Yazı: Oğuz Karayemiş
Resmin sınırlarının zorlandığı bir çağı ardımızda bıraktık. Ressamların giderek daha soyut bir şekilde saf biçimi aradıkları, eserlerinden her tür maddi varoluşu eksiltmeyi amaçladıkları büyük bir dönemdi bu. Fakat her harekette olabileceği üzere, sanat teorisyenleri ile eleştirmenlerinin, fakat onlar kadar sanatla birlikte düşünmeye çalışan filozofların da çeşitli yanılsamalara ve yanlış ikiliklere takılı kaldıkları da vakıadır. Madde bir kez cisimsel-fiziksel olanla özdeşleştirildiğinde, biçim bizatihi tinsel olana geçerek bir tür sahte ikili karşıtlık (biçim/içerik veya konu) halinde düşünülür oldu. Bu bakış açısından, sanatçı saf tinsel bir biçimin yaratıcısı haline geldi. Bunun sanattan öyküleyici (naratif), figüratif veya örneklendirici (illüstratif) olan şeklinde belirebilen temsili kovmak gibi büyük meziyetleri vardı. Fakat kendine özgü sınırları da yok değildi. Bu yazıda SABO’nun Golden Hours sergisindeki eserlerini kat eden pratikle birlikte düşünerek başka bir yaklaşımın imkânını yoklamak istiyorum.
SABO’nun Versus Art Project’te 15 Aralık 2022-28 Ocak 2023 tarihleri arasında ziyarete açık olan Golden Hours sergisini, saf biçim yerine düşlerin saf maddesinin aranışı olarak değerlendirebilir miyiz? Günümüzde resmin asil bir mecra olmayı bırakıp yerleştirmenin, hazır yapımın, performansın yanı sıra herhangi bir mecra haline geldiği düşünülürse, resim bugün hangi özgül sorunsallaştırmalara, hangi tesirleri yaratmaya muktedirdir?
Ressamın geçitlerinde
Golden Hours, seyircisini Lucky Me ile karşılıyor. Küratör Elâ Atakan’ın katalog metninde de altını çizdiği üzere bu eser, sergiye hâkim olan duyguyu en yoğun şekilde içeren eser belki de. Fakat daha da önemlisi seyirci, gece ve gündüzün iç içe geçişi ile sergideki eserlerde kurulan zaman-mekânların en temel boyutunu keşfediyor: Kadının hafifçe silinen suretinde asılı kalmış gülümsemeyle birlikte sıcak, kucaklayıcı bir düş zaman-mekânı bu. Anılarla ilişkisi kasıtlı olarak muğlak bırakıldığından, bunları çocuklukla (özellikle sanatçının biyografik çocukluğuyla) ilişkilendirmede aceleci olmamayı teklif ediyorum. Bu yazının sonunda okuru, bunlar anı bile olsalar, bu anıların yeni düşsel zaman-mekânlar olarak yaratılmaları gerektiğine, yaratılmış olduklarına ikna edeceğimi umuyorum.
Fakat bizi karşılayan bu resimde asıl dikkat çeken şey, koyu turuncudan sıcak bir sarıya doğru açılan irice bir damlanın gökyüzüne yayılması. Küçük ve kesik bir daire şeklindeki bir eşi de sandalyenin altında bulunuyor. Neredeyse bütün resimlere irice damlalar halinde yayılan, bazen bir birikintiye, bazen düzgün bazen kesik dairelere yakınsayan yoğun boyanmış bu alanlar neyin nesi? Nedir bunların varoluşunun statüsü? Neden oradalar?
Atakan’dan, sanatçıya göre bunların “kendisinin içinde yer almadığı anlara sızılan kapılar” olduklarını öğreniyoruz. O halde bunlar, hem ressamın düş zaman-mekânlarına açıldığı hem de bu zaman-mekânları birbirine bağlayan geçitler olarak görülebilir. Ressam bu geçitleri kullanarak farklı zaman-mekânlara yolculuk ediyorsa bunun nedeni, yolculuğun daima aracılar, yollar gerektirmesidir; en tinsel veya düşsel olanlarının bile: Düşlemek için algılar ve anılar (ki ikisi özünde aynı şeydir), hatırlamak için tetikleyiciler gerekir. Fakat bu aracılar ne edilgendir ne de aracılık ettikleri, geçirdikleri şeyleri dönüştürmeksizin geçirebilirler.
