Antje Ehmann ve Hazel Kılınç'ın yürüttüğü Labour in a Single Shot isimli atölyenin çıktıları bir sergiye dönüştü. Yermekân'da gerçekleşen serginin ışığında emeğin temsilini ele alıyoruz
Yazı: Uğurcan Kaçmaz
Labour in a Single Shot, Yermekân
“Emek toplumunun içinde bulunduğu kriz, çalışmanın doğa tarafından insanlığa dayatılmış ezeli ebedi bir mecburiyet olduğu iddiasının fos olduğunu ortaya koyuyor. Yüzyıllar boyunca emek tanrısına tapınmamız gerektiği; alın teri dökülmeden ihtiyaçların karşılanamayacağı vaaz edildi. İhtiyaçları karşılamak: çalışma kampı hayatının tek amacı bu. Bu doğru olsaydı eğer, emek eleştirisi, yerçekimi eleştirisi kadar abes bir şey olurdu. Nasıl oluyor da bir “doğa kanunu” krize giriyor, hatta ortadan kalkıyor? Havyar düşkünü neo-liberallerden bira göbeği yapmış sendikacılara kadar, çalışma kampında yer alan bütün parti grup liderleri, emeğin sözümona doğallığını ispatlamak için bin bir dereden su getiriyorlar. Öyle ya, sırf emek sistemi onların emeğine artık ihtiyaç duymuyor diye nüfusun dörtte üçünün sefalet ve yoksulluk içinde yaşıyor olmasını nasıl açıklayacaklar?”(1)
Antje Ehmann ve Hazel Kılınç'ın 16 Eylül - 4 Ekim 2024 tarihleri arasında Yermekân'da yürüttüğü Labour in a Single Shot atölyesinin sonuçları, 20 katılımcının ürettiği videolarla bir sergiye dönüştü. Emeği ele alan bu videolar, Harun Farocki'nin İşçiler Fabrikadan Çıkarken (1995) ve Karşılaştırma (2009) filmleriyle birlikte sunuldu. Alman yönetmen Harun Farocki'nin 80. doğum günü ve ölümünün 10. yıl dönümü anısına düzenlenen sergi, Goethe-Institut Ankara ve Yermekân iş birliğiyle gerçekleştirildi ve sanatçının çalışmalarının günümüzdeki etkisini ortaya koydu.
1944 doğumlu olan Farocki, 90'dan fazla film üreterek yıllar içinde medyayı ve görüntülerin toplumsal etkisini sorgulayan özgün bir belgesel tarzı geliştirdi. 1974-1984 yılları arasında Filmkritik dergisinin editörlüğünü yaptı, 1990'larda ise California'ya yerleşerek Berkeley Üniversitesi'nde ders verdi. Eserleri, Hamburger Bahnhof, Tel Aviv Sanat Müzesi, MoMA, Köln Ludwig Müzesi ve Tate Modern gibi önde gelen sanat merkezlerinde sergilendi.
Labour in a Single Shot, Yermekân
Yermekân'daki Labour in a Single Shot atölyesi, 2011 yılında Antje Ehmann ve Harun Farocki tarafından başlatılan uluslararası bir projenin devamı niteliğinde. Projede, dünyanın farklı şehirlerinde düzenlenen video prodüksiyon atölyeleri aracılığıyla, emeği tek bir çekimle anlatan kısa videolar üretiliyor. Atölyeye katılanlar, 1 ila 2 dakika uzunluğunda, tek bir planla sınırlı videolar çekerek, ücretli veya ücretsiz, maddi ve manevi emek süreçlerini gözler önüne seriyor.
Atölyenin temel konusu olan "emek," farklı kültürel ve toplumsal bağlamlarda ele alınıyor. Bazı bölümlerde tarımsal üretimle hayatta kalmaya çalışan aileler bazılarındaysa teknolojinin yönlendirdiği üretim süreçleri inceleniyor. Katılımcılar, bu farklı emek biçimlerini sinematografik açıdan nasıl en iyi yansıtacaklarını tartışırken kamera hareketi, işin tekrarlayıcı doğası ve tek çekimde anlatı oluşturma gibi sorular, üretim sürecinin merkezine oturuyor.
