlamıyorum çok küçük olduğum için, ama nedense aklımda kalmış. Çizdiğim resim bile gözümün önünde. Bir defterin ortasında küçücük bir portre yapmıştım, sakallı falan...

Ali Elmacı, Kan görünce rüya bozulur sergi görüntüsü, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Resme ilginiz hep vardı o zaman. Hayatınızı bu yönde devam ettirmeye nasıl karar verdiniz peki?

Üniversiteden sonra on sekiz ay askerlik yaptım ben. Bir gün nizamiyeye yaklaşmışım, girmeme birkaç metre var. 10 metre ileriden bir çavuş, “gel lan, gel koş!” diye seslendi bana. O on metrede, çavuşun yanına dar bir koridordan geçip gidene kadar, kesin olarak ve artık başka hiçbir şeyle uğraşmadan, hayatımda sadece resim yapacağımın kararını verdim. Hayatım boyunca hep bunu istiyordum aslında ama o on metrelik yol, kesin olarak karar vermemi sağladı.

Zor da bir karar… Ülkemizde “sanat sepet” diye bir tabir var; bununla bağlantılı olarak da sanatla profesyonel anlamda ilgilenmenin ve bu şekilde bir geçim sağlamanın zorluklarıyla ilgili bir anlayış.

Zaten para kazandığım yoktu doğru dürüst. Ancak geçindirecek kadar o zamanlar… Bir de kimseye sormadım ki ben, kendi başımaydım zaten. Kendime söyledim, “karar budur” diye ve hayatımda verdiğim en güzel karar oldu. Zor bir karar tabii ama o çavuşun “gel lan buraya” diye seslenişi, benim bu alana doğru somut adımlarla ilerleyişimmiş meğerse. O on metrelik yol…

Biraz da yaratım sürecinizden bahsetsek? Eserleriniz genelde bir serinin parçası oluyor. Önce hangisi oluşuyor? İlk olarak serinin konusunu mu belirliyorsunuz, yoksa belirli bir resim ya da heykel için aklınıza fikir geliyor, serinin konusu da oradan mı gelişiyor?

Genelde seri olarak düşünüyorum; “bundan bir seri yapmalıyım” diyorum, tek tek değil. Bütün seriyi aynı anda düşünmüyorum tabii. Çalıştıkça, üzerine ekleye ekleye gidiyorum. Bazen o seriler farklı kollara yönelip, ayrılıyor. Ama hep seri olarak düşünüyorum. Genellikle de konu önce ortaya çıkıyor.

Neyin hangi şekilde sunulması gerektiğine nasıl karar veriyorsunuz? Bu bir içgüdü mü?

Aslında ilk başta gözümde canlandırıyorum. “Bu, en doğru ne olarak olabilir? En doğru nasıl ortaya çıkar? Ne şekilde etkili olur?” diye düşünüyorum. Ancak o imaj gözümün önüne geldiğinde karar veriyorum “bu heykel olmalı” veya “bu resim olmalı” diye. Resim olursa nasıl olur; desen mi olmalı, boya mı? Şu sıralar değişik medyumlar üzerine başka planlarım da var…

Stüdyoda yalnız çalışıyorsunuz. Sizi en çok zorlayan şey ne?

Gece çalışmayı çok seviyorum ben. Öğleden sonra başlayıp, neredeyse sabaha kadar süren bir tempom var. Sabahın dördünde - beşinde fırça yıkamak beni çok zorluyor (gülüyor). Bir saat fırça yıkıyorum. Bırakamıyorum da ertesi güne, kururlar diye. Fırçalarım çok kıymetli benim için (gülüyor). Zorlandığım şey bu ama bir şikayet değil yani…

Ali Elmacı, Kan görünce rüya bozulur sergi görüntüsü, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Zenginler de ağlar serisinde bazı karakterlerin elinde fare var. O fareler ne?

