Bir asır evvel İstanbul'a sığınıp, burada iki yıl geçiren Alexis Gritchenko’nun desenleriyle olduğu kadar, 1919-1921 aralıklı güncesiyle de alt üst eden bir samimiyete sahip İstanbul Yılları adlı sergisi Meşher’de 1 Eylül’den itibaren tekrar izleyiciyle buluşacak
Yazı: Evrim Altuğ
Alexis Gritchenko, İstanbul Silueti, Mart 1921, Mukavva üzerine yağlıboya,
guaş ve karakalem, 36 × 39,5 cm, İmzalı ve tarihli, Ömer Koç Koleksiyonu
İstanbul'da 1919 ve 1921 yılları arasında geçirdiği iki yılın etkisiyle kaleme aldığı özel kitabı 1930 tarihli İstanbul'da İki Yıl ile Atatürk'ün özel kütüphanesine dek giren Kuzey Ukraynalı ressam Alexis Gritchenko, Meşher'de açılan İstanbul Yılları isimli geniş kapsamlı sergi ile, bu hasretini büyük ölçüde giderme fırsatı buldu.
Sergi, mütareke yılları sırasında bir çok ulustan on binlerce sığınmacıya ev sahipliği yapan -bugün de aynı manzaradan farksız- İstanbul'un özgün mimari ve insan dokusunu, balıkçıları, dinsel yapıları, mezar taşları, kadınları ve esnafıyla Beyoğlu, İstiklâl Caddesi’ne yeniden yaşamsal bir uğultuyla taşıran büyük bir bilgi, belge ve yapıt birikimi olma özelliğini gösteriyor.
Ressamlığın, tarihe, hayata karşı bir tanıklık, insancıl bir sorumluluk olduğunu düşünen Gritchenko, akademiyi ve beraberinde getirdiği şöhreti elinin tersi ile iterek, özellikle suluboyaları, guaş ve yağlıboya resimleri ile, yüzlerce desenini, biraz da ülkesindeki iç karışıklıktan ötürü çıktığı bu İstanbul seyahati vesilesiyle, 21. yüzyıl insanının önüne bırakıyor.
Sergide, sanatçıya ait İstanbul ve deniz, İstanbul peyzajı, Ayasofya ve Bizans yapıları, Mezarlıklar, Kahvehaneler, İstanbul'dan insan manzaraları, Gritchenko ve Namık İsmail ile, kendi teorik ve pratik önermesi Dynamocolor ve Camiler ve İbadet üst başlıklı nice çalışmayı izlemek mümkün olabiliyor. Buna, büyük bir itina ile mekâna serpiştirilmiş fotoğraf, özgün belge ve mektuplar refakat ediyor.
Dile kolay, 94 yıl yaşamış ve Karadeniz'den buraya, bir aşçı yardımcısı olarak bindiği gemiyle gelen sanatçı Gritchenko, bilhassa vaktiyle Namık İsmail ve İbrahim Çallı gibi sanatçılarla kurduğu yakın dostluğun sosyal ve estetik emarelerini de, 10 Mayıs'a dek düzenlenen bu sergide bizimle paylaşıyor. Ulusal Ukrayna Sanat Müzesi başta gelmek üzere, yedi ülkeye yayılan kamu kurumu ve özel koleksiyondan 150'nin üzerinde çalışma, böylece izleyicilerin ilgisine sunulmuş oluyor.