Sadece sinema ve emeğin ilişkisini değil, aynı zamanda sinematografik formun temel sorularını da ele alan atölye, tek bir çekimle nasıl bir anlatı oluşturulabileceğini, bir iş akışının nasıl koreograflanabileceğini ve her emek türünün sinematik açıdan nasıl yakalanabileceğini tartışıyor. Atölyeden çıkan videolar, kısa sürelerine rağmen gerilim, anlatı veya sürpriz unsurları barındırabiliyor.
Proje aynı zamanda, 19. yüzyılın sonlarında Lumière kardeşlerin yaptığı gibi, tek planla çekim yapma geleneğini yeniden canlandırıyor. Tek bir sürekli çekimle, hareket eden dünyayı en saf haliyle yakalamaya çalışan bu gelenek, modern belgesellerde sıklıkla karşılaştığımız kararsız ve hızlı kurgu yerine, tek bir planla daha durağan ve düşünceli bir sinematografik yaklaşım benimsiyor.
Labour in a Single Shot ayrıca her atölye şehrinde Lumière kardeşlerin Lumière Fabrikasından Çıkan İşçiler filminin güncel yeniden yapımlarını da içeriyor. Her şehirde, işçilerin iş yerlerinden çıkış anları yeniden çekiliyor ve böylece bugünün iş dünyasıyla geçmişin emek sahneleri arasında bir bağ kuruluyor.
Her iki odada da işler, Yermekân’ın kendi mimari düzeniyle uyumlu şekilde konumlandırılıyor ve izleyicilere hangi işin hangi sanatçıya ait olduğunu, hangi projeksiyon veya ekranda sergilendiğini gösteren mimari kesitle desteklenen bir döküman sunuluyor. Ancak izleme deneyimim sırasında, hangi işin hangi sanatçıya ait olduğunu ilk başta pek önemiyorum; sanatçı kimliği arka planda kalıyor ve odaklandığım tek şey işlerin kendisi oluyor. Her bir görüntü, sıralı değil, birbirini izleyen serbest akışta birbiriyle doğal bir ilişkiye girecek şekilde zihnimde yer buluyor. Düzensiz bir sırayla izliyorum ama bu düzensizlik işlerin birbirini tamamlamasına engel olmuyor. Farklı projeksiyonlardaki ve ekranlardaki işleri kıyaslayarak her birinin kendi içinde ve birbirleriyle kurduğu ilişkiyi keşfetmeye çalışıyorum. Bu süreç, sergiye farklı bir bütünsellik kazandıran, kurgusal olmayan bir akış yaratıyor.
Farocki'nin bahsettiği gibi (2), imajlar birbirini dışlamayan ama aynı filmde birbiriyle esnek bir şekilde ilişki kuran unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Aynı anda hem bir bütüne aitler hem de bireysel olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Bu anlamda esnek montaj, bir yandan imajların belirli bir düzlemde birbirine bağlanmasıyla ortaya çıkan uyumlu bir bütünlük yaratırken, diğer yandan görüntüler arasında kakofonik, hatta kaotik bir etkileşim doğurabiliyor.
Yermekân'daki izleme deneyimim de buna paralel bir süreç içeriyor. Projeksiyonlarla sunulan işler, tek tek ele alındığında bağımsız görseller gibi ancak izlerken bu bağımsızlık kaybolup yerini esnek bir ilişki ağına bırakıyor. Bu, Farocki'nin bahsettiği "esnek montaj" kavramını izleme deneyimimle örtüştüren bir durum: İmajlar birbiriyle çarpışıyor, kakofonik bir etkileşim yaratıyor ve izleme sürecinde kendiliğinden bir anlatı doğuyor. Görüntüler arasında yer yer bir savaş hali gibi bir gerilim olsa da bu gerilim imajların kendi içindeki ilişkileri ve bağlantıları güçlendiriyor. Farocki'nin bahsettiği "kako-imajlar" düşüncesi, bu deneyimin kaotik ama yaratıcı yapısını en iyi şekilde özetliyor. Görüntüler arasında gidip geldiğimde, görme alanındaki her iş, Virilio’nun sözünü ettiği gibi arkeolojik bir kazı sahasıyla karşılaştırabilir bir şey olarak karşıma çıkıyor (3).
