Çukurcuma Caddesi 40 numarada kalıcı mekânına taşınan Simbart Exhibition&Project Space gerçekleştirdiği ilk sergisi Değişen Perspektif’te Didem Erbaş, Sinan Logie, Merve Ünsal, Mehmet Öğüt, Ezgi Yakın ve M. Cevahir Akbaş’ı bir araya getirerek insanlık tarihinde değişen ve dönüşen perspektif olgusunu ele alıyor. 26 Aralık’a dek devam edecek serginin küratörü Fırat Arapoğlu ile konuştuk
Röportaj: Hüseyin Gökçe
Fotoğraflar: Kayhan Kaygusuz
Didem Erbaş & Merve Ünsal, Üst Bahçe, 2020, Suni çim halı, MDF levhalar, 75 x 75 cm
Kafamızı kaldırıp uzama doğru baktığımızda kendimizi verili bir dünyanın içinde bularak çaresiz ve yalnız hissedebiliriz. İktidarların uzama ve mekâna nasıl güçlü bir şekilde yansıdığına tanık oluruz. Sürekli özneyi verili bir dünyanın içinde tutma girişimin nasıl bir boyut aldığı konusunda tüylerimiz ürperebilir ve kederlenebiliriz. Ama bakışımızı buradan kurtarıp başka bir yöne çevirdiğimizde “oluş”lar ve tekil kuvvetlerle karşılaşma olasılığımız da yükselir. Kederin yerini büyük bir sevinç de alabilir bu tür karşılaşma anlarında. Sorun yüzeye nasıl baktığımızla, yüzeyin bize nasıl göründüğüyle ve buraların nasıl bakış açıları edindirdiğiyle ilgilidir.
Artık düşey perspektif çağında olduğumuz gerçeğiyle dünyayı deneyimliyoruz. Drone çekimler, havadan görüntüler, uydu görüntüleri ve yeni başka teknolojiler bambaşka bakış açıları yaratıyor. Bu anlayışın olağan dünyaya katkılarının yanında onu değiştirip dönüştürmesi de konuşuluyor. Düşey perspektifi merkezine alan ve diğer perspektif paradigmalarını da içine katan bir sergiyle karşı karşıyayız. Simbart Projects’te Didem Erbaş, Sinan Logie, Merve Ünsal, Mehmet Öğüt, Ezgi Yakın ve M. Cevahir Akbaş’ın çalışmaları sanat tarihçisi ve eleştirmen Fırat Arapoğlu küratörlüğünde Değişen Perspektif adlı sergiyle bir araya geliyor. “Geçici ve zeminsiz bir an yaratmanın” imkânı aranıyor.
Solda: Değişen Perspektif sergi görüntüsü
Sağda: Ezgi Yakın, İsimsiz, 2020, Kağıt üzerine suluboya, Çeşitli boyutlarda
Rönesans ile birlikte perspektifin çok önemli hale geldiğini görüyoruz. Perspektif, Yeni Çağ ile birlikte özne ve nesne açısından nasıl bir rol oynadı? Günümüz dünyasında hâlâ bu anlayışın etkilerini görmek mümkün mü?
Yatay perspektif, dünyanın küresel formunu görmezden gelen bir yaklaşımdır ve ufuk çizgisi de üzerinde yatay düzlemin yakınlaştığı bir noktayı işaret eden “soyut” bir düz çizgidir. Sanat tarihçisi Erwin Panofsky, daha 1927 gibi erken bir tarihte, çizgisel perspektifin statik bir izleyicinin tek-gözle görmesine dayalı olduğunu ve bu yanılsamanın doğal, bilimsel ve objektif bir olgu olarak dayatıldığını belirtmişti. Perspektif matematiksel olarak düzleştirilmiş, sonsuz, devamlı ve homojen bir mekan hesaplayarak, bunu bir hakikat olarak ilan etmiş, bir illüzyon yaratmıştır. Çizgisel perspektifteki hesaplanabilir mekân ve olası bir gelecek tahmini bugün siyasal, kültürel, ekonomik ve toplumsal düzlemde devam ediyor. Zaten aksi durumda, zamanın çizgisel bir kavram olarak inşa edilmesini ve tarihin çizgiselliği önermesini boşa çıkarmak gerekir. Elbette bunu sorunsallaştıran akademisyenler de ortaya çıktı. Örneğin, Walter Benjamin, zamanın en az mekân kadar homojen ve boş hale geldiğini yine yıllar önce belirtmişti.
