Ali İbrahim Öcal’ı uzun zamandan beri tanıyan ve takip eden Necmi Sönmez geçtiğimiz yıl atölyesini Paris’e taşıyan Öcal’ın Angers kentindeki Le Reparie Urbain’de (RU) ve Château de Angers’de açılan kapsamlı sergisi hakkında sanatçıyla konuştu
Ali İbrahim Öcal, Burning Horizon, Video yerleştirme, 10’35”, 2023
Her şeyden önce Paris’e taşınma sürecin nasıl gelişti?
Paris’e yolumun düşmesinin asıl nedeni hayatımın ortasında içine düştüğüm aşk. Eşim Elise ile aynı zamanda iki ülkede yaşamanın duygusal ve fiziksel zorluklarını uzun süre yaşadık. Aynı ülkede beraber yaşamak ailemizin varlığını sürdürebilmek için önemliydi. Bu nedenle Paris’e yerleşme kararı aldım. Benim için göçümün en ürkütücü yanı, farklı bir yaşam alanına bedenen ve fikren taşınırken hayatımın belli bir dönem kesintiye uğramasıydı. Bana göre bu kesinti olasılığını azaltacabilecek/yok edebilecek en önemli unsur bir atölyenin varlığı. Bu nedenle Paris’e taşınırken üzerine en çok düşündüğüm ve planlar yapmaya çalıştığım konu Paris’teki atölyemdi. Nasıl, nerede, ne zaman, ne kadara diye telaşlı bir şekilde sorarken kendi kendime Paris’te yaşayan arkadaşlarımın teklifiyle Saint Ambroise’da güzel bir atölyeye sahibim. Burada, ne kadar şanslı olduğumu ve çok kıymetli arkadaşlara sahip olduğumu belirtmek isterim. İstanbul’dan Paris’e göç ediyor olmamı ancak Yeldeğirmeni'ndeki atölyemi toplarken idrak edebildim. Hayatımın merkezini yerinden kaldırıp başka bir yere taşımak sanırım zamansal düzlemde benim için yoğun bir duyguydu. 10 seneden fazladır kullandığım atölyenin malzemeler, notlar, tozlar ve kokulardan oluşmuş mayasını bozuyormuşum gibi hissetmek ağırdı ancak hayatımın tam ortasında böyle bir tecrübenin sahip olma heyecanı beni hep diri tuttu.
Fransa’da yeni bir hayat kurarken karşılaştığın ilk zorluklar nelerdi? Bu soruyu birazda böyle bir karar vermek için genç bir yaşta olmadığın için soruyorum.
Evet, 20'li yaşlarda göç etmiş olmaktan oldukça farklı bir deneyim sanırım. Bu yaşta göç etmek, kök salmaya başlamış bir ağacın yerinin değiştirip kök salmaya kaldığı yerden devam etmesini beklediğim zaman aralığında hissettiklerim gibi. Bir fidanı toprağa dikmek gibi hafif ve hızlı isleyen bir süreç değil. Umutlu, endişeli, heyecanlı, yepyeni ve yavaş. Bu süreçte bana yardımcı olan en büyük şey, göç etmenin hayatin bir parçası olduğunu derinden hissediyor olmam. Bunun nedeninin atalarımın göçer, ailemin ise Türkiye’den Avrupa’ya göç etmiş bir isçi aile olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Çocukluğumdan bu yana göçle ilgili bana aktarılan deneyimler ve “hikâyeler” yer değiştirmeyi olağanlaştıran birer öğretiydi.
Fransa’da yeni bir hayat kurarken, zorluklardan ziyade karşılaştığım ilk kaygılardan bahsetmek isterim. Bu anlamda üzerine yoğunlaştığım ve pratik yaptığım birkaç temel unsurdan biri kültürel adaptasyon. Bir profesyonel olarak Paris’in kültürel ortamına uyum sağlayabilmek henüz tam olarak hakim olmadığım dil bakımından zor, ilgilendiğim ve pratiğimde işlediğim konular bakımından ise kolay.
Ali İbrahim Öcal, 47°28’06”N 0°33’19”W, İnşaat kumu, çimento, su, alçı, pigment, ahşap, 300 × 900 × 165
RU Angers’de gösterilen ilk kapsamlı kişisel serginin ismi Reality - Mise en scene – Possibility. Yan yana geldiğinde açık uçlu çağrışımlar yapan bu üç kavramı çıkış noktası olarak seçmenin özel bir nedeni var mı?