Bir aracılıklar oyunu olarak resim
Öyleyse soru: Sanatın saf biçime tarihsel meftunluğu paranteze alınırsa, bu geçitler saf madde olarak ele alınabilir mi? Öncelikle, elbette saf madde diye bir şey yoktur. Her maddi oluşum, bu ister boyanın, tuvalin ve fırçanın cisimselliği ister tablonun yarattığı tesir türünden cisimsiz bir şey olsun daima şu veya bu ölçekte zaten biçimlenmiştir. Dolayısıyla, “saf madde” daima sadece yakınlaşabileceğimiz bir kapasiteler çokluğu, örneğin resimde kendilerinden yeni zaman-mekânlar yaratabileceğimiz kadar biçim katmanları soyulmuş daha serbest haldeki bir düş malzemesidir. Tıpkı bir masa yapmak için ağacı köklememizin, kabuğu sökmemizin, onu düz plakalar haline getirmemizin gerekli olması gibi, sanatın tinsel biçimleri de bu şekilde köklenmiş, kabukları sökülmüş, yeni bileşimlere girmeye daha muktedir hale gelmiş düş maddelerini gerektirir. SABO bize, bu maddelere boya katmanlarının yoğunlaştırılmasıyla erişmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Golden Hours’daki yoğun boyanmış alanlar düş maddeleriyken, yaratılan zaman-mekânlar bu yoğunluğun seyrelmesiyle elde edilir.
In Your Eyes serisi, SABO’nun hem aile albümünden kendisinin bulunmadığı bir fotoğrafı hem de kendisi ile iki arkadaşının bulunduğu bir başka fotoğrafı da kullanıyor olmasıyla özellikle ele alınmayı hak ediyor. Zira bu seri, sanatçıyı ve fotoğraf-anısını doğrudan resimsel düzenlemeye dahil ediyor. Bu resim-kolajlara bakıldığında, diğer zaman-mekânları kuran seyreltme işleminin aslında burada da iş başında olduğu görülüyor. Fakat bu seyreltme işleminin kuru boyayla yapılması, figürlerin ve manzaranın bazı unsurlarının kabuklarının geride kaldığı bir durumda yüzeyin büyük oranda boşalması ve geçit-maddelerin bu resimlere bu defa yapıştırılarak yayılması, her şeyden önce, geçit-maddelerden hareketle bir zaman-mekânın yaratılmasından ziyade mevcut gerçeklikten verili biçim katmanlarının daha moleküler, daha uçucu izlenim ve duygulara doğru soyulmasıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Yani yağlı boyalarda yoğun geçit-maddeler aracılığıyla ve bu düş maddeleri seyreltilerek yeni zaman-mekânlara ulaşılırken bu resim-kolajlarda yüzeye yapıştırılmış geçit-maddelere erişmek üzere gerçek duyulur zaman-mekânlar geride bir dizi izlenim ve duygu kalacak şekilde renklerinden boşaltılıyor gibi. İlkinde yoğunluktan seyreltme aracılığıyla yaratıma, ikincisinde gerçekliğin seyreltilmesi yoluyla yoğunluğa ve kalıntı izlenimlere. Bunlar birbirini tamamlayan, biri olmaksızın diğeri işlemeyecek olan iki işlemdir. Bütünüyle resme ait, bütünüyle ressamın uhdesindeki işlemler.
