top of page
Eda Yiğit

Göçmenliğin coğrafyasında yer çekimine kapılmak

Geçtiğimiz günlerde yayınlanan Gravity of You isimli ilk fotoğraf kitabı vesilesiyle Suzan Pektaş ile göçmenlikten toplumsal cinsiyete, varoluşsal kaygılardan coğrafyaya, belgesel fotoğraftan çağdaş fotoğrafa, görsel hikâye anlatımının inceliklerine ve diyalog dinamiklerinin derinliklerine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik


Röportaj: Eda Yiğit

Tüm fotoğraflar: Suzan Pektaş







Suzan, fotoğraf ile yolun ne zaman ve nasıl kesişti?

Fotoğrafçıyım, kendimi görsel hikâye anlatıcısı olarak tanımlıyorum. Görsel malzemeye karşı küçük yaşlarımdan bu yana ilgim vardı. Gençlik yıllarımda farklı imgeleri ve görselleri kesip yapıştırma yöntemiyle biriktirirdim. Üniversite yıllarında fotoğrafçılıkla tanıştım. Fotoğrafı, kendimi ifade etmek ve yaratıcı olmak için kullanabileceğim potansiyel bir araç olarak görmeye başladım. Bir arkadaşımla karanlık oda kurdum ve ilk analog kameramı aldım. Benim için tam anlamıyla büyüleyici yıllardı. Daha çok kendime dönük bir üretim pratiğim vardı. Deneyime açık, kişisel bir keyif yolculuğuydu. Yıllar geçtikçe fotoğrafçılık giderek daha büyük bir tutkuya dönüştü.


Fotoğrafın senin için anlamını biraz aktarabilir misin? Fotoğraf alanında kişisel olarak yaşadığın dönüşüm ve üretim pratiklerinden bahsedebilir misin?

Fotoğraf bir mekânı, bir insanı keşfetmek ya da bir meseleye derinlemesine bakmak için kullandığım bir araç. Her bir çalışmamda kendimi görüyorum, kendimi yeniden keşfediyorum. Yıllar içinde aşamadığım korkular ya da başka duygularla yüzleşme süreci, içsel bir yolculuk ve keşif. Fotoğraf çekme ya da düzenleme süreci kendimi keşfetmem için bana özgür bir alan tanımlıyor.


Sıklıkla kendi portremi arıyorum. Bir kadın olarak, göçmen olarak, birey olarak, anne olarak... Başka insanlardaki yansımamı bulmak istiyorum. Bir yandan kendimin görsel ifadesini bulmaya çalışıyorum, diğer yandan fotoğrafın beni dönüştürmesini seviyorum. O yüzden fotoğrafla sürekli didişme halindeyim. Birbirimizle uğraşıyoruz. Kesinlikle beni daha cesur, daha meraklı kılıyor. Daha farklı olanı bulmaya ve ortaya çıkarmaya yöneltiyor. Her şeyi yapabilirmişim gibi bir hissiyat yaratıyor. Sanat pratiklerinden ya da belirli kalıplardan beslenerek değil, daha ham ve içgüdüsel hareket ederek, deneyimleyerek gelişen bir etkisi oldu.


Analog üretimden sonra dijital döneme geçiş yaptım. İlk yıllarda gezerek fotoğraf çekmeye yönelik bir üretim pratiği vardı. Gezi fotoğrafçılığı tabir ediliyordu. Ne yapmak istediğimi bilmiyordum ama denemeye açıktım. 2015 yılı itibariyle tek fotoğraflı bir yaklaşımdan daha proje odaklı bir fotoğraf yaklaşımına geçtim. Projeler üzerinde çalışmanın güçlü yanlarından biri, belirli bir konuya, mekâna ve yere odaklanmak oluyor. Sonrasında belgesel fotoğrafçılığa yöneldim. Kalıplara sıkışmış bir anlatım dilinden ziyade anlatmanın başka ihtimalleri üzerinde durdum. Dünya görüşümüz, duygu dünyamız, insanlarla ve çevreyle olan iletişimimiz, fotoğraflanan insanların varlığı ve bakış açısının sürekli değişim halinde olması, elde edilen görüntünün ortaya çıkış sürecini de etkiliyor.




Klasik belgesel ve çağdaş belgesel arasındaki ayrımlardan nasıl etkilendiğini anlatabilir misin?

