top of page
Yazarın fotoğrafıAhmet Ergenç

Gölgeler bize ne anlatır?


İrem Nalça’nın Güneşin Duvarı Yok adlı sergisi 30 Eylül - 6 Kasım tarihleri arasında Simbart Projects Çukurcuma’da gerçekleşti. Sergi vesilesiyle bir araya geldiğimiz sanatçıyla modern dünya, gölgeler, karnavallar, loser’lar, eski ve yeni avangardlar, absürt anlar, varoluş, ironi, mizah ve diğer şeyler üzerine bir söyleşi yaptık


Röportaj: Ahmet Ergenç


İrem Nalça, Görkemli Düşüşler Sirki, 2021, Yedi kanallı stop-motion video, 1/3 Ed. + 1AP


İrem hoş geldin. Serginin adıyla başlayalım: Güneşin Duvarı Yok, bana ilk bakışta Rus fütüristleri, o eski avangardları hatırlatan bir şeydi. Maleviç’in kostümlerini tasarladığı ilk fütürist opera Güneşin Zaptı’nı da hatırlatan bu ismin, Karagöz ve Hacivat’tan geldiğini öğrenmek beni biraz şaşırttı açıkçası. Gelenekselin içinde yakalanmış bir saçma ya da avangard an gibi. Nedir bu ifadenin senin ve sergin için önemi diye sorsam?


Selam! Karagöz de döneminde özgürlükçü ve tabu yıkan bir yapıdaydı, fütüristler de. Temel karakterler tarih içinde tekerrür ediyorlar, sanatın da yalnız yeni bir öneri getiren değil, temelinde hatırlatan bir niteliği olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda günün ağırlığını unutturan da diyebiliriz. Unutabilmek ya da olumsuz anlamda kullanırsam yıkıcılık yeniye yer açan kendi içinde koca bir şölen. Güneşin Duvarı Yok modern dönemde yazılmış Kolay Şiir adlı bir temsilin içinde geçiyor. Gölgelerle uzun zamandır çalışıyorum, Karagöz tiyatrosuyla da bu yolla tanıştım. Gölge ya da duvar, görenin bilincinin, nesnenin gölgesidir, sınırları imler duvar ve gölgeler. Gölge kuklalar kendi sınırlarınca yazgılanmış, bir anlatıyı taşıyacak güçleri kalmamış halde kendi gölgeleriyle aynıdırlar. Gölgelerin gölgeleridirler. Eklemleri olmayan bu kuklalar kendi işlevleriyle çelişiktir, kendi yitimlerini çağırırlar. Bu anlamda Güneş çağrılandır, yıkıcı ve yakıcı olan, sınırları muğlaklaştıracak olandır. Ve hayat verendir de.


Güneşin Duvarı Yok sergisinden bir kare, 2021, Simbart Projects Çukurcuma


Serginin genelinde karnavalesk bir hava hissettim. Artık olmayan kumpanyaları, sirkleri, gezici tiyatroları andıran bir şey. Bütün bu gölgeler ve karakterlerle karanlık ama ‘karnavalımsı’ bir hava yarattığını söyleyebilir miyiz? Ve aslında bu “modern” çağda karnaval ne işe yarar diye de düşünüyor insan.


Modern çağın kendisi bir gösteriyi, kuklacılarını yutmuş kuklalardan oluşan bir karnavalı anımsatıyor bana. Kesişen ama kavuşamayanların sirki. Güneşin Duvarı Yok’un ise gösterinin ya da imgenin sürekliliğini iddia etmenin aksine, “son”u ve düşüşleri anımsatan bir kurgu olduğunu görüyorum. Trapezde kesişenlere karşıt olarak düştükleri yerde buluşanların festivali, bir sahne arkası partisi.


Güneşin Duvarı Yok sergisinden bir kare, 2021, Simbart Projects Çukurcuma


Sergideki video yerleştirmesinin adı Görkemli Düşüşler Sirki. Bana biraz Cohen’in Görkemli Kaybedenler’ini hatırlatan bu isim, aslında karmaşa ve karanlıktan alınan bir yaşamsal gücü çağrıştırdı bana. Düzen ve aydınlığa karşı, karmaşa ve karanlığa dalıp oradan daha “sahih” demekte bir sakınca görmediğim bir hayat enerjisine ya da tuhaf bir mutluluk haline ulaşmayı önerdiğini düşündüm, bu video ve aslında genel anlamda serginin. Modern zamanların mutluluk mitine karşı çıkan, düşmeyi de göze alan bir mutluluk biçimi. Ne dersin?