Solda: Alexis Gritchenko, Kırmızı Evin Önündeki Hamal, Aralık 1919, Kâğıt üzerine suluboya ve karakalem, 29 × 23 cm, İmzalı ve tarihli, Ömer Koç Koleksiyonu
Sağda: Alexis Gritchenko, Kahvehanede, Şubat 1921, Kâğıt üzerine suluboya ve karakalem, 24,5 × 19 cm, İmzalı ve tarihli, Ömer Koç Koleksiyonu
Bahattin Öztuncay'ın direktörlüğü, Karoly Aliotti'nin koordinasyonuyla hizmet veren Meşher, içerdiği bu derin zaman ve mekân seyahati vesilesiyle Pera'daki erken dönem modern otellerinden birini andırıyor. Bunda, serginin duvar renginden karanlık ve mistik yapıt galerilerine, ressamın güncesinden nice değerli tespitten, uluslar arası ajansların izniyle kullanılmış eski İstanbul film karelerine bir çok detayın atlanmamış olmasının payı, büyük. Türk kahvesi lezzeti ve renginde bir sükûnet ve doygunluk hissi ile, biraz da nostaljik bir özlemle gezdiğimiz serginin küratörlüğünü, Şeyda Çetin ve Ebru Esra Satıcı üstleniyor.
Gritchenko'yu “evinde hissettirecek” atmosferiyle sergide, sanatçıya ait oto portreler, dönemin Akademi fırçaları hakkında, ressamın kaleme aldığı pek hususi itirafları, diplomatik yazışmalar art arda resmigeçit yapıyor. 1883-1977 yılları arasında yaşamış sanatçı, Malevich, Tatlin ve Kandinsky'nin de aralarında olduğu avangard ressamlar ile birlikte sergilere de katılmış olmasıyla, sanat tarihindeki yerini pekiştiriyor. Küratörlerin deyişi ile 'yalnızca üzerindeki kaput ile' İstanbul'a gelen ve burada nice maddi manevi sıkıntıyı göze alan ressamın hikâyesi, bu yönüyle sırf bir sanatçı güncesi olmasından çok, bir mülteci hikâyesi olarak da öne çıkıyor. Serginin sunuş metninden de öğrendiğimiz gibi, "Zorunlu göç konusunun küresel bir mevzu olduğu günümüzde, Gritchenko'nun anılarını okumak, aradan geçen bir asra rağmen, ülkelerini terk etmek zorunda kalan insanların maruz kaldıkları şartlarda pek değişiklik olmadığını gözler önüne serer. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde mülteci olan Gritchenko, kendi durumundaki bir çok insan gibi, bulunduğu yerde kalıcı olmadığının farkındadır."
Küratörlerin tabiri ile bir dünya vatandaşı olan sanatçı, akademik eğitim sisteminin ölü kurallara dayandığını ve hatta 'akademi' kelimesine tahammül edemediğini dile getiriyor. Ressam bu süreçte, sahip olduğu sanat bilgisiyle yine kendi ifadesi ile “Osmanlı Montparnasse”ı olarak nitelediği sanatçı ve yazar çevresine de, tüm merak ve enerjisyile, kolaylıkla dahil oluyor.
Solda: Alexis Gritchenko, Galata, Nisan 1920, Kâğıt üzerine suluboya ve karakalem, 23 × 28,5 cm, İmzalı ve tarihli, Ömer Koç Koleksiyonu
Sağda: Alexis Gritchenko, Haliç, Mart 1921, Kâğıt üzerine guaş, 31,5 × 35,5 cm, İmzalı ve tarihli, Ömer Koç Koleksiyonu
Rus ikonaları ve Bizans kültürüne yönelik ilgisinin de görsel ve metinsel delillerle önümüze konulduğu sergisinde Gritchenko, ilhamını doğadan aldığını da gerek renk, gerekse kompozisyon tercihlerinde sıkça ortaya koyuyor. Sanatçı, sanat tarihçi ve eleştirmen kimliğiyle de bilinen Gritchenko bu anlamda, 1913 yılında Moskova'da sunduğu 'Rus resminin Bizans ve Batı ile ilişkisi' kitabı ile de tarihin sayfalarındaki yerini alıyor. Küratör ikilinin arşivsel metnine yine dayanacak olursak, ressam bu durumu, "Kelimenin en geniş anlamıyla biçime can katan doğadır. İnsanı her türlü akademizmden koruyan sadece odur," cümlesiyle şekillendiriyor.
