Belçikalı ikili Silke Huysmans ve Hannes Dereere’ın Cennet Ada adlı gösterisi 10 Mayıs’ta Kundura Sahne’de izleyiciyle buluşuyor. Performansın arka planına ve gerçeklikle kurduğu ilişkiye bakıyoruz
Yazı: Ayşe Draz
Silke Huysmans ve Hannes Dereere, Cennet Ada, © Vlad Sokhin
Ülkemizde kendisine gerçek anlamda bir vizyon tanımlayıp onun etrafında da tutarlı bir misyon doğrultusunda harekete geçen kurumların sayısı maalesef giderek azaldığı için olsa gerek, vizyon ve misyon sözcükleri benim için içi boşaltılmış kalıplar olarak anlamsızlaşmışken, Beykoz Kundura ve bünyesindeki Kundura Sahne’nin açıldığı günden bu yana gösteri sanatları alanında yürüttükleri faaliyetler, bunun tam tersinin de mümkün olduğunu tekrardan anımsatıyor.
Hem film hem de tiyatroda, zaten bu iki disiplin içinde şekillenmiş olan belgesel kategorisine odaklanan Kundura, bu çerçevede uluslararası arenadan misafir ettiği tiyatro toplulukları ile bizleri sadece dünyanın başka köşelerinden gerçek hikâyelerle buluşturmakla kalmayıp belgesel tiyatro ve hatta tiyatro yapmanın da farklı biçimlerini deneyimleyebileceğimiz bir alan açtı bizlere. Öte yandan sezon boyunca sahnelerinde misafir ettikleri yerli bir seçkiye de yer verirken aynı zamanda Dünya Dans gününde de bizleri Leyla Postalcıoğlu eşliğinde Pina Bausch’un Nelken koreografisinden küçük bir kesitle de deniz kenarında dans ettirdiler. Önümüzdeki günlerde ise belgesel yapım araçlarını ve yöntemlerini farklı disiplinlerde geliştirmek amacıyla, açık çağrıları sonucunda seçilen, film ve tiyatro alanında işler üreten bir grup sanatçıyı DocLab bünyesinde, eminim onlara ilham verecek muazzam bir programla buluşturuyor olacaklar. Ayrıca, bizi daha önce Ant Hampton, Rimini Protokoll ve Manuela Infante ile buluşturmuş olan Kundura, 10 Mayıs’ta da Belçikalı belgesel tiyatro mucitleri genç ikili Silke Huysmans ve Hannes Dereere’ın Cennet Ada (Pleasant Island) adlı işi ve 11 Mayıs’ta da onların gerçekleştireceği bir sanatçı konuşması ile buluşturuyor. Beykoz Kundura’ya son yıllarda beni en çok heyecanlandıran sahne işleriyle buluşturduğu için teşekkürü borç bildiğimden yazdığım bu girişten sonra, haftaya misafir edecekleri Cennet Ada adlı işten bahsetmeye geçebilirim.