Anlatı hem öznel olanı vurguladığında hem de otobiyografik olmamayı becerdiğinde ifadenin tek katmanlılığı çöküyor. Ortaya çıkan ise gıdıklayan bir trajedi oluyor. Kendini -ya da belirlenmiş bir kendiyi diyeyim- hem olumsuzlayan hem de ilişkiselliğini sürdüren hilebaz figürü bu sebeple serginin temel konuğu. Kesinlikle hem ekstaz haline, hem de sürekli kendi tuzaklarına takılıp kaybeden, hatta çeşitli mitlerde ölüp yeniden dirilene yer açıyor, onu çağırıyor sergi. Öfke ve şiddeti bir güldürüde eritmeye niyeti var.


 

"Artık bir 'yepyeni'ye inanmıyorum. Her sergi bir belirlenim, yeni olan bile bu belirlenimleri yıkmakla belirleniyor. Gelecek şimdi hangi nitelikleri önemsiyorsak orada gezinen bir kör ebe."

 

Sergideki bazı figürler bana Siyah Kalem’i hatırlattı. Onun zebanilerini, panayırlarda dolaşıyormuş hissi veren demonik figürlerini. Bir yandan da bazı figürler, bambaşka bir uçtan Jean Cocteau’yu hatırlattı. Cocteau’nun gösterişli, biraz da loser dreamy figürlerini. Ne dersin bu iki isim, bir şekilde hayaletleriyle de olsa sergiye sızmış olabilir mi?


Siyah Kalem’le şüphesiz bir gönül bağım var fakat Cocteau ilginç. Sadece biçim değil içerik yönünden de şaşırtıcı ortaklıklar buluyorum. Örneğin Orpheus miti ile olan ilişkisi. Bana öyle geliyor ki geriye bakışta kaybedilen Eurydice her desenin ya da sanat yapıtının kaderini üstleniyor. Kendimi bu anlamda akraba bulduğum bir kişi Cocteau. Sanatın bakışı sürdürmek üzere değil, yürüyüşün içinde durabilmeye dair bir eylem olduğunu düşünüyorum.


İrem Nalça, İsimsiz, 2021, Kağıt üzerine çini ve guaj, 35 x 50 cm


Bir işin açıklamasında şöyle bir cümle geçiyor: “İçine dahil olduğumuz kurgunun öznesi olduğumuzu hatırlatmak adına sanatçı, çağdaş bireyin taşıdığı kimlikler ve temsiller arasında uyuklayana temas etmek üzere absürt olanı önerir, jestlere alan açar.” Burada “uyuklayan”ı uyandıran bir alarm olarak absürte gönderme yapılmasını sevdim. Absürt denilen şey, mevcut yapıyı yıkıp, yeni bir alan açabilir bence de. Varoluşçu edebiyatın da yaptığı şey budur. “Mevcut” sahneyi karartıp yeni bir sahne için alan açmak. Genel olarak işlerinde böyle bir arzu var mı? Absürt bir enjeksiyonla manzarayı bulandırıp, yeni bir manzara açmak gibi bir arzu?


Bütün yaptığımın bu olduğunu söyleyebilirim. Sahneyi karartmak, temsillerin havasını kaçırmak, balonları patlatmak ve bilinenin yabanıllığına yer açmak. Absürt yabancılaştırır ve zihnin haritasını muğlaklaştırır. El yordamıyla yön bulmaya doğru harekete geçirir. Kişi absürtün yabancılığından ve temsili becerilerden ancak kendi yeteneklerine başvurarak sıyrılır ve yoluna geri döner. Ufak bir yoldan çıkma hadisesi. Yine bir hilebaz hikâyesinin başlangıcına döndük. Hilebaz, kendine has belirlenmiş bir nitelik taşımamasına ve özel bir yeteneği olmamasına rağmen hikâyenin öznesidir. Saçmalar, kendi tuzaklarına düşer, bütün orman ona güler fakat hikâye onun üzerinden anlatı bulur. Dönüştüğünde ise sözün taşıyıcısıdır.


İrem Nalça, İsimsiz, 2021, Kağıt üzerine çini ve guaj, 32 x 41 cm


Sergi metninde Kundera’dan şöyle bir alıntı var: “Roman kuramsal düşünceden değil, mizahi düşünceden doğmuştur.” Kundera’nın şöyle bir cümle de kurduğunu hatırlıyorum: “Roman sanatının dünyaya Tanrı’nın gülüşünün yankısı olarak geldiğini düşünmek hoşuma gidiyor.” Bence Kundera’nın o felsefi ve seküler bilgeliği insanlık durumu denilen şeye dair böyle bir trajikomik bakış yer alıyor. Hayatı hem çok trajik, hem de çok gülünesi bir şey olarak görmek. Senin işlerinde böyle bir bakış, trajiği de gören “mizahi” bir bakış var mıdır diye sorsam?