Gritchenko'nun yolu, Atatürk'ün Ayasofya'nın müze olma sürecinde yapıyı emanet ettiği, Amerikalı arkeolog ve Bizans Enstitüsü kurucusu Thomas Whittemore ile de kesişiyor. Nitekim sanatçı, İstanbul ziyareti vesilesiyle en fazla da Ayasofya'ya duyduğu hayranlığı, türlü yapıt ve cümleleri ile delillendiriyor. Ressam, bu tarihsel yapıyı 'Bizans kültürünün ve zihniyetinin alametifarikası' olarak tanımlıyor. Bu vesile ile ABD'li Arkeolog dostu, sanatçının bir çok yapıtını da satın alıyor. Hatta ilerleyen dönemde Whittemore, ressamın Yunanistan üzerinden Fransa'ya gitmesine de yardımcı oluyor. Ve Gritchenko bu süreçte Fransa'da, aralarında Salon d'Automne'un da (Güz Salonu) yer aldığı bir çok sergiye dahil olma şansı buluyor.
Burada, küratör ikilinin sergi karakteri ile ilgili şu cımbızlık sözlerini de paylaşmak gerekiyor:
"...Gritchenko, anı kitabında tarih yazımını '(...)duygusuz rakamlar, gayrişahsi yıllar ve masum olgular halinde, olayların özeti çıkarılıyor,' sözleriyle eleştirir. Sergide, kendisinin bu eleştirisini göz önünde bulundurarak, sanat tarihsel açıdan ressamın çalışma repertuvarına ya da kendi geliştirdiği akım olan dynamocolor etkisine odaklanmanın ötesinde, sanatçının perspektifinden heyecanı, motivasyonu, dostlukları ve özlemleri, özetle duyguları vurgulamaya gayret gösterdik."
Adeta Ayasofya'ya övgü seviyesindeki özel mimari, resim ve projeksiyon müdahalesi birimi ile takdiri hak eden Meşher'deki İstanbul Yılları sergisi, izleyiciyi bu yaşayan müze-kentte, içgüdüselliğin, rastlantıların, ışığın ve hareketin yoldaşlığında baş döndüren gizli bir geometrik ve estetik esaret altına alıyor.
Alexis Gritchenko, Ayasofya, 1920, Kâğıt üzerine suluboya ve karakalem, 26 × 20,5 cm, İmzalı, Ömer Koç Koleksiyonu
Desenin samimiyeti, geçici detayların hınzırlığı, mahremiyetin cazibesi, hep İstanbul'un yokuşları, ara sokakları, yerli ve yabancılarının suretleri arasında bir görünüp, bir kayboluyor. Keza küratörler, sanatçının kariyerinde İstanbul'un adeta bir mihenk taşı olduğunu ve özellikle de suluboyalarına bakıldığında, bu tutkunun bir çok kanıtına rastlayabildiğimizden söz ediyor.
Gritchenko sergisinin önemli varlık nedenlerinden biri de, sergiye danışmanlıklarıyla büyük emek vermiş bulunan sanat tarihçiler Vita Susak ile Ayşenur Güler. Küratörler Satıcı ve Çetin, bunda 2017'de sanatçı için bir monografi yayımlayan Susak ile, özellikle Çalllı ve İsmail ile Gritchenko'nun dostlukları üzerine yaptığı titiz araştırma ile, Güler'in katkısının çok büyük olduğunun altını çiziyor. (Bu dostluğun ne kadar yakın olduğuna bir örnek olarak, Namık İsmail'in kız kardeşi Ulviye Hanım'ın da, Gritchenko'ya modellik yapmış olduğunu söylememiz gerekiyor.)