1970'lerle birlikte belgesel fotoğrafın değişen sınırlarına tanık oluyoruz. Klasik belgesel ve çağdaş belgesel arasında kaldığım açmazlarım oldu. Geleneksel belgesel "şimdi" ile sınırlı kalıyor, zaman ve mekân boyutları kısıtlı. Geleneksel belgesel ile görünenin ötesinde bir hikâyeyi anlatamıyor, bir duyguyu ifade edemiyor, 20-30 yıl önce ne yaşadığını resmedemiyorsun. Çağdaş belgesel pratiklerini araştırıp ona doğru yönelerek kendi açmazlarımdan sıyrıldım. Çağdaş belgesel, fotoğraf-yazı, fotomontaj, sahneleme gibi imkânları ve temsil stratejileri aracılığıyla, geleneksel temsilin içinde bulunduğu zaman-mekân sıkışmasını aşıyor. Ben fotoğraflarımı metinlerle buluşturarak daha eklektik, hibrit nitelikler taşıyan, kişisel bir belgesel tarza sahip olduğumu düşünüyorum. O yüzden asıl mesele fotoğraf değil, kamerayı elime aldığımda nasıl bir insana dönüştüğüm.


Kendi portreni aradığını söyledin. Sende var olan bir portre değil de sanki senin olasılıklarını var eden bir portre aramaktan mı söz ediyorsun? Kendini tanımlarken kimliğini oluşturan parçalarla, yani göçmen, anne, birey, kadın-oluş biçimleriyle nasıl ilişkilendiğini biraz anlatır mısın?

Bir fotoğrafçının cinsiyetinden bağımsız hareket etmesi söz konusu değil. İmgenin de fotoğrafçısı üzerinden bir cinsiyeti vardır. Toplumsal cinsiyet bağlamında deneyimler nasıl farklılaşıyorsa sanatsal üretim pratikleri de ayrışıyor. Kadınların hayata dair kadın duyarlılığı diyebileceğim bir incelik taşıdığını düşünüyorum. Bu, fotoğrafın konusuna, karakterlere ve unsurlara göre değişiyor. Kadın fotoğrafçılar her alanda varlar, üretiyorlar ama yüzyıllardır karar verici konumunda olan eril bir tahakküm mevcut. Kadınların, yaşam alanlarını daraltan ve kadın bedenlerini fotoğraflarında nesneleştiren, erkin bakış açısıyla düşünen ve üretenlere karşı mücadele vermesi gerekiyor. Kadınlar kendi hikâyelerini anlatmalı. Kadınların yaşadıklarını, hissettiklerini, tarihlerini, hayatın onlardaki izlerini kadınlar daha çok anlatsın. Benim de çokça üzerinde durduğum konulardan biri bu.


Fotoğraf kitabı nasıl bir süreçti?

Heyecan vericiydi. İki yıl kadar üzerinde düşündüğüm, bir yıldan fazla da üzerinde çalıştığım bir projeydi. Birçok hatırama başvurdum. Onlarla oynadım, onları dönüştürdüm. Her hatırlamada yaşanan biçim değişimi bana kendimi güzel hissettirdi. Fotoğraf kümelerinden oluşan bir seriden öte daha belirgin bağlamlar nasıl oluşturabilirim diye düşündüm. Yıllar önce çektiğim dijital fotoğrafları analog fotoğraflarla bir araya getirdim. Yirmi yıl öncesinin hikâyesini yeniden yazdığımı hissettim. Anne olduğumda nasıl hissettiğimi ya da çok yakın bir arkadaşımla yan yanayken nasıl bir ruhsallığı paylaştığımı düşünerek bir hikâye oluşturdum. Aslında tek bir hikâye ortaya çıkmadı, birbiri ile bağlantılı birçok kısa hikâye çıktı. Bu hikâyelerle “kendimin coğrafyası” ortaya çıktı.





Kitabın adına nasıl karar verdin? İçerik ile başlık nasıl birbirini buldu?