Benim için ürkekliği temsil ediyor onlar. Fare, rahatsız edicidir. Hem farenin kendisi ürkek bir hayvandır, hem de fareden çok çekiniriz. Ortamı bozar. Bir evin içinde fare olduğunu bilmek, o evin artık bizim için hiçbir konforunu kalmamış demektir. O resimlerde de özel güvenlikli, villalı siteler var. Türkiye’nin en üst ekonomik tabanından insanların tercih ettiği yerleşim yerleri, İstanbul’da da bolca var onlardan. O zamanlar ben Ahmet Oran’ın asistanlığını yapıyordum ve nakliye işlerine yardımcı oluyordum. Çok defa o tip sitelere gittim ve bazen “bir mayın tarlası da döşediniz mi?” diye sormak istediğim oldu (gülüyor). Niye bu kadar çekinirler, neden bu kadar güvenlik… Orada fare bendim; sitelerinin tadını kaçırmasından korktukları şey. Beni hem ürkek ve işe yaramaz olarak görürler, hem de benim orada olmamı hiç istemezler. Çünkü ben orada olursam, orası onlar için artık yaşanalabilirlikten uzaklaşacaktır. Fare bunu temsil ediyordu. Yani “ben” dediğim, onların dışında olan herkes...

5 büyük boy menü ye, Kıvanç Tatlıtuğ ile romantik bir yemek kazan. Bu resim beni çok güldürdü.

(Gülüyor) Orada konu, bir statü olarak yemek yemekti. Sofrada nasıl otururuz? Kim nasıl yemek yer veya bize nasıl yemek yedirmek isterler? O yediğimiz şeyle biz neyi veriyoruz ve neyi yiyoruz esasen? O resimde sunulan, Kıvanç Tatlıtuğ ile yemek yeme şansı. Acaba o şans için biz ne gibi bir fedakarlıktan geçeceğiz? Neyle el sıkışıyoruz? En sonunda neye dönüşeceğiz? O masaya oturacağız belki ama nasıl biri olarak oturacağız? Nelerimizden vazgeçmiş olarak? Bu gibi sorular soruyordum.

Yemeği tek başına yiyor, yediği şey hamburger menüsü, masa süsten uzak… Ve yine aynı hipnotize olmuş yüz ifadesi var.

Evet, tam olarak öyle. Orada bir büyü var ve ona erişmek istiyor. Yediği şey aslında umudu.

Bir de resimlerinizin isimleri ve resimlerin üzerinde yer alan metinler var. Mesela Ateşinle koru beni serisinde metin ve resim bir araya geldiğinde, propaganda afişi gibi bir şey ortaya çıkıyor...

Evet, aynen öyle. O seriyi yaptığım zaman, Türkiye’nin 90’lı yıllarda barış sürecini bitirip (daha doğrusu barış sürecini katledip), karanlık, bilinmez, şiddet dolu ve militarizmin yükseldiği bir döneme geri dönüş yaptığı zamana denk geliyor. Tüm bunlardan etkilenerek yaptığım bir seriydi. Ateşinle koru beni, askeri bir deyiş. Bir mevzide eğitim alırken, mevziyi ileri taşımak için arkadaki, öndekine “ateşinle koru beni” der ve arkadaki öne geçer. Yani, “düşman cephesine ateş etmeye devam et ki onlar kafasını kaldıramasınlar, biz mevzimizi bir ileriye alalım. Sonra aynı şeyi ben yapayım ve en sonunda düşmanla burun buruna gelelim, onu imha edelim” taktiği. Bende de sekiz aylık askerlik eğitiminden kalan bir şey bu. O zamandan beri çok düşünmüşümdür; “ateşinle koru beni” ne demek? Ateş nasıl korur? Beni korumak için neyi yok eder? Böyle bir koruma gerçek olabilir mi? Karşı taraf da ateşiyle koruyacak zaten, o da beklemeyecek. “Ateşinle koru beni,” beni çok düşündürmüştür.

Ali Elmacı, Ateşinle koru beni III, 210 x 160 cm, Tuval üzeri yağlıboya, 2012

Resimlerin isimleri de sanki birer yol haritası gibi. Yani ismini bilince, resim sanki bambaşka bir anlama bürünüyor. Çok alışılagelmiş bir şey değil bu... Mavi elbiseli kız, Deneme II gibi isimlere alışığız genelde.

