Balat’ta konumlanan The Pill’in kurucusu Suela J. Cennet, Fransa’da öğrenim görüp burada bir süre sanat alanında çalıştıktan sonra tecrübesini, hayallerini ve hevesini alarak İstanbul’a geldi. Üç yıl önce The Pill’i kurarken aklında “su üzerinde yüzen” bir galeri olduğunu söyleyen Suela J. Cennet, dönemin sanatçılarına kapı açan ama akışkan ve hareket hâlinde olabilen bir yapı hedefliyor. Suela J. Cennet’le bugüne dek yaptıklarını, güncel hedeflerini ve galericiliği nasıl ele aldığını konuştuk
1042 kelime
Suela J. Cennet, Fotoğraf: Elif Kahveci
Galeriniz nasıl kuruldu, başlangıç hikâyeniz nedir, sizi böyle bir yer açmaya iten sebepler nelerdi?
Galerinin hikâyesi 2010 yılına uzanıyor. Galeri hakkında kurduğum hayal, su üzerinde seyyar bir platform yapmaktı. Tabii ülkenin şartları ve ekonomik belirsizlikleri daha geleneksel bir galeri yapısına yönelmeme sebep oldu.
Paris’ten buraya geldiğim sırada, bu şehre faydam olmasını istedim. İstanbul çok sevdiğim bir şehir, karmaşasından ve bulunduğu konumdan beslenmeyi seviyorum. Bulunduğu konum, gerek sosyal gerek politik açılardan bizi düşünmeye sevk ediyor. Sanatçılar için de, bizim için de zorlayıcı ve zengin sorgulamalar birleşiyor. Dolayısıyla Türkiye sorgulamak istediğim alanlar için ideal bir ülke. Galerinin programı tarih, arşiv, iz bırakma ile ilişkili ve bütün bu konular Türkiye’yi yakından ilgilendiren meseleler. 2010 yılından beri aklımda olan bir plandı burası. Süreç o yıllarda başlamıştı. Fransa, Almanya, Amerika gibi ülkelere nazaran kamusal mekânların yoğun olmadığı bir ülkede, galerinin görevi çok farklı oluyor. Hayalim, Paris’te devam etmektense, The Pill’in gücünü artırmak.
Sanatla ilgilenmeye nasıl başladınız ve galericilik alanına yönelmeniz nasıl oldu? Kendinize ait bir galeriniz olması isteğiniz nasıl ortaya çıktı?
Tesadüf değil de tutkunun beni götürdüğü yer oldu. Felsefe ve siyaset bilimi okudum, kamu yönetimi ve uluslararası ilişkiler üzerine yüksek lisans yaptım. Fransa’da Kültür Bakanlığı için, ülkenin kültür durumu üzerine bir rapor hazırladım. Siyaset bilimi okurken Paris Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat tarihi derslerine katılıyordum. O sıralarda kendi kuşağımdan sanatçılarla tanışma fırsatım oldu ve küratörlük yapmaya başladım.
Galeri kurmak için bana en büyük cesareti eski kuşak duayen galericilerden Daniel Templon verdi. Okulu bitirirken yaptığım işleri duyup galerisine davet etti. 26 yaşındayken sağ kolu olmamı istedi ve galerinin uluslararası direktörlüğünü üstlendim. Birlikte galeriyi büyüttük. Brüksel ve Paris’te diğer şubelerini açtık. Genç yaşta çok güzel bir tecrübe oldu benim için. Kendi yolumda yürüyebileceğim inancı verdi bana.
Suela J. Cennet, Fotoğraf: Elif Kahveci
Beraber çalışacağınız / çalıştığınız isimleri nasıl görüyorsunuz, nasıl seçiyorsunuz?
Kolay bir konu değil, uzun süreçlere yayılan bir karar. Galeriyi kurarken iki seçeneğim vardı, üst seviyeye ulaşmış fiyatlarda olan sanatçıları seçmek ya da benim jenerasyonumdan olan sanatçılarla çalışmak. Jenerasyonumun sanatçıları ve koleksiyonerleri ile büyüyüp bir öykü yazmak istedim. Bunların arasında kavramsal, estetik, entelektüel uyuşmaların olması gerekiyor. Benim için en önemlisi de sanatçıyla anlaşabilmek. Sanatçı - galerici ilişkisi çok özveri isteyen bir işbirliği. Yedi gün 24 saat hiç bitmeyen bir iş bu. Gerçekten bu işi tutku ve iradeyle yapabilen, aynı etik değerleri paylaştığım sanatçılarla çalışmayı tercih ediyorum.
Size göre günümüz Türkiyesinin sanat ortamında galerilerin nasıl bir yeri var?
Günümüzün Türkiyesinde galerici olmak çok zor. Çok olgunlaşmamış bir pazar ve bir kültürel ağ içindeyiz. Organik büyüyen bir ortam sağlanması biraz güç ve öte yandan bu eksikleri kapatan galeriler var. Yerli ve yabancı okullardan, kurumlardan ziyaret edenler oluyor. Burayı bir sanat enstitüsü gibi geziyorlar ve bu bize büyük keyif veriyor. Neticede bir galerinin ilk fonksiyonu bilgi akışı sağlamak. Günümüz Türkiyesinde sanat galerilerinin yeri çok önemli ve değerli, dolayısıyla galeri sayısının artmasını gönülden diliyorum.