Labour in a Single Shot, Yermekân
Katılımcıların kayda aldığı emek süreçlerini izlerken, içimde tuhaf bir tutarsızlık ve anlam veremediğim, öfkeyle karışık bir özdeşleşme duygusu uyanıyor. Bir yanda tüketim fetişizmini belgeyen, ruhsuz bir emek repertuarını gözlemliyorsunuz bir yandan imajların birbiriyle olan ilişkisi estetik bir strüktür kurduğunu görüyorsunuz. İmajların kendi ilişkileri içerisinde işçilerin gündelik hayat içerisindeki emeklerinin estetize edilme niyetiyle kayda alınmayan ama özdeşleşmeye izin vermeyen ve buna rağmen tekrar tekrar izlemek istediğiniz derece derece öfkelendiren bir duyarlılık sunuyor. Bu nedenle ister istemez aklıma Marx’ın tarif ettiği doğası gereği zorunlu olan, insanlık ve toplum dışı bu emek faaliyetin ortadan kaldırılması gerektiği olgusu geliyor. Doğası gereği zorunlu olması ve buna direnme arzusu... Bu iki çarpık ve birbiriyle ilişkiye girmesi zor olan antagonizma, imajlar aracılığıyla kaotik ve yaratıcı bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Örneğin, Esra Oskay’ın Sweeping Sound isimli videosu, bir apartman penceresinden sokağa doğru çekilmiş. Kamera, sabit bir noktadan çevreyi gözlemliyor. Videonun ana aksiyonu, bir temizlik görevlisinin sokağı süpürmesi üzerine kurulu. Sokakta biriken yapraklar ve diğer küçük çöpler, temizlikçi tarafından toplanıyor ve temizleniyor. Bu hareketler, sokaktaki günlük işçiliği yansıtıyor. Basit ama anlamlı olan bu eylem, günlük emeğin görünmez kalan yanlarını ön plana çıkarıyor. Videoda temizlik işlemi sürekli olarak devam ederken, sokak ve süpürücü arasında sessiz bir ilişki kuruluyor. Doğası gereği zorunlu bir eylem olan bu “üretim süreci”, somut olarak toplumsal düzenlemenin esaret ve egemenlik ilişkilerini görünür kılıyor. Hangi emek, bu çağda özgürlüğü ortadan kaldırabilir ki?
Kant’ın perspektifinden bakıldığında, insanlığın çelişkisi olan toplumsallaşma arzusu ile toplumsallaşmaya direnme karşıtlığı, insanlığın gelişimini sürdüren bir olgudur. Ancak emek, kendisine bağımlı bir otoritenin varlığını ortaya koymakla kalmayıp, gündelik yaşamın derinliklerine nüfuz ederek insanın zihnini ve davranışlarını denetleyen antagonistik bir etkiye sahiptir. Öyle ya, toplumu bir ceset yönetmektedir, emeğin cesedi (4).
Bu antagonizmanın özü, aslında toplumun yokluğudur. Sabit bir toplumsal kimlik sunan özdeşleşme süreçleri, nihayetinde başarısızlığa mahkumdur. Toplumun varlığının yokluğu, ideolojik bir fantezi olarak işlev görmekte ve bu tutarsızlığı örtme çabası, özdeşleşmeyi gerçekleştirememe durumunu telafi eder. Farocki’nin bahsettiği kako-imajlar, bu özdeşleşme arzusunu yok sayarak, başarısızlığa mahkum olanların bizler olmadığını hatırlatıyor.
Comments