Fakat bütün bu işlemler hem sanatçı hem de seyirci tarafında daha geniş bir aracılıklar oyunu devreye sokulmaksızın gerçekleştirilemez. Duyu organları örgütlenmesi olarak et (bilhassa göz, ama diğerleri de), duyulur olandan düş maddelerini çekip çıkartan geçittir. Duyumsama, etin aracılığıyla temelde bir bilinçdışını tesis eden bu maddeyi gerçeklikten çekip çıkartır. Bu cisimsel şeylerin üretildiği cisimsel ham maddelere paralel cisimsiz bir ham maddeler çokluğunun elde edilmesi işlemidir. Fakat bu bir kopyalama işlemi değildir. Aksine geçit-et, aracılık ettiği yolculuğu (duyulur olanın düşünülür/ düşlenebilir olana yolculuğunu) dönüştürür. Göz görmede tükenirken kendi kapasiteleriyle, tendonları ve sinirleriyle, korneası ve merceğiyle düşünülür olanın oluşumunun parçası haline gelir. Resimleri kat eden yoğun renk katmanları için de aynısı geçerlidir. Onlar da sanatçı için zaman-mekânların, figürlerin üretimine aracılık ederken atmosferi dönüştürür ve onun oluşumuna kendi renklerini katarak tükenir, seyrelir. O halde sanatçı önce görmüş, duyumsamış, hissetmiş, bundan düşünülür maddeler yakalamıştır. Bu maddeler, öznel veya nesnel olmaktan ziyade etseldir. Sanatçı ancak bundan sonra onları duyulur madde olarak boyanın ve rengin yoğunlaşma ve seyrelleşmeleriyle görünür kılar. Denklemin diğer tarafında ise seyircinin gözü, ışık ve renk, resimlerdeki tesirin aktarımının parçasıdır. Seyirci, bu defa ressamın boyayla ışığı kırarak ürettiği figürlere ve zaman-mekânlara gözden geçerek erişir. Yoğun renk geçitleri, o halde gözün ikizidir. Hatta burada bütün bir ikiz dizi bulunur: renkli yoğun geçitler-sanatçının eli-fırça ve tuval-renk ve çizgi, diğer yanda seyircinin gözü-beyin-fikir. İlk dizide duyulur madde düşsel bir zaman-mekânı üretecek şekilde örgütlenirken, ikinci dizide zaman-mekândan, renk ve figürden bir fikir örgütlenir. İlk dizi ışığın kırılımlarıyken ikinci dizi kırılmış ışığın duyumsanışlarıdır. Sanatçıyı ve seyirciyi alakadar iki dizinin ortak terimi ise, iki diziyi de kat eden tesir olacaktır: ressamın etin duygular ve izlenimler belleğinden hareketle yarattığı, seyircininse maruz kaldığı, duyumsadığı ve üstlendiği tesir.
Altın saatlerde saadet parıltıları
Peki nedir bu tesir? Lucky Me’deki sıcak, kucaklayıcı dünyanın bütün eserleri kat ettiğini görüyoruz. Is There Someone Else?’de bir tentenin gölgesine yayılmış üç figürün gülümseyişlerinde, Savior serisindeki kaygısızca yelkenlileriyle salınan figürlerde, sergideki diğer eserlerden farklı olarak kuru boya ve kolajın tercih edildiği In Your Eyes serisindeki figürlerde. Bir açıdan Lucky Me, bu tesirin en yoğun noktası olması itibariyle bir tür kaynakken, In Your Eyes serisi onun izlenim açısından kaynağı olarak görülebilir. Dahası bu tesir, kırmızı paletin diğer sıcak renklerle birlikte oluşturduğu manzaralara doğru açılır. Bir açıdan figürlerin hafifçe silinmiş yüz hatlarında kıvrılmış olan gülümseme, onların gömüldüğü manzaralara açılan bir başka geçittir. Öyle ki In Your Eyes serisiyle ve Is There Someone Else’le aynı odaya yerleştirilmiş olan Time Flies’de, yine bir başka odada birlikte yerleştirilmiş olan Light Leaks serisi ile Fever Dream’de, küratörün özel bir şekilde yerleştirdiği ve daha sonra tekrar döneceğim Monastery serisinde figürler kaybolurken dahi manzaraların bu tesiri aktarmaya muktedir olduğu açıktır.
Bu tesiri, aslında bir soruyla ilişkili olarak düşünmek mümkündür: Altın çağı, illâ bir geçmişe havale etmeksizin, kişisel veya toplumsal tarihin bir dönemini mistik bir haleyle kuşatmaksızın düşünebilir miyiz? Soru böyle sorulduğunda, altın çağın “genel olarak” çocukluk olmayacağı açıktır. Fakat bu durumda, Golden Hours’taki bol miktarda çocukluk atıfları karşısında, SABO’dan ayrı düşmüş olmayacak mıyız? Eğer serginin ismini ciddiye alırsak hayır.