(Gülüyor) Evet, çok sıkıcı (tekrar gülüyor)! Ben, ismin bir aura’sı olsun; etkilesin, kapsasın istiyorum. Öylesine isim konulmaz. Bir çocuğa nasıl isim koyarsan, resme de isim öyle konulur. Özel bir şeydir; artık o, onunla anılacak demektir. O yüzden önemsiyorum bu konuyu. Hem vurucu bir etkisi olsun, hem de biraz mizah olsun istiyorum içinde. İnce eleyip sık dokuyorum diyebilirim bu konuda. Baya düşünüyorum.

Normalde yapamadığın eleştirileri mizahla yapabilirsin derler; insanları güldürdüğünde defans mekanizmaları ve ördükleri duvarlar düştüğü için. Sizin resimleriniz için de bu geçerli mi?

Mümkün olduğunca mizah kullanmaya çalışıyorum ben. Resimlerime bakan çoğu insan ilk başta gülüyor. Benim de çok hoşuma gidiyor, amacıma ulaştığımı hissediyorum. Ama böyle sonradan da hafif bir tedirginlik geliyor üstlerine…

Aslında Contemporary İstanbul’da yaşanan olay belki de toplum olarak mizah anlayışımızın yeteri kadar gelişmediğinin bir göstergesiydi… Sizce mizah anlayışına sahip olmak için ne gerekli?

Zeka.

Peki orada yaşananlar tahammülsüzlüğün bir örneği mi? Yoksa bir yanlış anlaşılma mı? Ya da hiç anlaşılamama...

Zaten mizah anlayışları olsaydı, tahammülleri de olurdu. Tahammül etmeyi öğrenselerdi de mizah anlayışları olurdu. Bütün bunların olması için zekalarını kullanabiliyor olmaları lazım, eğitimli olmaları lazım. Bunlardan yoksun olduklarını düşünüyorum.

Hedeflerine aldıkları heykel için, “bu sanat değil” demişler. Sanat nedir?

(Düşünüyor) Tam da bu bence. Nasıl söylesem…. Kabuk tutmayacak o yara, sürekli kaşımak gerekiyor. Kanayabilir, canın acıyabilir ama onun kabuk tutmasına izin vermemek gerekiyor. Böyle açıklayabilirim.

Ali Elmacı, Kan görünce rüya bozulur sergi görüntüsü, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Biraz da ArtOn’da açılacak serginizden bahsedelim. Bu sergi için “ideoloji nedir, kutsal nedir, siyasi ideoloji ne ile beslenir,” araştırdım demişsiniz. Neler öğrendiniz?

Bildiğim şeyleri tekrar ettim aslında. Güney Amerika kilise resimlerinden, Cusco School’dan referansla, o günün iktidarından yola çıkıp, bugünün iktidarını betimledim. İsa’yı bir iktidar olarak ele aldım; onun kendini feda etmesinden, bugünün iktidarının kendi ideolojisini devam ettirebilmek için kendisini feda etmesi arasında 180 derecelik bir dönüşüm var. Benim hareket noktam bu oldu. Aslında bir tür İsa portreleri yaptım. Bugünün İsaları onlar. Serginin ismi Kan görünce rüya bozulur. Bu bir deyiş. Bilmiyorum daha önce hiç duymuş muydun ama kötü bir rüya gördüğünde, eğer rüyada kan varsa, o rüya yorumlanamaz hale gelmiştir, geçerliliğini yitirmiş demektir. “Kan görünce rüya bozulur” bu demek. İsa’nın bir rüyası vardı ve kendini feda ettiğinde o rüyaya da kan girdi, kendi kanı. Dolayısıyla o rüya da bozuldu. Ama o rüyanın bozulması, başka bir gerçeklikte var olmasını sağladı. Kansız olmuyor demek ki... İsa orada kan dökünce, bugün, burada var oldu. Yayıldı. Kanla yayıldı ama... Sonuç olarak o rüyanın yorumlanabilirliği de ortadan kalktı, ortaya başka bir gerçeklik çıktı. Yayılan, güçlenen bir gerçeklik. Bugünün iktidarları da aslında birer İsa figürü.

Biraz açar mısınız bunu?