RU’da göstermekte olduğumda projede, dünya ve Türkiye ölçeğinde içinden geçtiğimiz, garip hale bürünmüş günleri, olasılık, olasılığa göre tasarlanan mizansen ve mizansenin dönüştürdüğü gerçeklik üzerinden okumaya çalışıyorum. Fakat sergiyi bu doğrusal kronolojiye tezat, gerçekliği başa alan ve günümüz gerçekliğinin nereden geldiğini araştırmaya çalışan bir aygıta dönüştürmeye çalıştım. Ayrıca bu üç kavram şimdiki zaman-geçmiş zaman -gelecek zaman üçlüsünü de barındırmakta. Bu bağlamda başlığı oluşturan üç kavramdan yola çıkarak, sergiyi üç ana unsur üzerine inşa ettiğimi söyleyebilirim. İnsan eliyle getirildiğimiz bu nokta; iklim adaletsizliğinin, küresel ekolojik yıkımın, sosyal adaletsizliğinin, zorunlu göçün, baskısını hissettiğimiz bugün, bizi bu noktaya taşıyan şeyleri kurguladığımız dün ve iyi ve kötü olasılıklarla bizi bekleyen yarın.
Serginin içeriği ve akışı hakkında biraz detaylı bilgi verir misin?
Reality - Mise en scene – Possibility günümüzün iki büyük temel problemine; küresel ekolojik yıkım ve buna bağıntılı, gittikçe büyüyerek yükselen küresel göç dalgasına odaklanmakta. Bu bağlamda içinde yer aldığımız fiziksel dünyanın optik teslimiyetleri olan manzaraları bir araya getirdiğim bir sergi olarak tanımlayabilirim. Oluşturduğum manzaraların çoğu imgesel. Katalogda yer alan yazının başlığındaki gibi, imgesel manzaraların arasında bir “imgesel yürüyüş” parkuru. İşlerimi white cube olmayan bir galeride gösteriyor olmak başta beni kaygılandıran bir durumdu. Ancak galerinin geniş pencereleri gün ışığını kapalı olduğu için sergileme biçimine pozitif bir katkı sundu. Aynı zamanda serginin dışarı ile kolaylıkla kurduğu bağlantı yeni bir kavramsal katman oluşturdu. Örneğin, ilk varyasyonunu 2016’da Kasa Galeri’de Derya Yücel’in küratörlüğünde gerçekleşen Arzunun Topoğrafyası sergisinde yaptığım mekana özgü, imgesel dağ manzarası yerleştirmesini ilk kez günışığının katkısıyla gösterdim.Hayalimdeki manzarayı seyirci ile paylaşırken gün ışığının fiziksel etkisi, bir hayali gerçekliğe yakınlaştıran kavramsal etkiye de sahip.
Sergi mekânın uzun geniş yapısı manzaranın panoramik kadrajına uygundu. Dolayısıyla sergiyi, bu uzun geniş yapıyı bölümlere ayırmadan ve sahip olduğu perspektifi bozmadan tasarladım. Örneğin 2019’dan beri üzerine çalıştığım kâğıt üzerine cyanotype baskı Deniz Manzaraları Serisi’nin yeni ürettiğim 12 parçalı yerleştirmesi, sergiye girerken seyirciye uçsuz buçaksız bir ufuk çizgisi sunuyor.
Ali İbrahim Öcal, sergi görüntüsü
Çalışmalarında 2010’lardan itibaren resim, heykel, fotoğraf, yerleştirme, video tekniklerini eş zamanlı olarak kullanarak özellikle kendi geçmişine ait referanslardan yola çıkan bir anlatım tarzı geliştirdin. Çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği Burdur senin için neden bu kadar önemli?
2010’daki ilk kişisel sergimde beraber çalışmıştık, sergi metni senin kaleminden çıkmıştı. Hatırlarsın, serginin merkezine annemi yerleştirmiş ve dünyaya gelmeden önce kabuğum olan annemin bedeni üzerine araştırmalar yapmıştım. Bu sergide “anne”yi toprakla benim aramdaki bağı oluşturan bir ara beden olarak konumlandırmıştım başlangıcımı ve sonumu merkeze alarak. O günler kendimi ve geldiğim yeri araştırırken kullandığım haritalardan biri buydu. Bugün ise bu araştırmaları daha geniş ölçekli haritalar vasıtasıyla yapmaya devam ediyorum.