Altın saatler’de çocukluk öne çıkıyorsa şayet, etin çocukluğa özgü örgütlenmesinin, çocuğun dünyaya özgül açıklığının, onun dünyanın parıltılarını duyumsamaya daha eğilimli kılmasındadır. Bu yüzden bir altın çağdan ziyade, bir altın saatler çokluğuyla, saadetin parıltılarıyla karşı karşıyayız. Altın bir saat, günün belli bir saati, güneşin belli bir açısı, suyun belli bir dalgası, rüzgârın saçları belli bir okşayışıdır. Hangimizin çocukluğunu sarmalayan düşlerinde bir ekmeğin kokusu, bir yemeğin tadı, bir annenin gülümseyişi parıldamaz? Bunlar bir çağ gibi bütün çocukluğu kaplamak yerine, farklı durumlara saçılırlar. Saatlerdir bunlar, zamanı belirsiz olsalar, tarihin kronolojik akışına yerleşmek yerine ondan koparak yüzer gezer düş zamanlarına yerleşiyor olsalar bile. O halde geçit-maddelerin bir diğer işlevi de böyle düşünülebilir: Onlar hem etin çocukluktan çekip çıkardığı, anı hüviyetini kaybederek düşsel anların sıkışması haline gelmiş zaman kristalleri hem de ressamın saadetin dalga dalga yayıldığı manzaraları ve figürleri boyadığı, deyim yerindeyse onlardan resimsel bir saadetin kristalleşmesine aracılık ettiği duygusal çekirdeklerdir.
Bir şifa anını düşlemek, saadet zaman-mekânları yaratmak
Şüphesiz, yorgunuz. Dünya ve olan bitenler bizi elden ayaktan kesiyor. SABO’nun tablolarının karşısında, onunla şifa arıyoruz. Şifa ve saadet. Büyük sözcükler bunlar, fakat aynı zamanda en temel, en doğal arayışlarımız.
Dünyanın biraz da olsa bize kucak açmasını, rüzgârın saçlarımızı okşamasını, güneşin tenimizi ısıtmasını, suyun etimizi havalandırmasını istiyoruz. Kim bu isteklere karşı durabilir?
Golden Hours sergisinin bütün resimlerine saçılan da bu arayıştır belki de. Nihayetinde Monastery serisinde doruğuna ulaşan, salt anı olmayı bırakarak figürden azade birer manzaraya doğru evrilen, sergiyi içeriden dışarıya kat eden bir arayış. Atakan’ın yerleştirme tercihiyle birlikte Monastery serisi, düş maddelerinin, saadet parıltısı çekirdeklerinin, bizi başka ve şifa dolu zaman-mekânlara açan bu geçitlerin manzaraya giderek daha fazla gömüldüğü, manzara-biçimin bu maddenin kudreti olduğunun, onun seyrelmesiyle zaman-mekânlar haline geldiğinin giderek daha fazla ve daha doğrudan vurgulandığı bir eğilime işaret ediyor. Hatta bu üç resmin, sanatçının geleceğe açılan geçitleri olduğunu söylemek bile mümkündür: Bir başka sergiye, yeniden başlayacak bir başka resimsel yaratıma açılan. Seyirci olarak biz de bütün sergiyle birlikte bu geçitten geçerken, şifanın ve saadetin zaman-mekânlarının ardımızdaki yitik bir tarihe ait olmadığını, aksine önümüzde boylu boyunca uzandığını; onların düş maddelerinden zuhur edecek, elle, hayal gücüyle, eylemle, boyalarla, fırçalarla, her türden diğer aracılarla iş birliği halinde dünyaya getirilecek manzaralar olduğunu duyumsuyoruz.
Golden Hours, SABO’nun düşler, şifa arayışı, madde-geçitler, resimsel zaman-mekânların oluşumu üzerine düşündüğü yoğun bir sergi. Atakan’ın sergi kataloğu yazısıyla, kataloğun başındaki sanatçıya mektubuyla ve sergideki yerleştirme tercihleriyle eserlerle seyircinin karşılaşmasını yoğunlaştırması da tam bir iyi küratörlük pratiği örneği. SABO’yla birlikte, her tür resimsel yaratımın kaynağı olan saf düş maddelerine erişiyoruz; onlardan geçmeksizin, onlar aracılığıyla düşlemeksizin, onları bu gerçeklikten etimiz aracılığıyla çekip çıkarmaksızın ne şifanın ne saadetin parıltılarının mümkün olduğunu, nihayetinde bizi kucaklayacak, bağrına basacak bir dünyanın bu parıltıların örgütlenmesiyle elde edilebileceğini idrak ediyoruz. Belki de günümüzde resmin ona bir zamanlar bahşedilmiş sahte kraliyet tahtını yitirmesiyle kazandığı gerçek kudret, renk yoğunluklarını, ışığın kırılımlarını ve düşsel zaman-mekânların yaratımına muktedir düş maddelerine erişmeyi odağına alan bütün bu sorunsallaştırma alanıdır.
Comments