Gerek perspektif gerekse öznenin oluşumunu bir tür kontrol ve denetim altına alma girişimi olarak yorumlayabiliriz. Tahakküm pratikleri yaşamın her anına nüfuz edecek şekilde gelişti. Bunun etkilerini gündelik hayatta deneyimliyoruz. Değişen perspektif adlı sergi bu kontrol pratiklerini kırmaya yönelik bir girişim mi, yoksa denetimin günümüz dünyasında nasıl bir hâl aldığını göstermek üzere mi kurgulandı?
Değişen Perspektif sergisinin her iki yaklaşımı da içerdiğini belirtmeliyim. Bir yanda yatay perspektif ve düşey perspektif paradigmalarını masaya yatırırken, sanatın önemli unsurlarından birisi olan perspektifin rolü ve amacını sosyal, kültürel ve tarihsel bir perspektiften yorumluyor.
Sergi, kontrol pratiklerini tespit edip, yıkmaya çalışırken iki temel noktadan hareket ediyor. Birincisi kütle ve hacim olguları ekseninde bir zeminsizlik durumunun nasıl mümkün olabileceği üzerine düşünmek ve navigasyon kaybının bir tür kazanım olabileceğini görselleştirmek. Bir an sabit bir konumda statik bir birey olarak değil de gökyüzünden atlayış yapan bir birey olduğunuzu düşünün. Eğer zemin olgusunu devre dışı bırakırsanız, yerçekimi kanununu da yok sayarsınız – Bunu tabii ki gerekli ekipmanlar olmaksızın denemeyin. Navigasyon da bahsettiğim durumda işe yaramayacaktır, zira yön duygunuzu kaybedersiniz. Bugün uydu görüntüleri ve drone ile yapılan çekimler gibi teknikler, sabit ve tek kaçış noktalı değil, çoklu ve uyumsuz kaçış noktalarına dayalı perspektifin ortaya çıkışına neden oluyor. Sergideki çoğul bakışları bu önerme üzerine yerleştirebilirsiniz.
Solda: Didem Erbaş & Merve Ünsal, Üst Bahçe, 2020,
Suni çim halı, MDF levhalar, 75 x 75 cm
Sağda: Sinan Logie, Akışkan Yapılar, Faz 20’, 2020, Ahşap, çelik, 133 x 56 x 56 cm
Aslında merkezi perspektiften dünyaya bakarsak “örgütlenmiş kötülüğü”, sınıflandırmaları, hiyerarşi ve katmanları görürüz. Bunun her şeyi belirlediğini söyleyebiliriz. Bu açıdan bakışımızı başka bir yöne çevirdiğimizde; oluşları, kuvvetleri, tekillikleri ve çoklukları görebiliriz. Bu anlamda Değişen Perspektif bakışımızı nasıl bir yöne çevirme çabası içerisinde?
İlk sorunuzda bahsettiğim şekilde bir kez perspektif eleştirisini oluşturduktan sonra, bunu siyasal bir zemine çekmeniz gerekir. Örneğin, Jean Luc-Nancy’ın “zemin” düşüncesini ele alalım. Bize sanatın şiddetinin farklı olduğunu söyler ve bunun nedenini de zeminsiz/dipsiz olan gerçeğe dokunmasından ötürü, kendine-dönüşlü ve anda kendi temeli olmasına bağlar. Didem Erbaş ve Merve Ünsal’ın gayet somut bir başlığa sahip olan Üst Bahçe enstalasyonları hemzemin olgusunun gerçekliğini hem de zemin kavramının soyut kullanımındaki “temellendirme” anlamını tersyüz etmektedir. Aynı girişimin görünür kılındığı diğer çalışmalar, Ezgi Yakın’ın Kesişmeler-Karşılaşmalar ve Dengeyi Arayan başlıklı işleri. Sanatçı, akışkan biyomorfik imgeleri, alışıldık mimari ve endüstriyel bir mekânın içine yerleştirmiyor. Böylece modern öznenin çevre deneyimini, statik olmayan ve bir tür zemine de basmayan, parçalı ve girift manzaralara yerleştiriyor.
