top of page
Aylin Tok

Genç kuşak galericiler - I


Tüm dünya hem doğa hem de insanlık için daha adil bir geleceğin peşinde koşarken Türkiye’de hem yaşları hem de yaptıkları işlerle genç olan; enerjik, yeniliğin peşinde ve heveslerini kimsenin kaçırmasına izin vermeyen galericiler henüz adının konması için çok erken olan bir kuşağı görünür kılıyor. “Genç galericiler” dünyayı ve güncel gelişmeleri hızla takip ediyor ve kendi tarihlerini yazıyorlar. Eskiyi örnek alıyor ama tam da onun gibi olmuyorlar. Hepsinin rol modelleri, hedefleri farklı. Biz tüm bunları merak ettik ve genç galericilere işe nasıl başladıklarını sorduk. Yaşananların güncesini tutmak ve bugünü anlamak için... Art Unlimited’de her hafta yer alacak bu serinin ilk konuğu Öktem&Aykut’tan Tankut Aykut ve Doğa Öktem oldu

1734 kelime

Doğa Öktem ve Tankut Aykut, Fotoğraf: Elif Kahveci

Tankut Aykut ve Doğa Öktem, 2014 yılında birlikte bir galeri kurdu. Genç yaşlarında kurdukları Öktem& Aykut ile, 2014’ten bu yana çok sayıda sanatçının kişisel sergilerini önce Galata’daki mekânlarında şimdi de Şişhane’deki yeni yerlerinde ağırladılar. İstanbul’daki çalışmalarına ek olarak sıkça katıldıkları yurtdışı fuarlarıyla da izleyicilerle buluşmaya devam eden ikiliyle Türkiye’de genç galerici olmayı konuştuk.

Burası nasıl kuruldu nasıl yola çıktınız ve çıkış sebepleriniz nelerdi?

Tankut Aykut: İlk sergi 15 Şubat 2014’te açıldı, ancak kuruluş yıl dönümlerimizi 4 Kasım’da kutluyoruz. 4 Kasım 2013’te galeri macerası başladı, tek başıma beş sergi açtığım dönemin ardından ise Doğa ile ortak olup 4 Kasım 2014’te tabelayı Öktem Aykut olarak değiştirdik. Doğa ile daha önce sekiz ay Dirimart’ta beraber çalışmıştık. Beraberce ilk sergimiz Bora Başkan’a aitti. 2018 başında ise şimdiki yerimize taşındık; önceden Galata Kulesi’nin hemen dibindeki 130 yıllık bir apartmanın birinci katında idik, şimdi Pera’da bir ara sokaktayız. Eski mekânda toplam 31 sergi yaptık. 11 tane de galeri dışında, Galata Rum Okulu’nda, ARK Kültür’de, Ankara’da, Bodrum’da sergiler düzenledik. Bu yeni yerimize taşındıktan sonra da yedi sergi yaptık. Bunların yanında Basel, Dubai, Hong Kong, Milano, Brüksel, Paris ve Düsseldorf’ta sanat fuarlarına katıldık katılmaya devam ediyoruz.

Doğa Öktem: Beraber çalıştığımız dönemde ortaklığın provasını yapmış olduk. İki kişi olmanın avantajlarını çeşitlendirmeye kafa yorduk. Galerinin kuruluşundan sonraki iki-üç yıl içinde belli başlı fuarlarda yer almayı, dört-beş yıl içinde de mekânımızı daha iyi şartlısıyla değiştirmeyi planlıyorduk; bunlar tutan hesaplarımız oldu. Özellikle Basel’da katılmayı sürdürdüğümüz fuar Liste, galeriyi uluslararası alanda arzu ettiğimiz gibi konumlandırmamıza yardımcı oluyor.

Peki, neden kendinize ait bir galeriniz olmasını istediniz başka kurumlarda çalışmak yerine?