Her türlü ilişkimde kendi potamda eritebildiklerimle ilgileniyorum ve eriyişin kendisi, akışkan olanın kendisi espiri. Espiri, spirit’ten geliyor, ruh demek. Eritemediğim gerçeklik ne kadar mühim ve vazgeçilmez olursa olsun, vazgeçiyorum. Bir vazgeçme, eksilme eylemi benim işlerim, sürdürülebilirliğe karşı diriliği öneriyorlar. Bir de şu var tabii, masalcı tavır ya da komik olan kendi başına bir fantazma, büyüye dönüşebiliyor. Belleği ise gerçek ile temas oluşturuyor. Yani Tanrı o koca kahkahasını salmadan evvel ne oldu? Biricik oğlu çarmıha mı gerildi ya da nasıl bir trajediye şahit oldu? Serginin ilk işi olan Büyük Düşüşler Sirki’ni çalışırken güncelin getirdikleri altında ezilmiştim; pandeminin insanlar üzerindeki etkileri, 2020’deki ayaklanmalar ve teorik okumalar altında kitlenmiş bir haldeyken bütün bunlarla kendi dilimde yeniden bu şekilde temas edebildim. Düşünme biçimimi tanıma vesilesi oluyor her iş ve yabancılık böylece yavaşça uysallaşıyor.


Güneşin Duvarı Yok sergisinden bir kare, 2021, Simbart Projects Çukurcuma


Sergideki bütün o gölgeler ve gölge oyunları, bana Yavuz Turgul’un o enfes 90’lar filmi Gölge Oyunu’nu da hatırlattı. Bir komedi ikilisinin (Şener Şen ve Şevket Altuğ) Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki kırık dökük maceralarını anlatan bu filme sakin bir sürrealizm hissi hakimdir. Ancak rüyalara ya da gerçeküstüne geçerek mutlu olabilecek zamane loser’larının hikâyesi de diyebilirim buna. Bu filmde gölge oyunu dünyada bulunamayacak bir mutluluğun, belli belirsiz bir mutluluk anının ifadesidir. Gölgelerle kurduğun ilişkide buna benzer bir şeyler var mı acaba?


Çok sevdiğim bir film, işlediğim bütün konuları barındırıyor. Naif olandan, öfkeyle kendi haklılığını iddia etmeyenden sızan bir espri, jest ya da saçmada yaşadığını düşündüğüm bir tavırla evlendim bu sergide. Naif olan derken ana akım sistematikleşmiş olanın karşısında böyle konumladığımdan, yoksa epey ciddi bir durumdan hatta politik bir tavırdan bahsediyorum. Öyle ciddi ki sürekli kaygan zeminde ayakta kalmaya çalışıyorum komedi ikilisi gibi. Ve evet neşe, bence hatırlanması, çağrılması, uyandırılması ve bahsedilmesi gereken temel nitelik bu. Coğrafyamız oldukça realist ve mağdur zira, biliyorsun. Filmin sonunda Şevket Altuğ kusursuz imgeyi yitirir ve bu kayıp sayesinde kendi macerasına girecektir. Gölge bu anlamda karşılaşılan, parlak imgenin ardında kalan, nesnenin hiyerarşisini bozan, hayale yer açan bir kavramdır. Bu konuyu Balzac’ın Gizli Başyapıt’ında, Sorrentino’nun La Grande Bellezza’sında, Sciamma’nın Portrait of a Lady on Fire’ında ve daha nicelerinde rastlamak mümkün. Yine Orpheus hikâyesi devreye giriyor.


Ve klasik bir soruyla bitireyim: Bundan sonra ne var aklında? Mesela, bu sergideki ve önceki işlerindeki mevzular üzerine düşünmeye devam edecek misin? Yoksa yepyeni bir yola girersin?


Artık bir “yepyeni”ye inanmıyorum. Her sergi bir belirlenim, yeni olan bile bu belirlenimleri yıkmakla belirleniyor. Gelecek şimdi hangi nitelikleri önemsiyorsak orada gezinen bir kör ebe. İlişkide olduğum fikirlerin, kişilerin, değerlerin sorumluluğunu alarak yürümeye devam edeceğim, arkama bakmamayı becerebilirsem ne ala!


Comments


bottom of page