Zemin kavramına dair deneysel ve yenilikçi bir bakış oluşturabilmek için öncelikle a priori inşa edilmiş, verili ve statik bir zemin fikrini reddetmek gerekir. Bu açıdan Didem Erbaş’ın drone çekimlerin yarattığı militer düzlemi anlatan Gizli Bahçe çalışması ve Sinan Logie’nin Akışkan Yapılar: Faz 20 heykeli yer, politika ve gelenekler tarafından dikte edilen zemin düşüncesini sorgulamaktadır. Bu verili bakışı bir çırpıda çözmek elbette kolay değil, ama sergideki işler örneğinde gördüğümüz gibi, sanatın belirli bir süreçte geçici ve zeminsiz bir an yaratması, en büyük gücüdür. Geçici bir süre zeminsiz bir yapı yaratabilirseniz, Taksim’de ya da New York’ta iktidarları yıkacak bir potansiyeli inşa edebilirsiniz.
Yeni Çağ ile birlikte görme duyusu ön plana çıkarken, diğer duyular baskılanmaya başladı. Son zamanlarda diğer duyuların da bir beden için çok önemli olduğu vurgulanıyor. Bedenin deneyimi için yeni imkânlar yaratacağı söyleniyor. Ama tam da burada bedenin bütün duyuları yaşamı sahte bir olumlamaya doğru yönlendiriliyor. Bedenin tüketime kurban edilmek üzere kurgulandığını söyleyebiliriz. Bakışı kurtarmanın yanında diğer duyuları da bu korkunçluktan kurtarmamız gerekiyor. Kültür endüstrilerinin neredeyse her şeyi pornografiye dönüştürdüğü günümüzde bütün bu korkunçluklardan kurtulmak mümkün mü?
Wassily Kandinsky, “Her sanat eseri, çağının çocuğu ve pek çok durumda duygularımızın kaynağıdır” der, buna her sanatçının toplumun sesi olduğunu ekleyebiliriz – Tabi hangi sınıfın sesi olduğunu düşünerek. Neoliberal ve kapitalist gerileme döneminin sanatının, çoğunlukla çürümüş bir korkunçluğu yansıttığı kaçınılmaz bir realite. Ama, elbette bir yol var: İsyan etmek. Gelecek için savaşmak adına, günümüz çürümüşlüğüne isyan edilmelidir. Bence sanat, isyan etmedikçe hiçbir anlamı olmaz. Statükoya boğun eğen sanat varoluşsal olarak olası değildir. Öte yandan sanat, sınırlayıcı ve tek taraflı karakterini bırakarak, enternasyonal bir hale gelmek için çabalamalı ve tüm acı çeken insanlığın sesi olarak, her tür zulme ve adaletsizliğe tepki göstermelidir. Elbette bunu yaparken – perspektif örneğinde olduğu gibi-, bir olgunun dar tanımlarından kurtularak, yeni ve tehdit edici bir farklılaşmayı sunmalıdır. Ben çıkış yolunu burada görüyorum.
Eskiden iktidar bedenleri terbiye etmek üzere kurumsallaşmıştı. Günümüzde iktidar bu kurumlarıyla birlikte disiplin etmeye yönelik girişimlerini devam ettiriyor. Fakat başka türlü mekanizmaları da devreye soktuğunu söyleyebiliriz. Artık iktidar görünmez bir hal almakta fakat etkinliği ve denetimi de bir o kadar artırıyor. Düşey perspektif yeni iktidar pratikleri gerçekleştirmekte nasıl bir rol oynuyor? Beden, kültür ve toplum bu yeni perspektif anlayışından nasıl etkileniyor?