Kitaba ismini veren gravity sözcüğü ya da türkçe karşılığı ile “yerçekimi” bir bedeni, bir kütleyi dünyanın merkezine ya da kütlesi olan başka bir bedene doğru çeken kuvvet olarak tanımlanıyor. Bu tanımı okuduktan sonra yerçekimi sözcüğü beni uzun süre meşgul etti. Gravity sözcüğünde daha derinlikli bir anlam aradım ve ruhuma ağırlığını veren şeylerin bir çeşit yerçekimi gibi küçük kütlelerin, geçmişimde iz bırakan olayların, hayatıma kesik atan anıların bir birikimi olduğunu gördüm.


Aslında ruhuma ağırlık veren taraf buydu. Hikâyem de burada başlıyor. Kişisel tarihimde iz bırakan deneyimleri yeniden gözden geçirdim. Ruhuma ağırlık veren bu yerçekimini görsel olarak yeniden nasıl inşa edebileceğime odaklandım. Tüm bu birikimleri bir genç kız, bir kadın olarak hayatımın varoluşsal anları ve durumları olarak görüyorum. Kadınlık deneyimini odağıma alarak yakın arkadaşlarımla ya da ailemle çalışıyorum. Kadın dostlarımla yaşadığım deneyimlerden bana kalanlar böyle bir yaratıcılık ve hayal gücü atmosferinde birleşti. Yıllar boyunca kendi bedenim adım adım olgunlaşırken kendimi de fotoğrafladım.


Bir coğrafya içerisinde, belirgin olmayan bir arka planda kadınların bedenlerinin değişimlerine tanıklık ettiğim izole bir fotoğraflama süreci oldu. Onların mekânla, fanteziler ve yanılsamalarla etkileşimi, kadınlıklarında tezahür eden enerjilerinin açığa çıkması beni çok etkiledi. Sonra kızım büyümeye başladı. Artık 13 yaşında ve onun aynı gri alanlarda büyümesine, serpilip gelişmesine, içindeki kozadan kurtulmasına tanıklık ediyorum. Onun bedeni masumiyet ile masum suçlar arasında bir yerde denge buldu. Kendi genç kızlık halimden kesitler görüyorum. Daha saf bir benlik var orada ama yavaş yavaş gölgeler de ekleniyor.


Ama? Belli ki gölge metafor olarak seni huzursuz eden bir varlık. Öyle mi?

Saf ve doğal bir benlikten kadın kimliğine evrilmek gibi… Gölgelerin eklenmesiyle bir orman olmaya başlaması, bedenin evrilmesi ve ruhuna ağırlık gelmesi, farklı bedenlerle etkileşim… Gölge bunlara tekabül ediyor. Keşfedilmeyi bekleyen ya da keşfedilmesi gereken alanlar. Kitaptaki imgeler kadın bedeninin sürekliliğine, ruhundaki değişimlere, varoluşumuzun iç içe geçmiş, kendini tekrar eden örüntülerine odaklanıyor.


Fotoğraflarda kurguladığın dünya, kadınlarla paylaştığın dünya. Onları fotoğrafa ortak ediyorsun. Kitapla nasıl ilişki kurdular?

Onlar benim hikâyemin içindeydi. Kendimle özdeşleştirdiğim başka insanların hikâyeleri de olabilir. Bir mekâna dahil oluyoruz, kendimizi soyutluyoruz, karşılıklı hikâye anlatmaya başlıyoruz. O hikâyeler zaman zaman bir performansa ya da bir dansa dönüşebiliyor. Çekim sürecinde bazen yakın bazen mesafeli bir duruş sergileyebiliyorum. hikâyeleri o anda hissettiğim gibi anlatmayı seviyorum. Kadın özneler anonim birer kimlik de kazanarak hikâyemin karakterlerine dönüşüyorlar.


Çocukluğumdan beri utangaç bir yapım var. Bu nedenle hayatı uzun zaman göz ucuyla uzaktan gözledim. Kendi iç dünyasında kaybolmuş karakterleri hemen anlıyorum. Bazen onlarla aramda sessiz bir diyalog kuruluyor. Fotoğraftaki karakterlerin mekânla etkileşim içinde olduğunu düşünüyorum. O anda hikâyeyi, fikri, duyguyu destekleyecek dolaylı bir anlatıma başvurduğum da oluyor.


Kendimin coğrafyası tanımına ek olarak fiziksel coğrafyanı da merak ediyorum. Doğduğun coğrafyadan, fotoğrafa konu ettiğin ve ilgini çeken fiziksel coğrafyalardan hatta topografyalardan bahseder misin?



