top of page
Vahap Avşar

Genesis ya da başlangıçta

Hüseyin Bahri Alptekin’in Galerist’teki sergisi Dostlar Arasında (Uzun Bir Hikâyeden Kesitler)’i 11 Eylül’de açıldı. Sergi, Pelin Uran küratörlüğünde, Hüseyin Bahri Alptekin gibi gündelik hayattan beslenen Can Altay, Thomas Büsch, Tunç Ali Çam, Grip-in, Ayhan Hacıfazlıoğlu, Minna Henriksson & Staffan Jofjell, Şirin İskit, Emre Koyuncuoğlu, Michael Morris, Serkan Özkaya, Camila Rocha, Vahit Tuna ve Nalan Yırtmaç’ın yapıtlarını bir araya getiriyor


Yazı: Vahap Avşar


Hüseyin Bahri Alptekin ve M. D. Morris, Heterotopia, 1992-2015, Karışık teknik, 248 x 165 cm. Yerleştirme görseli: Hüseyin Bahri Alptekin, Democratic Luxury, MUHKA, 2015. Fotoğraf: Christine Clinckx Hüseyin Bahri Alptekin varisleri, M. D. Morris ve Galerist’in izniyle.


Hüseyin Bahri Alptekin’le Mart 1986’da İzmir’de Joseph Beuys’un anısına Bir Başka Sanat Toplu Sergi Gösteri kurulumu sırasında tanıştık. Cengiz Çekil’in İzmir’de düzenlediği sergilerin ilki ve en önemlisi olan bu sergi hem benim hem de Hüseyin için önemli bir dönüm noktası olmuştur. Çağdaş sanat ve kavramsal sanatla uğraşan kalabalık bir sanatçı grubu içinde ikimiz -büyük ihtimalle- en genç sanatçılardık. Ben 21 yaşında İzmir’de henüz yeni bir sanat öğrencisi, Hüseyin ise 29 yaşında Paris’te sanat felsefesi doktora öğrencisiydi ve bu sergi ikimizin de katıldığı ilk önemli sergiydi. Ben o güne dek resim ile uğraşırdım, Hüseyin ise Paris’te bir ajans için dünyayı dolaşıp fotoğraf çekerdi, ikimiz için de kavramsal sanat çok yeni ve heyecan vericiydi. Hüseyin pembe hâkî pantolonu ve İzmir’in ılık mart ayı için bile aşırı tropik görünen kısa kollu Hawaii desenli polyester gömleğiyle sergiye renk katmış, bir nebze onun sayesinde İzmir Alman Kültür Merkezi’nin kasvetli sergi salonundaki anma sergisi neredeyse bir şölen havasında dönmüştü. Benim olaylı, kurum tarafından kaldırılmak istenen yerleştirmem Yaşayan resim ile onun Beuys’un portresinin bir pul büyüklüğünde fotokopisini yapıp yan duran T şeklindeki Beuys’un bir formu ile dama tahtası biçiminde alternatif şekilde tekrarlayıp fotokopi ile çoğalttıktan sonra JB viski logosunu üstüne yerleştirdiği, sonra da şeffaf sarı, yeşil ve kırmızı boyadığı, iki adet camlı ve çerçeveli işini yan yana asmaya karar verdik. Serginin enerjisinin etkisiyle ve sanıyorum ilk kez ciddi bir sanat sergisinde yer almanın heyecanıyla Hüseyin’in Paris’e dönüş biletini yaktığını ve açılış sonrası kutlamaya katıldığını hatırlıyorum.


Sergi sonrası Hüseyin Paris’e döndü; ben de o serginin verdiği cesaretle kendimi tamamen kavramsal işler yapmaya adadım ve resim bölümünden 1989 baharı mezun oldum.


Ağustos 1989’da Araştırma Görevlisi olarak çağrıldığım Ankara Bilkent Üniversitesi’ne tedirginlikle gittiğimde kendimi bozkırda bir tepenin başında bir dizi binanın yapılmakta olduğu toz toprak içinde bir şantiye ortasında buldum, sabahları etraftaki tepelere yaptığım uzun koşular sırasında “ne işim var burada, nereye kaçsam…” diye düşünürken Hüseyin beklenmedik bir şekilde Bilkent’te karşıma çıktı. GSF’de öğretim görevlisi olarak başlamış ve yine Bilkent’e öğretim görevlisi olarak yeni katılan Vasıf Kortun ile birlikte ders vermek için hazırlık yapıyordu. Vasıf ile tanışıp planlarını öğrenince kaçma fikrinden vazgeçip kalmaya karar verdim.


Hafta içinde bir iki gün, farklı disiplinlerden bir grup genç master ve doktora öğrencisiyle birlikte gün boyu yaptığımız ders genellikle Ankara merkezde bir lokantada ve sonra sabahın erken saatlerinde bir kulüp veya partide film kopuncaya kadar devam ederdi. Tesadüfen cömert bir öğretim üyesi arkadaşımın bana verdiği lojman Hüseyin’in oturduğu dairenin alt katında olduğu için gün sonunda buluşurduk. Ben genellikle kampüste atölyeme kapanmayı tercih ederdim ancak bazı akşamlar Hüseyin atölyeme gelir, yaptığım resimlere bir asker selamı çaktıktan sonra “önemli bir parti var gitmemiz gerek” ısrarlarına dayanamayarak şehre inerdik.