Böylece izleyici, Susak'ın metninden öğrendiğimiz gibi, "Bu ülkede her şey ressamlar için yaratılmış," diyen Gritchenko ile kâh Marmara'dan Büyükada'ya doğru yola koyuluyor. Bazen ise Haliç üzerindeki bir köprüde, suluboya ve karakalemin samimi telaşıyla bir soluklanıyor, ya da kimi zaman yeni köprü üzerinden, yaşamın devingen siluetinde avcı iken av durumuna düşebiliyor. Veya, Mevlevihane'deki dervişlerin evren enerjisi saçan koşulsuz, pür sevgi kaynaklı hareketlerine gözleri dolasıya sevdalanabiliyor. O da yetmezse, tarihi Yahudi ve Osmanlı mezarlıkları, eski Bizans kiliseleri, gizemli kadınlar, çocuklar, Fatih'te yol yorgunu develer, tarihi çarşının yarı karanlık, yarı prizmatik egzotik görsel uğultusu, Marmara açıklarından seyrine doyulmayan Ayasofya siluetleri, hep, izleyiciye kendini aniliğin samimiyeti ve yoğunluğuyla bırakıyor. Bu yönüyle İstanbul'daki bölük pörçüklüğün hakiki estetiğini, onu disipline mahkûm etmeksizin, 'Dynamocolor'u ile görebilmiş Gritchenko'daki bu belgeci, kişisel yaklaşım, bana hep bir foto - muhabirin, sözgelimi bir Henri-Cartier Bresson veya Ara Güler'in o devingen, kurnaz ve duygusal kompozisyon bereketini çağrıştırıyor.
Solda: Alexis Gritchenko, Çarşaflı Türk Kadını, 1920, Tuval üzerine yağlıboya,
99,5 × 76,5 cm, İmzalı ve tarihli, Ukrayna Ulusal Sanat Müzesi Koleksiyonu
Sağda: Alexis Gritchenko, Kahvehanedeki Üç Türk, Şubat 1921, Kâğıt üzerine guaş ve karakalem, 39 × 35 cm, İmzalı ve tarihli, Ömer Koç Koleksiyonu
Misal, 28 Nisan 1920 tarihli (Yapı Kredi Yayınları'nca da Türkçeye iyi ki kazandırılmış) günce sayfasında, çoğu zaman sırf soğanla beslenerek kendini bu mukaddes kentin görsel ve kültürel tahrikine gönlünce sınırsız ebatta emanet eden, Vita Susak'ın deyişi ile bilhassa suluboya ve guaşlarıyla büyük izler bırakan üstat Gritchenko, imgelerle sarmaş dolaş samimiyetteki kelimelerine, bunu şöyle vakfediyor:
"...Dün İstanbul'da, Haliç kıyısında dolaştım. Hamalların taslak çizimlerini yaptım. Nasıl bir hareket hissi! Peş peşe kaç resim gelip, geçiyor. Rıhtımların gürültüsünün ve kargaşasının biraz dışına çıkıp dinlenmek için yangın alanında bir şeyler atıştırdım. Antik bir blok oluşturan su kemerinin güçlü dış hatlarını seyrederek, resim yaptım. Sonra yine aşağı indim ve mavnalarla teknelerin alacalı bulacalı pupaları arasında kendimi kaybolmuş gibi hissettim; orada anlatılmaz bir gürültü hüküm sürüyor, haykırışlar ve umutsuz çağrılar duyuluyor, rüzgâr halatları gıcırdatıyor ve direkleri sarsıyor, serenler ve yelkenler çırpınıyor, insanlar direklere yengeç gibi tırmanıyor, sıkı sıkı tutunuyor, düşüyor, itişiyor, yapışıyorlar..."
Tekrara düşmek pahasına, gidip, sergilenen esas İstanbul'u bir kez daha duyumsayabilmek adına, sözü yine sanatçıya bırakmak en iyisi:
"Büyük bir sevinçle surların yolunu tuttum. Bu gezinti zihnimde ne unutulmaz izlenimler, ne düşünceler uyandırıyor! Burada engel yok; ilim cemiyetlerinin varlığı hissedilmiyor, rehberlerin sesi duyulmuyor, turist yok, ne bir sınır var, ne de kısıtlama... Burası Avrupa'da, İtalya'da olduğu gibi değil. Her adımımı kendi irademe, arzuma, bazen tamamen sezgilerime göre atabiliyorum. Ressamın yeri burası."
Hozzászólások