Bir ideolojinin, bir liderin vücudunda şekillenmesi, onun vücuduyla ideolojinin bir olması ve liderin kutsallaşması, bugün aynı şekilde geçerliliğini koruyan şeyler. Hem sağ, hem sol böyle. Birçok lider, bedenleriyle birlikte kutsal sayılıyorlar. “Onları her türlü korumalıyız ve onlar için kendimizi feda etmeliyiz” düşüncesine müthiş bir dönüş yaşanıyor, iktidar hep bunu öneriyor. “Feda edin kendinizi, kanınınız dökülsün. O kanı ben kutsal kılıyorum. Sen, kanını döktükten sonra şehitsin.” Senin ölümün en önemli şey. Sen toprak oluyorsun, ama iktidar diyor ki; “Hayır! Yok olmuyorsun. Sen artık ölümünle varsın, çünkü adının başına ‘şehit’ ibaresi koydum ben.” Bunu verecek güçte hissediyor kendini. Bina çöküyor, “şehit oldu” deniyor. O oldu, “şehit oldu”, bu oldu, “şehit oldu.” Bir başkasının şehidine de asla! “Hayır canım, ne alakası var, o şehir değil.” Çünkü iktidar kimin elindeyse, o bir elçi oluyor ve kutsallık onun eline geçiyor. “Ben burada iyi bir aracıyım, köprüyü ben kuruyorum. Sen de gel benim şemsiyem altında bulun ve bundan faydalan” diyor. “Bu uğurda can vermek bir faydadır senin için” diyor. Sergi genel olarak bunun üzerine kurulu; yani kutsalın liderle birlikte şekillenmesi, devam etmesi… Yaralarımla yaşıyorum diye bir seri var içinde; iktidarın hep mağduru oynaması, güçlü yanını hep saklaması ile ilgili. Başına ne geldiyse iyiliğinden ve doğru için olan mücadelesinden geldiğine olan inancını temsil ediyor. Buna ne kadar inanırız? İnanmayız.

İnanıyoruz aslında. Belki siz değil, ben değil, ama genele bakacak olursak, inanıyoruz.

İnanıyoruz, çünkü sürekli bu tekrarlanıyor. Oysa ki sokakta her gün aynı saatte ağlayan birini görsek, ilk gördüğümüzde şaşırır, yardım ederiz. İkinci gün yine öyle, üçüncü gün yine öyle. Ama beşinci, altıncı sefer, “bir insan bu kadar ağlayabilir mi?” diye düşünür, onuncuda ise “herhalde gerçek değildir” deriz. Çünkü imkansız bunun böyle olması, sorgularız. Ama bunu yapmıyoruz.

Neden yapmıyoruz?

Çünkü o şemsiyenin altından çıkmak istemiyoruz. O güvenli bulduğumuz bir alan. Ne pahasına olursa olsun, orada ölsek bile çok güvenli ellerdeyiz. Oradan dışarıya çıkmak demek, üşüyeceğiz demek. Üşümek istemiyoruz. “En azından sıcakta ölürüz” diyoruz.

Serginin basın metnine göre diğer sergilerinizin aksine, burada tanıdığımız figürler yer alıyor. Lady Gaga ve Rihanna gibi. Önceki sergilerinizdeki gibi kimliksiz değiller yani…

O, Rabbim beni baştan yarat serisi. Orada idollerini ağızlarında tutan, ısıran figürler var. “Onun gibi olmak istiyoruz, nasıl olabiliriz?” diye soruyorlar. Aslında ağızlarında ısırdıkları şey umut.

Ali Elmacı, Kan görünce rüya bozulur sergi görüntüsü, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Kıvanç Tatlıtuğ ile yemekte olduğu gibi…

Evet evet, aynen. Rabbim beni baştan yarat da o idollere olan bir öykünmenin hikayesi. Ama figürler, ağızlarında duruyor tabii ki...

Bir de kanguru boksuyla ilgili bir resim var…

Kanguruyu, İngilizler Avusturalya’ya gittiklerinde insanla geyik arası bir varlık olarak algılamışlar. Ne olduklarını bilmiyorlarmış ve bir çiftini alıp, İngiltere’ye getirmiş ve Londra’da sergilemişler. Sonrasında kanguru boksunu keşfetmişler. Bu, 90’lara kadar yapılan bir ‘etkinlik’ mi diyeyim, ne diyeyim? Spor da değil... İğrenç bir şey aslında. Adı ‘boks’ ama hiç adil bir dövüş değil. Kangurunun boynunda bir tasma var, bir kişi onu tutuyor ve bir boksörle karşılıklı mücadele ettiriliyor. Şartlar hiç eşit değil. Kimin kazanacağı aşağı yukarı belli bir müsabakada, yine de bir heyecan oluşturuluyor. Buradaki boksör, aslında iktidarı ve onun militarist yapısını temsil ediyor. Mücadeleci, gerekirse zor kullanabilecek, her zaman sahnede müsabakaya hazır olan bir kesimi... Kanguru ise iktidarın sürekli olarak oluşturduğu düşmanı.