Düşey perspektifin mekânı alansal olarak bölümlemesi ve temsili konusu önemli bir olgudur ve bu havadan görüntü temsilleri içerisinde, özne nasıl tanımlanabilir? Havadan görüntüler, sabit bir konum sunmaz ve uydudan çekimlerdeki görüntüler, izleyici için kuşbakışı bir perspektif yaratır. Ama, bu hayali bir gözlemleyen özne ve hayali bir zemin olur. Bu özne ve zemin, yeni yaratılan bir görsel inşanın yarattığı gözetleme stilidir. Fotoğrafın icadının yarattığı gözetleme, günümüzde yeni teknolojik gelişmelerle her şeyi gözleyen, bilen ve dahil olan bakışı yaratmıştır ve bu militer, pornografik ve şiddete dayalı bir olgu. Bugün havadan çekimler militarizm, eğlence ve bilgi endüstrilerinde yaygın bir biçimde kullanılıyor.
Yaşam koşullarının ağırlığı ve boğuculuğunun yerini; uçucu, hafif, kırılgan ve akışkan tarafa doğru kaydığı dillendiriliyor. Akışkan olanın sermaye ve onun özgürlüğü gerçeği unutuluyor gibi. Tabii bunun da tüketime ve iş hayatına, mekâna ve yaşamın birçok yerine etkisi mevcut. Sinan Logie’nin çelik konstrüksiyon üzerine yerleştirdiği ahşap levha bana biraz da bu içinde bulunduğumuz durumu hatırlattı. Aynı zamanda Ezgi Yakın’ın suluboya işleri. Fakat oluşturulmak istenen bu kurgunun dışına çıkarak yaşamın çok yönlü taraflarına sızabileceğimiz hissi yaratıyor.
Sinan Logie ve Ezgi Yakın’ın işlerine dair tespitlerine katılmamak elde değil. Ayrıca Mehmet Öğüt’ün Yeniden-Kayıt videosunu da buna ekleyebiliriz, bence. Zeminin olmadığı bir ortamda çağdaş sanat yeni araçlar ve yeni bakış açılarıyla görünümü dönüştürebilir ve değiştirebilir. Birçok açıdan farklı perspektifler içeren yeni uygulamalar, dominant çizgisel bakışı yok edebilirler. Her iki sanatçının işlerinin yeni zaman ve mekân olasılıklarını ürettiğini söylemek olası geliyor bana. Statik bakışı ve iletişimi kırmakta ve parçalamaktalar. Çünkü perspektifin ve temelde ufuk çizgisinin olmadığı bir durum, özne-nesne ve zaman-mekân gibi dikotomileri devre dışı bırakır ve alternatif ve yeni biçimsel ve düşünsel olasılıkların ortaya çıkmasına olanak sağlar.
M. Cevahir Akbaş, Patika 16 Serisinden, 2020, Fineart baskı, çizim ve dijital maps kodu, 75 x 75 cm ve 48 x 48 cm, 1/3 Ed. + 1AP
Soyut mekânları noktalar ve çizgilerle yani matematik ve geometriyle homojen haline getiririz. İşte oradan da mekânlar yaparız. Binalar dikeriz. Çizgiselliğin bu anlamda kurucu bir yönü var. Merve Ünsal’ın eseriyle, Mehmet Öğüt’ün çizgi ve geometrik formlarla oluşturduğu eseri ve M. Cevahir Akbaş’ın Patikalar’ı birbirine taban tabana zıt çalışmalar gibi duruyor. Bir çizginin birçok görünüşe yol açacağı gibi, birçok bakışı da göz ardı edebileceği izlenimi hâkim. Bürokrasinin tek yönlü çizgisiyle, olası dünyaların kıvrımlarının içine yerleştiğimiz bakış açıları gibi.