Mayamın çalındığı, çocukluğumun ve ilk gençliğim geçtiği coğrafyada oynadığım oyunların hemen hemen hepsi şu an pratiğime gittikçe daha da yerleşen dili oluşturan en önemli unsurlardan. Orada öğrendiğim oyunları oynamaya devam ediyorum. Son yıllarda ise yeniden gezindiğim coğrafyamda, yeniden başlayan keşfime büyüdüğüm toprakların mitolojisi, politikası, folkloru, ekolojisi de dahil olmaya başladı.
Bir konuşmamızda babanın küçük motoruyla köylerde fotoğrafçılık yaptığını, yıllar sonra onun çektiği kimi fotoğraflara baktığında duygulandığını anlatmıştın. Angers sergisinde yer alan fotoğraflarında bir tür babanın objektifinin izini sürdüğün söylenebilir mi?
Son yıllarda yaşamımın en ağırlıklı sorusu; nereden geldim? Sanırım içinde bulunduğum yaşların bana kazandırdığı olağan bir soru. Sorunun cevabını ararken gidebileceğin ilk konu: Baba.
Babam bir şipşak fotoğrafçısı (seyyar fotoğrafçı) olarak mesleğine başladı. Sonradan bir stüdyo fotoğrafçısı olarak Foto Öcal’ı kurdu. O sıralarda motosikletiyle köylere gidip düğünleri çekerdi. Kısa zamanlı göçler yapan, göçer fotoğrafçıydı. Her düğün fotoğraflarının içinde mutlaka gittiği bölgenin peyzaj fotoğrafı denemeleri olurdu. Bu seyahatlerinin bir kısmında beni de yanında götürürdü. Manzaraya bakma, kadraja alma, imgesini saklama ve imgesini üretme sürecinin tamamına şahit oluyordum. Dünyayı gördüğümü hissettiğim ilk hatıralarım. Babamla beraber yaptığım seyahatlerde manzaraya bakmayı, stüdyoda optiği ve kimyasalı anlamaya başladım. Objektifimde onun izi büyük yer kaplıyor.
Ali İbrahim Öcal, Duodecimal Seascape Series, Fine Art kâğıt üzerine Cyanotype 83 × 123 (herbiri unique 12 adet), 12/2022-01/2023
Çalışmalarında doğadaki gözlemlerinden kaynaklanan detaylara yoğunlaşan açılar varlıklarını hep korudular. Doğaya karşı olan bu tükenmez ilginin kökeninde ne var acaba? Ya da uzun süreden beri İstanbul’da, Paris’te yaşamana rağmen neden kırsaldaki hayat bir türlü yakanı bırakmıyor?
Öncelikle içinde büyüdüğüm bölgeyi tanımlamak isterim. Burdur Teke Yarımadası’nın merkezinde yer alır. Birbirinden farklı birçok coğrafi yapıya aynı anda sahiptir, bu da kültüre ve folklora farklı şekilde yansımıştır. Aynı zamanda halen %70 den fazlası kazılmamış Türkiye’nin en büyük arkeolojik alanıdır. Bu bahsettiklerimin eşliğinde, dünyayı algılamaya çalışmanın bana farklı bir etkisi oldu sanırım.
Nereden geldiğime bakarken ilk baktığım şey toprak oldu. Hem fiziksel hem de kavramsal olarak çok katmanlı bir kavram. Toprak ve onun üzerinde/altında gerçekleşenler. Toprağa yakın olduğum her yer benim araştırma alanım. Bu bakımdan kırsal, bana göre dünyanın gerçekliğini anlayabileceğimiz yegâne alanlar.
Mayamın çalındığı, çocukluğumun ve ilk gençliğim geçtiği coğrafyada oynadığım oyunların hemen hemen hepsi şu an pratiğime gittikçe daha da yerleşen dili oluşturan en önemli unsurlardan. Orada öğrendiğim oyunları oynamaya devam ediyorum. Son yıllarda ise yeniden gezindiğim coğrafyamda, yeniden başlayan keşfime büyüdüğüm toprakların mitolojisi, politikası, folkloru, ekolojisi de dahil olmaya başladı.
Château de Anger’deki yerleştirme fikri nasıl doğdu? Sarkis’in buradaki neon çalışmalarını gördüğünde neler hissettin? Biraz da buradaki yerleştirmende kullandığın malzemelerden konuşalım mı? Çoban kepenekleriyle deniz kabuklarını birleştirmen bana bir yanıyla Sürrealist bir kolaj estetiği üzerinde yoğunlaştığını diğer yanıyla geçmişine gönderme yaptığını düşündürüyor.