Birkaç coğrafyanın kesişmesi var. Özellikle son yıllarda ürettiğim Dreams the Black Sea adında Karadeniz’i konu alan bir fotoğraf serisi var. Aidiyet duygusu çok uzun zamandır üzerinde durduğum bir konu. Ama annelik, siyasi iklim, yıllar sonra doğup büyüdüğüm toprakları ziyaret etmek gibi birçok etken beni aidiyet fikri hakkında yeniden düşündürttü. Nereye ait olduğumu çok sorguladım. Bulgaristan'dan geliyorum ama çok daha geniş bir coğrafyayla, Balkanlar ile kendimi tanımlıyorum. Bir ülkeden ziyade daha fiziksel bir coğrafyayla bağ kuruyorum. Doğup büyüdüğüm



yerlerin sosyokültürel yapısı, dağları, insanları… Esas bu etkileşimden beslendiğimi düşünüyorum.


Bulgaristan'da büyüdüm. 1990 yılında Türkiye'ye göç ettim. Ergenlik dönemindeydim. Göçmen bir kadın olarak portremi her zaman aramaya devam ediyorum. Benim 13 yaşında deneyimlediğim şeyi başka insanlar, başka topluluklar, başka kadınlar nasıl deneyimliyor? Benzer süreçlerden geçiyoruz ama kişisel hikâyeler de ortaya çıkıyor. O kişisel hikâyeleri merak ediyorum.


Göç etmeden önce daha özgür bir hayatın olduğunu söylemiştin. Nasıl yaşanan bir özgürlüktü?

Belki sadece yaşayarak hissedilebilen bir özgürlük. Kelimelere çok dökülmüyor ama temel hakların tanınması, sosyal devlet olma hali, eğitim hakkı, düşüncelerini özgürce ifade etme gibi karşılıkları var. Neticede komünizmin hakim olduğu bir coğrafya. Ama öte yandan asimilasyon sürecine de tanık oldum. İsmim değiştirildi. Bunların bir çocuk olarak üzerimdeki etkileri yadsınamaz. Ayrımcılığa da farklı noktalarda maruz kaldım ama orada cinsiyetle ilgili bir ayrımcılık yaşamadım. Bununla Türkiye coğrafyasında yaralayıcı bir şekilde karşılaştım. Bu nedenle bir kadın hikâyesi anlatma derdine düştüm.

Oradaki Bulgar ismin neydi? Yeniden adlandırılmak sana neler hissettirdi ve nasıl alıştın?

Sıbina. Okuldaydım bir gün. Öğretmenim benim gibi Türk olan birkaç arkadaşımla birlikte bizi bir odaya topladı. “Bu konu ailenize aktarıldı ama ben de sizlere aktarmak istiyorum, isimleriniz değişecek. Hepiniz bundan sonra bir Bulgar ismi taşıyacaksınız,” dedi. Ben anlamadım; 7-8 yaşlarındaydım. Neden ismim değişiyor? O yaşlarda bunu ideolojik bir konu olarak algılayamıyorsun. Bunun etkilerini çok sonra algıladım ve kavradım.


Adımın değişmesi sadece bir gün sürdü. Dün Suzan'dım bir gün sonra Sıbina oldum. Sıbina ismini göçle birlikte Bulgaristan’da bırakmış oldum. O ismi beş yıl kadar kullandım. 1985 yılında ismim değiştikten birkaç ay sonra başka bir mahalleye taşınmıştık. O mahallede Türk olduğumu hiç söylemedim. İsmim de Sıbina'ydı. Aslında çok enteresan. Farkında olmadan bir duygu, bir rahatsızlık oluşuyor ve o rahatsızlığı bu şekilde giderebileceğini düşünüyorsun. Böyle birkaç ay sürdü ve sonra benim Türk olduğumu öğrendiklerinde bir süre benimle konuşmadılar.


Hiç Türkçe bilmeden Türkiye'ye göç ettim. Yeni bir dil öğrenmek, yeni bir kültüre alışmak zor oldu. Yeni kültürel kodlar var. Hıristiyan bir ülkeden tamamen Müslüman bir ülkeye göç ediyorsunuz. Dünyanıza din ve milliyetçilik gibi farklı kodlar da dahil oluyor. Göçün çok boyutlu bir yapısı var.