Silke Huysmans ve Hannes Dereere, Cennet Ada, © Nuno Direitinho
Cennet Ada, Ghent’te tiyatro okurken tanışan ikili Silke Huysmans ve Hannes Dereere’in madencilik ve kazı üzerine odaklandıkları bir üçlemenin ikincisi. 2016 yılında üçlemenin ilk ayağı Mining Stories’de (Madencilik Hikayeleri) ikili, 2015 yılında Brezilya’da Huysmans’ın çocukken yedi yıl geçirmiş olduğu Mariana’daki atık baraj faciasını ele alıyor. Mining Stories için ikili, Mariana’da facianın kurbanları, işçiler, yerel politikacılar ile madencilik firmasından yetkililer ile görüşmüş daha sonra da faciaya sebep veren koşulları ve sonuçları değerlendirmek için farklı yerlerden ekonomist ve çevre aktivistleriyle bir araya gelmişler. İkili Mining Stories’de bu görüşmeler sonucu topladıkları ve ses kayıtlarından oluşan belgesel malzemeyi farklı bir sahneleme biçimiyle seyirciyle buluşturuyorlar. Üçlemenin son ayağı 2022 yapımı Out of the Blue (burada bir kelime oyunu var, Out of the Blue hem Damda Düşer Gibi hem de Mavinin Dışından anlamına geliyor), Cennet Ada’nın bıraktığı yerden, derin okyanus madenciliğinden devam ederek üçlemeyi tamamlıyor. Üçlemenin ikinci ayağı 2019 yapımı Cennet Ada ise bu sefer seyirciyi 21m2’lik yüzölçümüyle dünyanın en küçük ada ülkesi, Pasifik’te yer alan Nauru’nun post-apokaliptik hikâyesiyle buluşturuyor. Wikipedia’da araştırdığınızda Nauru’da deniz kuşlarının dışkılarından oluşan guano rezervlerinin bulunduğunu ve bu rezervlerin fosfat ve potasyum açısından zengin olduğunu okuyabilirsiniz. Bir zamanlar Avrupalı kaşifler tarafından “Cennet Ada” olarak tarif edilen Nauru, büyük bir fosfat rezervuarının keşfiyle kısa sürede dünyanın en zengin ülkelerinden birine dönüşmüş olsa da bugün endüstriyel bir mezarlığa dönüşmüş durumda. Her toprak parçasının kazınıp tüm kaynaklarının tüketilmesi sonucunda sadece adanın nüfusu fakirleşmemiş, ekosistemi de geri dönülemeyecek bir biçimde bozulduğu için adada tarım, dolayısıyla da yaşamın sürdürülmesi imkânsız bir hale gelmiş. Bugün Avusturalya’dan aldığı mali yardımlarla ayakta kalabilen bu ada, aldığı yardımların bedelini de Avusturalya’nın kendisini istenmeyen göçmen ve sığınmacılar için bir açık hava mülteci kampına dönüştürmesine izin vererek ödüyor. Yedikleri her şeyi ithal etmek zorunda kalan ve adalarında hapsolmuş mültecilerle bir yandan dostluk kurarken bir yandan da onlara gardiyanlık yapmak mecburiyetinde olan Nauru halkı, her şeye rağmen, iklim krizi sonucunda yükselen – ve de yükselmeye devam eden - deniz seviyesi sebebiyle kelimenin tam anlamıyla suya batmış adalarında “ev”lerindeler.
Silke Huysmans ve Hannes Dereere, Cennet Ada, © Shun Sato
Açık Radyo dinleyenlerimizin zaten Ömer Madra’dan sık sık adını duyduğumuz, benim de sıkı takipçisi olduğum, Şok Doktrini (Shock Doctrine) ve No Logo’nun yazarı Naomi Klein’ın İşte Bu Herşeyi Değiştirir (This Changes Everything) kitabı vesilesiyle Nauru’dan haberi olan Huysmans ve Dereere 2018 yılında, Nauru’da yaşananların dış dünyaya yayılmasını engellemek için aktivistlere ve gazetecilere adaya giriş izni vermeyen hükümetten sanatçı oldukları için istisnai olarak giriş izni alıyor ve adada malzemelerini toplamak için bir süre geçiriyorlar. Ancak kamera kullanmaları yasak olduğu için ikili, malzeme için kullanacakları tüm ses ve görüntüleri cep telefonlarıyla kaydediyorlar. Bu malzemelerin seyirciyle buluştuğu ve bir saat süren, daha önce Paris’teki Festival d'Automne gibi önemli festivallerde de gösterilen Cennet Ada işi ise adeta açık bir dramaturji dersi gibi işliyor ve bizi hem çok uzaklara, dünyanın en küçük ada ülkesi Nauru’ya götürürken hem de kendi gerçekliğimiz ile