RU’da gösterdiğim projeyi tasarladığım günlerde beni en çok heyecanlandıran şeylerden biri de Sarkis’in kentteki varlığını görmüş olmam. Sanatçıya 1993 yılında FRAC Pays de la Loire tarafından Sarkis’e sipariş edilen, Les Quatre Chandeliers D`Angers adlı işi, tarihi Angers Şatosu’nun dört farklı odasında sabit olarak sergileniyor. 2009’da İstanbul Modern’deki Site sergisinde tanıştığım ve bir süre vakit geçirdiğim Sarkis benim için tanıdık biri gibi. Bu bakımdan Çobanın evi / Salute à Sarkis mekana özgü yerleştirme serisi, orada olan tanıdık bir göçmene başka bir göçmenin merhabası niteliğinde.
Çobanın barınmak için kullandığı kepeneği, günümüzde her yasam alanına sizmiş akili telefonlar, deniz kestanesi kabukları, ağaç dalları ve elektrikten oluşan dörtlü yerleştirme serisini Dört Angers Avizesi’nin sergilendiği dört farklı odanın tabanında gösteriyorum. Çobanın yer değiştirirken barınmak için kullandığı kepeneğini (evini), yerleştirmenin diğer birimlerini sarmalayan bir kabuk olarak konumlandırdım. Kepeneklerin içindeki akıllı telefon kaynaklı isik, üst üste dizilmiş deniz kestanelerinden süzülerek, Sarkis’in mekanı aydınlatan neon avizeleri gibi kendi mekânının içini aydınlatıyor.
Sarkis’le ortaklaştığımız "yer değiştirme"nin temsili olarak merkeze aldığım kepenek senin de söylediğin gibi çoban atalarımın göç ederken kullandığı bir korunak/kıyafet. Daha geniş anlamda ise evini kendiyle beraberinde taşıyan bedenlerin temsil nesnesi. İnsan eliyle kendi bağlamından koparılmış deniz kestanesi kabuklarını ise çobanın seyahati esnasında taşıması muhtemel bir tılsım nesnesi olarak konumlandırdım. Çobanın tek başına hareket ettiği doğada ihtiyaç duyduğu iyi sansı getirecek bir tılsım. Deniz kestaneleri başka bir taraftan günümüzün değişen ekolojik ve politik çevresinde sağ kalabilmek için ihtiyaç duyduğumuz sansı da gösterir nitelikte. İki nesnenin, doğadaki yalnız bedenin fiziksel ve ruhsal ihtiyaçlarını karşılaması adına bir ortaklığı bulunmakta. İlk bakışta sürreal bir ilişkiye sahipmiş gibi görünse de, bana göre bu iki nesnenin birbiriyle gerçekçi ve primtif bir bağı var.
Ali İbrahim Öcal, Çobanın Deniz Kestaneleri /Salute à Sarkis, Çoban kepeneği(keçe), deniz kestanesi kabuğu, akıllı telefon, elektrik, ağaç dalları, mekâna özgü yerleştirme, değişken boyutlar, 2023
RU ve Château de Anger’deki yerleştirme arasındaki bağlantı noktalarından söz etmek mümkün mü? Sanki bir parantezi açıp kapayan iki noktadan söz edilebilir galiba.
Söyleşinin başında da belirttiğim gibi sergim, günümüzün birbiriyle bağıntılı iki büyük sorununu son dönem üretimlerimden bir seçki ile gösteriyor. Burada pratiğimin geneline yayılan kişiselden toplumsala olan sabit ekseni izliyoruz. Kaynağı kişisel hayat hikayelerimden gelen örtük imgeleri, toplumsal sorunları açmak için kullanıyorum. Örneğin dünyanın çivileri olarak tanımlanan dağları, bakmayı özlediğim ya da başkaldırıyı sembolize eden bir manzara olarak serginin merkezine yerleştirdim. Atalarım gibi kendi dağlarımda gezinmeye devam ediyorum. Başka bir örnekle ufuk çizgisinin yandığı bir deniz manzarası video yerleştirmesine, plastiklerin izlerini taşıyan başka bir fotoğrafik deniz manzarası eşlik ediyor. Her iki proje dekişisel ve konjonktürel açıdan ayni konularla ilgileniyor. Château de Anger’deki yerleştirme serisi ise daha sembolist bir tavra sahip. Burada, profesyonel hayatıma başladığım günlerden itibaren ruhen bir bağım olduğunu hissettiğim Sarkis ile göçmenlik hali üzerinden bir beraberliğin peşine düştüm. Karşılaştığım, beraber olduğum, vakit geçirdiğim ilk usta sanatçının varlığını, günün sonunda yeniden hissediyor olmak hayatimin önemli bir döneminde, önemli bir sembol.
Comments