Kan görünce rüya bozulur, mekânı sergiye dahil edeceğiniz ilk sergi mi?

İlk defa böyle bir şey yapacağım. Her şeyin tek bir resimmiş gibi görünmesini sağlayacağım. Benim dünyama küçük bir yolculuk yapılsın istiyorum. Böyle bir denemem olacak.

Her şey bu atölyede mi gerçekleşiyor?

Burası benim mabedim, her şeyim. Ama bazen gece uykumdan uyanıp, “evet ya, onu öyle yapmalıydım” diye kalkıp not alıyorum. Onun dışında her şey burada.

Evle atölye arasında net bir ayrım yapıyorsunuz yani.

Evet ikisini ayırıyorum ama eve kendimi taşıyorum tabii. Eve gittiğimde de düşünmeye devam ediyorum ama orada asla çalışmam, sadece not alırım. Askerde derlerdi, “beynini nizamiye kapısına koy, çıkışta alırsın” (gülüyor).

Yaptınız mı?

Yapamadım (gülüyor).

Ritüelleriniz var mı?

Neredeyse sabaha kadar çalıştığım için, buraya gelmem 12’yi buluyor. Sergi yoğunluğunda evimi ancak otel gibi kullanıyorum. Vaktim olursa belki bir film izliyorum evde, onun dışında uyuyup uyanıyorum, o kadar. Atölyeye ilk geldiğimde önce çay yaparım kendime, dünden kalan bulaşıkları yıkarım. Burada çok güzel simit fırınları var, simit alırım. Sonra da kendime güzel bir kahvaltı hazırlarım.

Hep Anadolu yakasında mı kalmayı planlıyorsunuz?

Evet, ben Kadıköy’ü çok seviyorum. Aslında Kadıköy’deki kalabalıktan da biraz sıkıldım, böyle ormanlık, şehir dışı bir yere mi gitsem diye düşünüyorum ama İstanbul’a geldiğimden beri Kadıköy’deyim. İki yıl Galata’da yaşadım ama yaşayamadım. Karşıda yaşama fikri bana çok zor geliyor. Her ne kadar kalabalık da olsa, Kadıköy’de biraz kasaba havası var. O havayı seviyorum. Eskiden bu mahalle o kadar güzel ve sakindi ki… Evden çıkardım, buraya gelene kadar 20 kişiyle selamlaşırdım. Manavı, kasabı, bakkalı, kahvenin önünde oturanlar, mahallenin ağabeyleri, teyzeleri… Herkesle konuşarak gelirdim, ama bugün artık o havası yok. Çok fazla kafe açıldı, dışarıdan çok fazla insan geliyor. Öyle olunca da buradaki halk gitti, bambaşka bir kitle geldi. O duygunusunu tamamen kaybetmese de yara aldığını söyleyebilirim.

Hiç yurt dışına gitmeyi düşündünüz mü peki?

İş için çok istiyorum. Bunun için çalışıyoruz, ArtOn’la da hayata geçirmek üzere olduğumuz bazı projelerimiz var. Ama yaşamak için hiç düşünmedim, düşünmüyorum da. Ben buradan gidebileceğimi sanmıyorum. Burada, ne bileyim Kemal Sunal’ı, Hababam Sınıfı’nı hepimiz hatırlar ve güleriz. Geçmişim olmayan bir yerde nasıl bir gelecek kurabilirim ki? Her şeyden kopuğum; geçmişlerinden kopuğum, esprilerinden kopuğum... O yüzden öyle bir yerde yaşamak için hiçbir hevesim yok. Gezmek olabilir, iş için gidilir, o kadar. Ayrıca ben kedilerimden de ayrılamam (gülüyor).

Böylesi güzel...

Comentarios


bottom of page