Bir süre sonra Ankara’da Siyah Beyaz gibi kurum olmuş mekânlarla, çoğunlukla Bilkent öğrencileri sayesinde açılan yeni mekânları da eskitince, hafta sonları Hüseyin’in kırmızı Mitsubishi otomobiliyle İstanbul’a gitmeye başladık. Bir süre Hüseyin’in arkadaşlarında veya Vasıf ’ın meşhur ve 1990 yılında metruk Doğan Apartmanı’ndaki dairesinde kaldıktan sonra, sanıyorum 1991 başında Hüseyin ile yan daireyi kiraladık. Ankara’dan perşembe öğleden sonra kaçıp pazartesi sabahı okula dönmeye çalışıyorduk. Berlin duvarının yıkılmasının hemen ardından Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle İstanbul’a dalga dalga Ruslar gelmeye başlamıştı. Karaköy’de gemiden iner inmez bavullarında getirdikleri eşyaları satmak üzere rıhtımda yerlere tezgâh açarlardı. Hüseyin ile her hafta sonu bu tezgâhları gezip malzeme toplamaya başladık. Onun Sovyetler konusunda derin bir bilgi ve tutkusu vardı, tezgâhtar kadınlarla uzun pazarlıklar ve yarenlikler sonunda o, markasını hiç duyup bilmediğim votkalar, parfümler, kutu kibritler, kol saatleri, duvar saatleri ve genellikle tüketim tarihini kale almadığımız havyarlar, ben ise ikinci dünya savaşından kalma gaz maskeleri, askeri çantalar ve mataralar ile ne olduğunu bilmediğim yerel nesneler toplardım. Karaköy’de tezgâhları tüketince Beyazıt’ta kurulan Rus pazarlarına gitmeye başladık. O sıralar Sirkeci’de AND kartpostal matbaasını bulmuştum ve düzenli olarak gidip yüzlerce kartpostal ve bozuk veya prova baskılarını alıyordum. Hüseyin o sıralar Bilkent’te bir diğer öğretim görevlisi, anıt heykelleri ve arkeoloji ile uğraşan Michael Morris ile sanat işler yapmaya başlamıştı. Benim atölyede topladığım kartpostalları görüp ekstralarını almaya başlayınca onu da matbaaya götürmeye karar verdim. Sadece toptan satış yapan matbaadan birlikte yüzlerce kartpostal seçip toptan fiyatına alıp sonra paylaşır, Ankara’daki atölyelerimize götürür, kapanıp çalışır ve yaptığımız işleri birbirimize ancak bitince gösterirdik -çünkü Hüseyin’in belli bir atölye mekânı olmadığı için dersliklerde akşamları tezgâh kurup işleri Micheal ve grafik bölümünden master öğrencileri yardımıyla yaptıktan sonra atölyeyi topladığını hatırlıyorum, bu durum nomadizm ile meşgul olan Hüseyin’e son derece uygun bir durumdu.


Heterotopia serisini o sıralar, çoğunlukla topladığımız malzemelerden yapmaya başladı. Zaten her gittiği yerden gözüne kestirdiği amblemli ve cebine sığacak her çeşit nesne toplama tutku ve becerisi sonucunda, yıllardır biriktirdiği bir ton eşyası vardı. Matbaalardan topladığımız bu kartpostal ve afişleri, Rus pazarlarından topladığı ve evindeki arşivinde bulduğu nesnelerle eşleştirmeye başladı. Nesnelerin semiyotik ilişkileri ile grafik ve tipografik ilişkileri onu son derece heyecanlandırıyor ve kurduğu bir oyun içinde bu malzemelerden son derece grafik ve ikonik işleri ortaya çıkartıyordu. Bazen topladığımız kartpostalları katlayıp, eliyle keserek ürettiği kırpık imgeleri yan yana dikey tuğlalar gibi dizerek, bazense kesip biçtiği kartpostalları köşelerinden siyah bantlarla yan yana dizip yapıştırarak seramik panolar gibi işler ortaya çıkartıyordu. Tekrarlar her ne kadar biçimsel olarak doğulu seramik duvarları anımsatsa da ben aslında hep onun bu malzemeleri ve tekniği kendi kişisel ikonlarını harmanlayıp bir arada teşhir etmesini ve karşısına koyup izlemesini sağlayacak, daha çok mozaik ideolojisinde bir teknik bulmanın sevinci ile yaptığını düşünmüşümdür. Hüseyin aslında Heterotopia işleri ile bize yıllarca kafa yorduğu post kolonyal sanat felsefesinin büyük söylemlerinden rafine ettiği yeni kavramların küçük, şirin ve hazmedilebilir birer mozaiği olan illüstrasyonlar olarak sundu.


TK 0002, New York - İstanbul

댓글


bottom of page