T.A: 10-11 yaşlarımda sinema yönetmeni olmak istiyordum, sonra yapımcı olmak istediğim bir dönem oldu. Üniversitede görsel sanatlar sonra kültürel çalışmalar okudum... Hepimiz gelecekle ilgili bir takım senaryolar belirliyoruz, derken bazıları yolda eleniyor ve birkaçıyla devam ediyoruz. Bir ara, 20’li yaşlarımın başında şöyle bir soyutlamaya varabildim: Ben kültür sanat -her ne demekse- onunla hayatımı geçindireceğim ama mutlaka bağımsız olacağım; İstanbul’da yaşayacağım ama bir ayağım da yurtdışında olacak... Lisans ve yüksek lisans öğrenimlerimde de sanat tarihi üzerine yazdım ve araştırdım. Okumalarımda bir galerici tipolojisi kendimi özdeşleştirdiğim bir şeye dönüştü; yani çocukken izlediğimde Muhsin Bey ile özdeşleştiğim gibi, hatıratlarını okuduğum bazı galericiler ile yakınlık hissettim. Böylece, 10’lu yaşlarımın başında bir havaya girip “sinema yönetmeni olacağım” der gibi, 20’li yaşlarımın başında da “galerici olacağım” deme alışkanlığı edindim. Ama zaten hayattaki olaylar silsilesi de bu vizyonu mümkün kılacak şekilde gelişmekteydi. Galerici olacağım derken ve yüksek lisans tezimle boğuşup akademisyen olmayacağıma karar verirken, Rampa diye bir galeri açıldı, ben Türkiye’ye döndüm ve görece avantajlı bir pozisyonda çalışmaya başladım. Sanatın hayatla ilişkisine kafa yordukça ve sermaye ile ilişkisini tecrübe edip kendimi daha çok tanıdıkça, bağımsız bir küratör olarak ya da bir sanat kurumunda yönetici olarak çalışamayacağıma iyice kanaat getirdim. Hızla kendi galerimi açmanın yollarını aramaya başladım. Derken, duygusal olarak oldukça çalkantılı, yoğun, coşkulu bir dönemin sonunda kendimi bundan beş yıl evvel bir galeri açmış olarak buldum.

D.Ö: İTÜ’de Endüstri Ürünleri Tasarımı okurken, piyasada bu alanın uygulayıcısı olmayacağım belli olmuştu. Sanatla iç içe bir meslek yaşantısı hayal ediyordum; beni cezbeden alanlar çeşitliydi fakat hangisinin neresinde yer alacağımı belirleyemiyordum. Kendi sanat yapma pratiğim henüz oluşmamıştı ve onu bekleyecek takatim, imkânım da yoktu. Okul ve askerlik bittikten sonra zaman kaybetmeden başlayabileceğim, yaparken ne olduğuna dair fikrimin oluşacağı, bana sanatın birçok türüne değme fırsatı verecek konumun galericilik olduğunu fark ettim. Bir şeyleri sunmakla da ilgiliydim. Dirimart, büyük işler yapma alışkanlığı diye biraz kapalı bir şekilde ifade edeceğim özelliğiyle, benim niyetimdeki biri için çok yararlı bir ilk iş yeriydi. Orada çalışmak, kendimize ait olacak galeriyi şekillendirmemizi sağladı. Kişisel beğenilerimizi yansıtabileceğimiz, uluslararası kapsamda gözlemlediğimiz galericilik anlayışlarını Türkiye’de bir modele dönüştürebileceğimiz yer ancak kendi galerimiz olabilirdi. Öktem Aykut ismini seçmemiz de bununla ilintili.

Tankut Aykut ve Doğa Öktem, Fotoğraf: Elif Kahveci

Beraber çalıştığınız sanatçılar çoğunlukla karma sergilerde eserlerini gördüğümüz ama solo bir sergiyle tanıma şansı bulamadığımız, ya da uzun süredir üretim yapan ama eserlerini galeri ortamında göstermemiş isimler oluyor. Onları bir sahneye davet edip farklı bir kurguyla buluşturmaya çalışıyorsunuz gibi geliyor bana. Bu isimleri nasıl seçiyorsunuz? Nasıl bir ilerleyişiniz var?

D.Ö: En temel ölçütün kişisel beğenilerimiz olduğunu düşünüyorum ve buna çok önem veriyorum. Sanatçının işleriyle karşılaştığımıza bizde onları gösterme hevesi yaratması, harekete geçiren esas etken oluyor. Başlarda Tankut’la sanatçı, sergi, eser tercihlerimiz büyük oranda örtüşürdü; git gide ortak karar vermekte zorlandığımız durumların sayısı artıyor. Bu hem doğal, hem de galeri programına gösterdiğimiz özenin sürekliliği açısından belki faydalı. Çoğunlukla kariyerinin başında ve yakın ilişkimizin olduğu sanatçılarla başladık. Onlarla arkadaşlığımızın gelişmesinin bir sebebi de sanatlarına duyduğumuz ilgiydi muhtemelen. Zamanla programa, kariyeri bizden önce belli bir ilerleme kaydetmiş sanatçılar eklendi, ekleniyor. Yeni çalışacağımız sanatçılarla temsiliyet ilişkisine başlamadan önce üretim süreçlerine dâhil olup, beraber bir sergi deneyimi yaşamayı önemsiyoruz.