Galericiliği nasıl tanımlıyorsunuz, sanat dünyasında nasıl bir yere oturuyor sizin için?
Aslında galericilik bir zincirin parçası, birleştirici bir güç, bir nevi bir köprü görevi üstleniyoruz. Aracı kurum da denebilir yeri geldiğinde. Ana ve temel görevi sanatçıları sanat izleyicileriyle buluşturmak. Bugün bu misyonun sağlıklı ilerlemesi için eskiye göre daha da vizyoner olmak gerektiğini düşünüyorum. Daha fazla risk alıp, daha fazla şaşırtmak. Beklenmediği yerde olmak, comfort zone’dan çıkmak gerek.
Beni en çok heyecanlandıran şeyler arasında izleyicileri şaşırtabilmek ve onların yeni keşifler yapmalarını sağlamak yer alıyor. Galericilik aslında biraz nankör bir meslek çünkü galeriler bir yandan ticari bir aracı kurum olduğu için kapitalist sistemin kara lekesiymiş gibi algılanabiliyor. Öte yandan galeriler olmazsa kimi sanatçılar üretim devamlılığını sağlayamayacak hâle gelebilir.
Size göre bu formun evrileceği bir yer veya ilerleyeceği bir alan var mı?
Tabii ki. Son zamanlarda, galerilerin mekânsızlığa doğru evrilmesi gibi konular ilgimi çekiyor. Bu tartışmanın çerçevesinde doğan bazı yeni modellere yakından bakıyorum, örneğin galerilerin bir nevi ortaklık oluşturup, ortak mekânlar seçip, ortak depolar kullanarak güçlerini birleştirebileceklerine inanmak istiyorum. Bu tarz yeni modellerin örnekleri Avrupa’da, Meksika ve Los Angeles gibi yerlerde işlemeye başladı bile.
Kurulduğunuz zamandan bugüne Türkiye’de sanat ortamının geçtiği süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Galerilerin kapandığı bir dönemde The Pill’i açtım. Ciddi bir ekonomik kriz vardı ve ülke belirsizlikler içindeydi. Kimsenin inanmadığı bir zamanda açıldık ve şu an üçüncü yılımızı kutluyoruz. Galeriyi açmadan önce iki yıl piyasa araştırması yaptım, koleksiyonlarla işbirliklerim oldu ve o süreçte Türkiye’yi de yakından takip etmeye başladım. Bu kadar zor bir dönemde böyle bir başarıya sahip olmak bile keyif verici. Yurt içi yurt dışından takip eden kitle bizi sevindiriyor. Leyla Gediz’in son sergisinde yaptığı bir iş geliyor aklıma: Zor günlerde sanat. Karamsar olmamak lazım.
The Pill’in bulunduğu yeri nasıl neye göre seçtiniz?
Hazırlık aşamasında pazar araştırması yaparken, epey bir mekân gezdim. Bu sırada Balat’ta bir yerden bahsettiler ve orayı görmeye giderken tesadüfen bugün bulunduğumuz galeriyi gördüm. Balat benim için çok özel bir yer. Galerinin bulunduğu konum, diğer galerilere kıyasla farklı bir noktada olsa da aslında birçok yere yakın. Karaköy ve Beyoğlu’na kısa sürede ulaşabiliyoruz.
Çalışmalarınız arasında önümüzdeki dönem öne çıkacak heyecan verici projeler nelerdir?
Geçen sene sergisini açtığımız Raphaël Barontini ile New York’taki çağdaş Afrika sanatı fuarı 1-54’e katılıyoruz... Marcel Camus’nün 1959’da çekmiş olduğu hatta aynı yıl Cannes Film Festivali’nde ödül alan Orfeu Negro filminden yola çıkan bir sergi hazırladık. Sanatçının Ekim ayında da Savannah’daki SCAD Müzesi’nde kapsamlı bir kişisel sergisi olacak, bir yandan da onun hazırlıklarını yapıyoruz.
Marion Verboom’un Cartier Foundation’daki sergisi devam ediyor. Verboom ayrıca önümüzdeki sezon, Tate Müzesi’nin eski direktörü olan ve halihazırda Lizbon’daki Gulbenkian Foundation’ın direktörlüğü yürüten Penelope Curtis’in yıllardır üzerinde çalıştığı bir sergide yer alacak. Sergi, Avrupa’nın iki prestijli kurumunda görülecek, ilk önce Paris Güzel Sanatlar Müzesi’nde, akabinde Gulbenkian Foundation’da.
Latin Amerika ile olan bağlarımızı güçlendiriyoruz. Mayıs’ta Meksikalı sanatçı Pablo Dávila’nın Anissa Touati küratörlüğünde gerçekleşecek olan ve mekânsızlık kavramına odaklanan sergisini ağırlayacağız. Bienal zamanında galeride Leyla Gediz’in sergisi olacak, çok heyecanlıyız. Önümüzdeki ay Lizbon’a onu ziyaret etmeye ve sergimiz üzerine çalışmaya gidiyorum. Leyla Gediz’den sonraysa bu yaz rezidans programımızda ağırlayacağımız Kolombiyalı sanatçı Daniel Otero Torres’in kişisel sergisi var. Onun da pratiğini Türkiye ile nasıl ilişkilendireceğini merakla bekliyoruz.
Comments