Bu işler birbirlerine tabana tabana zıt mı, bundan çok emin değilim. Öğüt’ün videosunda sanal sosyallik konusu, her gün kendini kaydeden insana referans veriyor – Bu günümüzün Zoom kayıtları üzerine bir bakış açısı yaratabilir. Gerçeklik algımızın yok olmayacağını kim iddia edebilir ki? Tekrar tekrar yapılan kayıtlar, yeni bakış açıları yaratarak metin ve fotoğrafın yarattığı çizgisel dizini yok ediyor ve yeni inşa edilen bir mekân yaratıyor.
M. Cevahir Akbaş’ın Patika serisi, Öğüt’ün bir video kaydını tekrar tekrar üreten özne gibi, fotoğrafçının “gözlemci” olarak konumlandığı bir durumdan hareket ediyor. Çalışmada, çevreye uyumlu olarak oluşan ve gelişen patikaların, haritalandırma, kuşbakışı çizimler ve kişisel deneyim üzerinden aktarıldığı görülüyor. Bunun öznel bir gözlemle kolektif bir belleği bir araya getirdiğini söyleyebiliriz. Peki bir mesajın frekansı sıklaştığı zaman mesajın değerinin aşınması ve aslında “aşınmadan” ortaya çıkan bir diyagonal çizginin (patikanın) – ve işlevinin – daha soyut bir çerçevede işaret ettiği ne olabilir?
Merve Ünsal’ın Felaket Ufukları, buluntu-felaket-fotoğraflarındaki ufuk çizgilerinin her bir yeniden-üretimindeki aşınmanın iz düşümlerinden oluşuyor. Bu izdüşümlerin – zamanla gravür basıldıkça rengin solması -, bürokratik dosya üzerinde olması, her bir perspektifin bakış açısının zamanla yitime uğrayacağını – çoğu zaman üzüntü verici olsa da – görselleştiriyor. Ben bu açıdan her üç çalışmadaki “aşınmanın” önemli bir bağlayıcı unsur olduğunu düşünmekteyim.
İleri teknolojilere bağlı olarak gelişen düşey perspektif anlayışı distopik bir mekân ve zaman da yaratıyor. Fakat içinde bulunduğumuz gerçekliği kavramakta zorlanıyoruz. Ya da bütün bu distopik durumlar zamanla olağan hale geldiğinden yaşamın bir parçası gibi algılıyoruz. Öten yandan böyle düşünmemizde başka türlü teknolojilerle daha akıl almaz durumların gelecekte bizi beklediği yazılıyor ve çiziliyor. Düşey perspektif ve distopya ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
20. yüzyıl çizgisel perspektifin, kolaj ve fotomontaj gibi sanat üretim pratikleriyle ve statik konumu ve çizgisel zamanı parçalayan sinemayla birlikte “aşınmasına” tanık oldu. Zaman ve mekânın görelilik kuramıyla dönüşmesi, havacılıktaki ilerlemeler ve yeni navigasyon tekniklerinin gelişmesi bu tanıklıklar arasındadır. Hava fotoğrafçılığının gelişmesi sadece bilim, kültür ve eğlence alanında değil, askeri bağlamda yeni bir paradigmaya geçilmesine yol açmıştır. Bilgisayar oyunlarında gelişen ve sinemaya geçen üç-boyutlu teknoloji, askeri düzlemde artık çizgisel değil, düşey bir yapı yaratmıştır – Didem Erbaş’ın çalışmasına bu eksende bakılmasını öneriyorum. Bu düşeylik siyaset ve kültürde de egemendir. Düşey bakış, artık alanları ve toplumu tabakalara bölüyor ve böylece çizgisel bir hat değil, birbirleriyle kesişen ve savaşan şiddet alanlarının çoğulluğu ortaya çıkıyor. İnsansız hava araçları, silahlı insansız hava araçları, gözlem uyduları ve drone çekimler bu dönemin gerçeklikleridir.
Comments