T.A: Bizim de zevklerimiz keskinleşiyor, aramızda çatışıyoruz. Sonuçta kabaca şöyle bir durum var: Galeri denen şey bir ilişkiler ağının göbeği. Onun daha kalıcı olması için zengin yörüngelerle ayakta kalması lazım. Biz bir çeşit çatı ya da şemsiye galerisiyiz. Farklı konularla ilgilenen ve farklı mecralarda kendilerini ifade eden sanatçılarla çalışıyoruz. Kesinlikle bir çeşitlilik arz etmesini gözetiyoruz; zira hayatı bu çeşitliliğin sağladığı zenginlik ile tüketmeyi de tercih ediyoruz. Sanatçıların farklı mecralardan olması kadar farklı komünitelere hitap etmeleri ve ait olmaları çatıyı genişleten bir tercih. Sonuçta bir galeriyi anlamlı kılan ya da herhangi bir maddi çıkar talep etmesi konusunda haklı çıkaran şey, o olmasa açığa çıkmayacak bir takım değerlerin açığa çıkmasına hizmet etmesi. Bu da o olmasa kurulmayacak bir ilişki ağının kurulması ve o ağın sağlam bir çatı altında kalıcı olması demek. Galerinin ilk gününden beri, pek çok sapma ve şaşırtma ile süregiden sergi dizisi, büyük, nitelikli ve anlamlı bir ilişkiler ağını ayakta tutmak üzere belirlendi.

 

“Sanat havzasının sonu gelmeyecek, çünkü burası İstanbul”

 

Sizin kurulduğunuz, yola çıktığınız yıllar hâlâ süren bir değişimin parçası olan bir aralığı temsil ediyor. Neler yaşadınız bu süreci nasıl görüyorsunuz?

T.A: Gezi olaylarının sonrasında kurulduk; piyasa şartlarının iyice kötüleştiği ve 2000’li yılların başındaki gerçekçilikten uzak durumun tamamen ortadan kalktığı bir dönem. Ancak bu, belki daha uzun ve farklı bir başlık; üstelik bizim durumumuzu doğrudan netleştirmeye de hizmet etmeyebilir... Haldun Dostoğlu Ankara’dan İstanbul’a gelişini açıklarken, yani kendi galerisini İstanbul’da en baştan kurarken, mevcut çalıştığı sanatçılarla çalışmayacağını fark ettiğini söylüyordu. Onun çalıştığı sanatçılar onun kuşağından biraz büyük, 10-15 yaş daha yaşlı isimlerdi. Kendi galerisini kurabilmesi içinse kendi kuşağı ve daha genç isimlerle çalışması gerektiğine inandığını söylüyordu. Bizim durumumuzda ise, sadece kendi kuşağımızla çalışsaydık devamlılığı olmayacaktı bu işin. Ne Haldun Ağabey’inki ne de bizimki, büsbütün mali ya da etik ve estetik sebeplere dayanıyor. Ama onun yaşadığı açmazları farklı şekillerde bizim de yaşadığımızı ve mali, etik ve estetik dönüşümlerle bu düğümlerin üstesinden geldiğimizi hissediyorum.

D.Ö: Galeri programı ile ilgili aldığımız kararların, yaptığımız faaliyetlerin, ne gibi maddi karşılıklar getireceğine dair hesap yapmanın çoğu zaman anlamsız olduğunu öğrendik. Öngörülebilirlikten bir hayli uzak bir piyasanın içinde yer alıp, alıcıların davranışlarındaki tutarsızlıklarla epey sık karşılaştıkça; galeriye kaynak sağlama yöntemimizin yalnız sanat eseri satmak oluşu çok riskli hale geliyor.

Türkiye’de galericiliğin geçmişine baktığınızda hangi örneklerle nasıl ilişkiler kuruyorsunuz?

D.Ö: Koleksiyonculuk geleneğinin oturmuş olmamasının getirdiği zorluklar gibi, kendi yolumuzu belirlerken bizi aydınlatacak zenginlikte bir galericilik tarihinin eksikliğini yaşıyoruz. Bizden çok daha tecrübeli kişilerle kurduğumuz dostluklar, bu açığı kapatmamıza yardımcı oluyor. Tabii Aydın Cumalı’dan dinlediğimiz koleksiyoncu anekdotları, tüm eserleri alıcı bulan sergiler, üst kuşak sanatçılarla resim, heykel konuşulan meyhane masaları da bu iz sürme çabamıza dâhil.