Ayrımcılığın farklı biçimleri de birbirinin içine akıyor. Türkiye'deki gündelik hayat pratikleri içerisine karışma süresi nasıl yaşandı ve kimliğini oluşturdu?

Sakarya'da çok küçük bir köye göç ettik. Bir mahalleye dahil oluyorsun, zaten hemen farklılaşıyorsun. Herkesin gözü üzerinde oluyor. Her yaptığın, her konuştuğun gözlemleniyor. Mini etek giydi, akşam sekizde geldi, bir erkekle konuştu. Din hayatın bir parçası olmak zorunda. Yazın Kur'an kursuna gitmek zorundasın. Bir yandan bedenin değişiyor, büyüyorsun. Ağırlıklı olarak kadınlara uygulandığını düşündüğüm psikolojik ya da fiziksel bir şiddet vardı. Bunu bizzat yaşadım. Minibüse binmeye korktuğum zamanlar oldu. Biraz hava karardıysa koşa koşa eve gitmeye çalıştım. Bu her an, her saniye hatırlatıldı. Sokakta yalnız kalma, gece dolaşma, erkeklerden uzak dur, dini bütün ol. Birçok aşamadan geçiyorsun. Bu aşamaların içerisinden geçerken kendin olduğunu düşündüğün bir kimlik ediniyorsun ama bu kimliğin üzerinde tüm bu aşamaların izleri var.

Bana başka bir konuşmamızda dedeni de bir coğrafya gibi anlatmıştın. Onun hikâyelerinin senin hikâyelerine nasıl dönüştüğünü ve onunla ilişkinizi biraz paylaşabilir misin?

Dedem tiyatro oyuncusuydu. 40'lı yaşlarında bir kaza geçiriyor ve sakatlanıp genç yaşta emekli olmak zorunda kalıyor. Rüyaları ve sanrıları arasında kalan bir yapısı vardı. Dedem gün gelir dünyanın en iyi hikâye anlatıcısına, gün gelir huysuz ve mendebur birisine dönüşürdü. Onun seyircisi, torunları ve çocuklarıydı. Onu biz canlı tuttuk.



Onun hikâyesinin karakterleri bir süre sonra benim karakterlerim oldular. Büyükbabamın öykülerinde sıklıkla yer verdiği beyaz, başsız atlar vardı. Bunlar benim için zamanla tekrarlayan imgelere dönüştü. Neredeyse ruhsal bir ağırlığı da tetikledi. 25 yıl sonra doğup büyüdüğüm yeri, Bulgaristan'ı ziyaret ettiğimde benim için mitolojik, renkli bir çocukluk hikâyesi oluştu. Kişisel hikâyemi yeniden yaratmak, yeniden canlandırmak gibi bir sürece dönüştü. Ailemi ve yıllardır görmediğim çocukluk arkadaşlarımı bulup onları hikâyeme dahil ettim. Hepimiz için eşsiz bir deneyim olsun istedim. Mekânı, karakterleri bende uyandırdıkları hisleri anlatan bir yola başvurdum. Dedemin hikâyelerinde anlattığı karakterler bazen kırmızı elbise giymiş güzel bir kadın ya da kendini Karadeniz sularına bırakmış bir karakter de olabiliyordu. Bu karakterler, bazen hiç tanımadığım ve yolculuklarımda karşılaştığım insanlarda hayat buldu.





Dedem bana başsız at öyküsünü ilk anlattığında bir tek şeyi düşündüm: o at, adamın özlem duyduğu karşı kıyılara ulaşabildi mi? Evet, öyküdeki adam gibi uzun yolculuklar çekiyor beni de. Beni hiç bırakmayan başsız at imgesinin peşinden yola koyuldum, karşı kıyılara ulaşmaya çalıştım. “Sen o yüzden bir kahramanım olacaksın. Anlamlı bir hikâyede bir düş üstü yaratığı,” dedim.


