Mehtap Baydu’nun Henüz Orman Çıplaktı başlıklı kişisel sergisi Galeri Nev Ankara’da izleyiciyle buluştu. Baydu'nun “beden”i açan üretimlerini Candeğer Furtun’un sanat pratiğiyle kurduğu temaslar üzerinden okuyoruz
Yazı: Can Akgümüş
Mehtap Baydu, İki Dudağımın Arasında, 2017, Sanatçının izniyle, Altın döküm, Gerçek ölçülerinde, Fotoğraf: Oğuz Karakütük
Mehtap Baydu’nun Henüz Orman Çıplaktı isimli kişisel sergisi Spinoza’nın şu sözleriyle kendini aralıyor: “Spinoza'da ruhun bedene, bedenin de ruha bir üstünlüğü söz konusu değildir. İnsan, ruh ve bedenden oluşmuş birleşik bir varlıktır; ruh ve beden bir ve aynı yoldadır..” Baydu’nun Spinoza’dan ödünç aldığı bu kavram, sergi alanında bizi karşı karşıya bıraktığı tüm parçalarla -beden parçaları veya hayal parçaları- beraber yeniden sorulduğunda kendi kendini haklı çıkarıyor.
Tekerrürde manasını yitiren o bireysellik ve benlik bilincine yönelerek, dünyada kalıcılık ve sonsuzluk üzerine verilen her türlü anlamsız savaşın haksız, adaletsiz ve ölçüsüz şiddetinin tam odağında olmak pahasına, bir de üstüne üstlük savunmasız ve korunmasız kalarak harekete geçiyor Mehtap Baydu. Özün kendisini; evrendeki her şeyin kalbine gizlenen ruhu ve bu ruhun neler yapabileceğini arıyor. Sergi alanının canlı renklerden arındırılmış evrenine adım attığımız anda dondurulmuş bir zamanın etrafımızı sardığını hissediyoruz. Üç boyutlu üretime açık tüm disiplinlerde olduğu gibi donuk zaman ve kalıcılık iddiası o disiplinin ana karakteridir diyebiliriz ancak Mehtap Baydu bir sanatçı olarak arayışının yükünü malzemesinin sırtından çoktan almış durumda. Tüm yükü kendisi yüklenmiş; oluş ve akış ile birbirine sıkıca kenetlenmiş, sebebin veya sonucun meseleye dönüşmediği bir zamansızlığa davet ediyor bizleri.
“Birbirinden farklı zamanlarda dünyaya gözlerini açmış, başka başka diyarlara yol almış, farklı jenerasyonlara ait bu iki kadın sanatçı arasında gümüş bir kordon uzanmakta. Sanki bu kordon onları farklı yüzyılların tozuyla dumanıyla çevrelemiş, ateşiyle rüzgarıyla şekillendirmiş ancak bir şekilde hep aynı kaşıkla beslemiş.”
Henüz Orman Çıplaktı’nın basın bülteninde şu sözlere yer verilmiş: “Mehtap Baydu’nun geçmiş sergisine ismini veren eser Ben ve Her Şey Arasındaki Mesafe, yani sanatçının kalıbını kendi bedeninden aldığı post, bu yeni sergide üzerinden sıyırdığı ve âdeta dinlendirmek üzere masanın kenarına, sandalyenin üzerine, bir askıya asıverdiği bir elbise, palto, bir ‘üst’ gibi sergileniyor.” Sanatçının kendi bedeniyle ilgili olan şeylere istikrarlı bir yaklaşımı var. Her bir katmanı teker teker ele almak ister gibi, gözünden hiçbir şeyin kaçmasına izin vermiyor. Baydu’nun yıllara yayılan üretim pratiğine baktığımızda ise aklımıza şu sorular geliyor: Elbiseye neden ihtiyaç duyuyoruz? Onunla doğmuyoruz, öldüğümüzde de artık ona ihtiyacımız yok. O sadece dünyevi olan ile ilgili, tıpkı yazılmış ve kurgulanmış bir kod ya da kimlik olarak çalışıyor. Ten, bir hayat birikintisi olarak yıllar içinde bedenimizi kaplayan bir kabuğa, ağır ve kimi zaman kaba bir katmana, bir kalıntıya mı dönüşüyor? Peki ya onu kırdığımızda, sıyırdığımızda ya da üzerimizden binbir acıyla yüzdüğümüzde bize geriye kalan o pırıl pırıl ışıklar içinde camdan bedenimiz bu dünyanın zorbalığına nasıl dayanır? Kurtulmak istediğimiz o kaba et gün gelir de bizi koruyan bir zırha dönüşebilir mi?