T.A: Bir yandan kötü bir miras, töhmet altında bir meslek; ama öte yandan iyi yanlarını sayarsak da uzun bir liste oluşturabiliriz. Fakat çok temel yapısal sorunlar var... Sanatın takibi az değil ama güvenlik ağlarından uzak bir alan sanat. Belirsizlik çok içkin bir parçası bu mesleğin… O ağlar ve destek olmayınca sanat profesyonelleri töhmet altında kalmaya mahkûm oluyor. Öte yandan, büyük fedakârlıklarla takdir edilecek işler yapan bir sürü insan var. Çok gıpta ettiğim aktörlerden biri Faruk Sade ikincisi de Nuran Terzioğlu... İkisi de meslek hayatları boyunca en önemli yatırımlarını kendi heyecanı yitirmemek üzere yapıyor ve örgütlüyor... Böylece, beğenmeye dair ve iyiyi görmeye dair, yani güzelin açığa çıkmasını sağlamaya dair güçlerini devam ettirebiliyorlar. Heyecanlarını, heveslerini, meraklarını, içlerindeki naifliği korumalarını büyük bir erdem ve kastedilmiş bir marifet olarak söylüyorum.

Doğa Öktem ve Tankut Aykut, Fotoğraf: Elif Kahveci

Çok sayıda inisiyatif, bağımsız sanat alanı açılıyor ve kapanabiliyor son yıllarda bu konuda neler düşünüyorsunuz?

D.Ö: Her galerinin kapanma sebebi tabii ki aynı değil, özel durumları olanlar da var, fakat gözlemlediğim kadarıyla çoğu; başlarındaki kişilerin maddi olarak işi sürdürememesinden çok, buna devam edecek takati (haklı olarak dememiz gerekir) kendilerinde bulamamalarından kaynaklanıyor. Bazı kurumların kapanışı da açılma motivasyonlarıyla bağlantılı. Elbette biz bu haberleri sadece duymuyor, bu süreçleri kimi zaman yakından yaşıyoruz. Bazı yayınların sona ermesi, etkinliklerin devamının gelmemesi de benzer sarsıcılıkta etki yaratıyor.

T.A: Bir defa hepimizin temel sermayesi sanat. Bizim de parçası olduğumuz bu sanat havzasında çok nitelikli sanat üretiliyor ve bunun sonu da gelmeyecek; çünkü burası İstanbul.

Bir yandan birçok insan da yurtdışına gidiyor sanat çevremizden onlar nasıl hissettiriyor size?

T.A: Her gidenle birlikte üzülüyoruz, bazen kendi tercihlerimizi de sorguluyoruz ama sanat çok duyusal bir şey. Taş yerinde ağırdır. Başka yerlerde, hem buradaki kadar dirsek mesafesinde değil hiçbir şey bizim için, hem de burnumuz buradaki kadar iyi koku alamaz... Burada bir takım değerleri keşfetmek bana daha cazip, daha heyecan verici geliyor. Daha güzeli ortaya çıkarmayı hedefleyen bir bireyin mutlaka ait olduğu yerde olmasının yanındayım ben.

D.Ö: O arkadaşlarımızı gitmeye iten sebeplerin çoğuna biz de sahibiz. Sergilemek için yurt dışına bu kadar sık gidişimiz de benzer sebeplerle ilgili ama bizimkisi buradan uzaklaşmaktansa daha çok orada da var olma çabası.

 

Son zamanlarda neler yapıyorlar

Öktem&Aykut’un ajandası şu sıra çok yoğun. New York'ta The Armory Show'un Presents bölümünde Sinan Logie'nin heykel, çizim ve resimlerini sunacakları bir stant ile yer aldılar. 28 Mart 2019'da Ebru Döşekçi'nin, 25 Nisan'da Burak Ata'nın, 23 Mayıs'ta ise Begüm Yamanlar ve Mert Öztekin'in tek kişilik sergilerinin açılışlarını gerçekleştirecekler. Nisan ayında Milano'daki Miart'ta Samuel Laurence Cunnane ve Gökçen Cabadan'ın eserlerini sunacaklar. Dahası; Haziran'da LISTE'de Benji Boyadgian'ın tek kişilik sunumuyla yer alacaklar.

Comments


bottom of page