Geçmiş biraz da şimdi hissettiklerimizle algılanan bir şey. Bugün ne yaşıyorsan ve hissediyorsan, geçmişi biraz öyle algılıyorsun. Unutup yeniden hatırlıyorsun, hatırladıkça, anlattıkça, tekrarladıkça kaydedildiği yere dokunduğunu düşünüyorsun ve böyle düşünmek beni sabitlenmiş geçmiş algısından kurtarıyor. Geçmişe bağlıyım ama geçmişi dönüştürdüğüm için de özgür hissediyorum. Bunu dedemin anlattığı hikâyelerde fark ettim. Çıktığım tüm yolculuklarda bu hikâyelerden bahsettim. Zamanla bunlar gerçekten dedemin anlattığı bir hikâye miydi yoksa dedemin hikâyesini ben dönüştürerek başka bir hikâye mi anlatmaya başladım diye düşünmeye başladım. Performatif bir eyleme dönüştü benim için. Çıkış noktası belki dedemin anlattığı hikâye ama süreç boyunca o hikâye başkalaştı ve benim hikâyem oldu.





Senin hikâyenin bir parçası olan başka bir göçmen kadın hikâyesi Naomi. Ben seni o hikâyeyi anlatmanın yollarını ararken tanıdım. Naomi ile ilişkiniz nasıl başladı?

Afrikalı, zeki, güzel, genç bir kadın olan Naomi ile 2017 yılında tanıştım. İlk görüşte ilgimi çekti ve uzun saatler sohbet ettik. Kendi göç hikâyesini ve hayallerini anlattı. Kendi coğrafyam kadar farklı coğrafyaların kesişimi ya da örtüştüğü alanlar da beni içine alıyor. Üst üste konulduğunda hangi alanlar birbirine teğet geçiyor? Afrikalıların bir yanda topluma uyumlanma biçimlerine, diğer yanda kapalı bir komün olarak yaşama biçimlerine belgesel bir çalışma olarak baktım. Bir yandan bunları belgelerken bir yandan Naomi'nin kişisel hikâyesine de odaklandım. Naomi’nin bir kadın göçmen olarak kendini gerçekleştirme çabasına tanıklık ettim ve hikâyelerimiz birbirine aksetti. Onun dünyasını katman katman çözmeye ve aramızda daha güçlü köprüler kurmaya çalıştık. Proje onun kendi yolunu açma çabası etrafında şekillendi. Zaman içinde yaptığımız çekimlerde Naomi hakkında birlikte bir yaratım süreci içine girdik ve ortak bir anlatıma dönüştü. Göçmenliğin kendine has bir deneyim dağarcığı var. Bu hareketin doğası arkada bir şeyler bırakmak, yeniden başka bir coğrafyada yaşama pratiği kazanmak.





Göçmenlik konusuna kavramsal olarak nasıl yaklaşıyorsun? Göçmenlik üzerinden bir yandan ayrımcılık körüklenir, nefret söylemi üretilirken diğer yandan "hepimiz göçmeniz" söylemine tanık oluyoruz. Güvencesizleştikçe kırılganlaşıyoruz. Artık başımıza her şey gelebilir ve her an göçmen olabiliriz.

Ben göçmenlik hikâyesi anlatıyorum. Ülkeye ya da şehre sonradan eklenenlerin hikâyesini anlatmaya çalışıyorum. Yeni bir dil öğrendiğimde 12-13 yaşlarındaydım. Bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir kültüre entegre olmak durumunda kaldım. Bundan kendimi soyutlamam mümkün değildi. Göçün toplumsal boyutundan ziyade kişisel boyutuna odaklanmak istedim. Hangi nedenlerle göç ediliyor? Geride kalanlar neler ve kimler? Göç edilen yerde ne bulunuyor? Bundan sonrası için hayalleri nedir göç edenlerin? Naomi'nin memleketi Sierra Leone’yi de 2019’da ziyaret ettim. Bir çocuğun hayalinden başlayıp bir genç kadının hayallerine evrilen bir süreç var. O hayaller coğrafyadan coğrafyaya nasıl evrildi, göçle birlikte nasıl değişti? 7-8 yaşlarında bir çocuk olarak hayali sadece kendi ülkesinde mutlu bir yaşam sürmekken, 2013 yılında Ebola (2) gibi bir salgın hastalıkla mücadele sürecine tanıklık etti. Başka bir ülkeye, Türkiye’ye göçtü ama hayal etme eylemi durmuyor. Hayal, insanı hayatta ve ayakta tutan bir şey.


Senin fotoğraflarınla ve anlattığın hikâyeyle, izleyicin nasıl bağ kuruyor? Takipçilerinden nasıl geri bildirimler alıyorsun? Senin gerçek hayatta olduğun hal ile sosyal medyadaki sen arasında benzerlikler ve farklıları aynı anda görüyorum. Bunu nasıl inşa ettin?