yüzleştiriyor. Sahnede bizimle hiç konuşmayan ama “konuşmak” istediklerinde bunu telefonlarındaki “notlar” uygulamasından yazarak (kaldı ki bazen “dilleri sürçüyor” ve otomatik düzeltme onların hızına yetişemediğinden yazdıklarını silip yeniden doğrusunu yazmak zorunda kalıyorlar; ancak bu hatalar da aslında tüm “canlı” işlerin doğasında içkin bir değer bence…) gerçekleştiren Silke Huysmans ve Hannes Dereere ikilisi, cep telefonlarında bazı “eylemler” gerçekleştirirken, biz de bunları telefonlarının bağlı olduğu ayaklı birer ekrandan takip ediyoruz. İkili bizimle, adada cep telefonları ile yaptıkları görüntü ve ses kayıtlarını, telefonun arayüzünde gerçekleştirdikleri eylemleri de görünür kılarak paylaşıyorlar; bazen kim olduklarını, yaşlarını veya mesleklerini bilmediğimiz adalı kişilerin ses kayıtlarına fotoğraflar veya hareketli görüntüler, - ki bunların bazıları “saha çalışmaları” esnasında toplanmış bazıları ise İnternet’ten, örneğin politikacıların konuşmalarından ve haber programlarından alıntılanmış -bazen ise fotoğraflara ikiliden birinin telefonda bir uygulama kullanarak canlı icra ettiği müzik eşlik ediyor. Sanatçıların yarattıkları ve çoğu arşivsel audio kayıtlardan oluşan soundscape’e, sahnede cep telefonlarından çıkan ve artık bizim gündelik hayatımızda fazlaca aşina olduğumuz sesler de dahil. Bazen bizimle kendi düşüncelerini “notlar” uygulaması aracılığıyla paylaşıyor bazen ise adada tanıştıkları insanlar ile hâlâ devam etmekte olan iletişimlerini WhatsApp yazışmaları aracılığıyla bize gösteriyorlar. İki ekranda neyin neyle yan yana geldiği işe açık bir dramaturji dersi niteliği kazandırıyor. “Cep telefonu” ise hem sahada sanatçıların arşivsel malzemeyi toplamak için temel aracı olarak işlev görmüş, hem de sahnelemenin temel unsuru olarak ön plana çıkıyor ama bir yandan olumlu anlamda adadaki göçmenlerin dış dünya ile irtibat kurabilmelerini sağlarken öte yandan da pilleri için doğanın daha da derinlerden kazılarak sömürülmesini, hatta okyanusların derinliklerinden madenlerin çıkarılmasını talep ediyor… Ghent üniversitesinden Jasper Delbecke, ikilinin belgesel tiyatroya getirdikleri yeni ve çağdaş yaklaşımı, Antroposen çağının getirdiği çelişkileri nasıl görünür kıldıklarını ve sosyal medyanın bizleri sahici tek bir gerçeklik değil de medyatize birçok gerçeklikle karşı karşıya bırakmasının mekanizmasını da işlerine dahil ederek nasıl bir sahneleme inşa ettiklerini ele aldığı, benim de kesinlikle meraklılarına tavsiye edebileceğim bir makale kaleme almış. Gerçekliği çağdaş ve farklı medyumlarda kaydedilmiş fragmanlarının bir araya getirilmesiyle yaratıcı bir şekilde ele alan Cennet Ada’daki hikâyeleri birbirine bağlayan duygusal izlek, Delbecke’nin makalesinden alıntılayacak olursam; “Glenn A. Albrecht'in ‘solastalji’ kavramıyla yankılanıyor: ‘Kişinin evinin ve bölgesinin mevcut durumuna bağlı olarak devam eden teselli kaybının ve ıssızlık hissinin neden olduğu acı veya sıkıntı’…
Silke Huysmans ve Hannes Dereere, Cennet Ada, © Shun Sato
Performansta çok fazla ada görüntüsüyle de karşılaşmıyoruz, ki bu da aslında hem daha üretken hem de kendini empoze etmeyen bir zemin açıyor seyirciye; gene Delbecke’den alıntılayacak olursam; Cennet Ada, “…empatiyi (Aristotelesçi tiyatroda anahtar) veya yabancılaşmayı (Brechtyen tiyatroda çok önemlidir) hedeflemek yerine, Rob Nixon'ın öne sürdüğü gibi, 'anlayış' uyandırmak için çok önemli olan alanların bir geçişini, algıyı, duyguyu ve eylemi…” çağrıştırıyor. Ne yapın edin siz de Nauru’ya ve aslında içinde bulunduğumuz iklim krizine dair biraz olsun "anlayış"ınızı geliştirmek üzere bu işi izleyin…
Kommentarer