Sosyal medyayı bir günlük olarak görüyorum. Kendi çalışmalarımın biraz daha dağınık bir yansıması. Birçok insan beni sadece sosyal medya ortamında tanıyor. Farklı karakterde izleyicilerim olduğuna inanıyorum. Kimi belgesel kimi kişisel projelerimi seviyor.


Benim için fotoğrafçı demek sadece fotoğraf çeken anlamına gelmiyor. Buluntu imgelerle de çalışabilir bir fotoğrafçı. Bir araştırma konusu, bir fotoğraf projesi olabilir. Fotoğrafçı, fotoğraf kullanarak üretim süreci gerçekleştiren bir kişi demek. Sosyal medyada, bazı insanlar beni bir Instagrammer olarak görebilir. Belirli bir izleyici kitlesini etkileyen biri olarak görenler olabilir ya da belgesel proje üreten bir fotoğrafçı olarak görebilirler. Herkesin bağ kurma biçimine göre değişebilir. Geri bildirim açısından, çalışmalarımı ön plana çıkararak yorum yapanlar var. Çekim tarzımdan kişilik analizi çıkaranlar var. Sosyal medyada fotoğrafı like ve Emoji dünyasına indirgediğinizde sanal mutluluklar oluşuyor. Bundan sıyrılmak gerekiyor. Kendimizi otantik hissettiğimiz ve vizyonumuzu yansıtan işler üretmenin önemli olduğunu düşünüyorum. İzleyicilerimin de beni otantik bulması hoşuma gidiyor. Demek ki bazı şeyleri farklı yaptığımı ve kendime özgü bir dil geliştirdiğimi düşünüyorlar.




Renklerle ilişkin de bana özgün geliyor. Özellikle Karadeniz serisinde renklerle ilişkin hissediliyor. Bu konuda ne düşünürsün?

Çok uzun süre önce siyah beyaz fotoğrafın duyguyu daha fazla yansıttığını düşünüyordum. Zaman içerisinde düşüncem değişti. Rengi daha çok kullanmaya başladım. Rengi daha dramatik bir ifade vermek için kullanıyorum. Renkleri ve ışığı, atmosferi daha dramatik hale büründüren bir unsur olarak kullanmaya başladım. Özellikle Karadeniz serisinde bunu deneyimledim. Benim için o anlamda farklı bir yeri var. O hikâyede 25 yıl önce tezahür eden kişisel hikâyemle baş başa kaldım. Benim için 25 yıl önce olan bir şeyi anlatmak kolay olmadı. Semboller, metaforlar devreye girdi. Kelimeler kuruldu. Ama bence en önemli unsur renkti. Belgesel, kurgusal, yer yer sahnelenmiş fotoğrafları bir araya getiren unsur renkti benim için.


Fotoğraf kitabına ek olarak epeyce otobiyografik bilgi de edinme şansı verdiğin için teşekkürler. Seni yakından tanımak, senin fotoğrafının dünyasından göçmenliği, kadın-oluşu, geçmişin zamansallığını yeniden düşünmeye vesile oldu. Bu güzel söyleşi için çok teşekkürler.

Ben de teşekkür ediyorum. Benim için keyifli, yer yer düşündürücü bir deneyim oldu. Çok da bilinmeyen bazı yönlerimi ve üretim pratiklerim ile ilgili uzun uzun kendimi aktarma alanı bulduğum için mutluyum.




 

(1) “Kadın-oluş’un göçebe/azınlık/moleküler/organsız beden-oluşların tümünün temeli olması şaşırtıcı değildir çünkü kadın tüm ötekilerin en temel olanıdır. Tüm oluşlar gibi kadın-oluş tamamlanmamış bir süreç, bir inşa halidir, kadın bir arzu devrimi yaparak çoklu arzuları serbest bırakmalıdır ancak o zaman gerçek anlamda özgür olabilecektir. Kadın bir özne olarak molar bir birim ise kadın-oluş molekülerdir.”

Kemik, D. (2014). Gilles Deleuze’ün Felsefesi ve Queer Teori: Kadın-Oluş Kavramının Düşündürdükleri. Kaos GL Dergi, 138, 42–47.


Comments


bottom of page