“Bu yeni beden formları bizi hareketin ve varoluşun çeşitliliğine yeniden inandırırken; biyolojik cinsiyetin, toplumsal cinsiyetin ve rollerin tamamından kurtulabilsek ne kadar esnek, yeni ve özgün bir görünüme kavuşabileceğimizi de müjdeler gibi.”
Ankara’da bulunan Galeri Nev’in sergi salonundan kilometrelerce uzakta İstanbul Dolapdere’de konumlanan Arter, 1960’lardan bu yana üretim yapan Candeğer Furtun’un Selen Ansen küratörlüğünde gerçekleşen ilk retrospektif sergisini tam da o sıralarda ağırlıyor. Birbirinden farklı zamanlarda dünyaya gözlerini açmış, başka başka diyarlara yol almış, farklı jenerasyonlara ait bu iki kadın sanatçı arasında gümüş bir kordon uzanmakta. Sanki bu kordon onları farklı yüzyılların tozuyla dumanıyla çevrelemiş, ateşiyle rüzgarıyla şekillendirmiş ancak bir şekilde hep aynı kaşıkla beslemiş.
Baydu’nun sergisinin tam kalbine yan yana asılan dört parça beden/kabuk ile Furtun’un retrospektifine adım adım yaklaşırken gözümüzü selamlayan dört parça beden/kabuk, her iki farklı kuşak ve mekân arasında bir vorteks açılmasını, dikkatli gözler önünde iki denizin dalga dalga birleşmesini sağlıyor.
Yukarıda: Candeğer Furtun Retrospektifi, Arter, 2021
Aşağıda: Mehtap Baydu, Henüz Orman Çıplaktı, Galeri Nev, 2022
Beden meselesi, Baydu’nun uzun zaman önce kurmaya başladığı bitmeyen bir cümle. Henüz noktalanmayan; virgüllerle, eslerle, ünlem ve çeşitli seslerle birbirine bağlanan ama sona ermeyen bir cümle. Sanatçının uzun yıllar içinde bir performans aracı olarak da güçlü bir şekilde kavradığı kendi bedeni, bedenini kaplayan kıyafetler, bedeninin içine girdiği formlar, kalıplar ve dış dünya ile kurulan tüm iktidar ilişkileri onun üretim pratiğinin her bir köşesinde karşımıza çıkmakta. Son sergisi Henüz Orman Çıplaktı’da önümüzde sere serpe beliren beden parçaları, önce tüketilerek kısımlara bölünmüş ancak hemen sonra yeniden üretilmiş, birbirine dikilmiş deriler, kaynatılmış kemikler gibi yeniden inşaa edilmiş bir iskelete sahip. Bu yeni beden formları bizi hareketin ve varoluşun çeşitliliğine yeniden inandırırken; biyolojik cinsiyetin, toplumsal cinsiyetin ve rollerin tamamından kurtulabilsek ne kadar esnek, yeni ve özgün bir görünüme kavuşabileceğimizi de müjdeler gibi.
Mehtap Baydu, Geçirgenlik, Toz porselen döküm, 2021
Baydu’nun Geçirgenlik ismini verdiği toz porselen döküm heykellerinde yeniden bir araya gelen beden parçaları, bir nevi çağdaş Frankenstein'lar gibi beliriyor etrafımızda. Bedenin bir cerrah müdahalesi ile bütünden parçaya, parçadan bütüne giden parçalanışı ve yeni birleşimleri, ateşle dikilmiş, birbirine kaynamış ve az sonra hareket ediverecek gibi karşımızda bize meydan okumakta. Hikâyedeki en önemli fark, cerrahi ve çılgın deneylere girişen kişi bu sefer sanatçının kendisi, üstelik bunu hiç de steril olmayan, alışageldiğimiz operasyon odalarından çok uzakta, kendi atölyesinde gerçekleştiriyor.
2021 yılının Eylül ayında, Mehtap Baydu ile yaklaşan kişisel sergisinin hazırlıklarının tam da yoğunlaştığı bir dönemde, Berlin’deki atölyesinde bir araya gelme şansımız olmuştu.
Mehtap’ın uzun bir süredir üretiyor olduğunun farkındaydım, göreceklerimden duyduğum heyecanı saklamadan atölyesinin kapısında belirmiş olmalıyım ki Mehtap’ın beni biraz çekinerek içeri buyur ettiğini anımsıyorum. Atölyesinde peşi sıra duran büyük tezgahların üzeri dahil duvarlar ve etraf neredeyse bomboştu. Gözüme ilişen birkaç beden kalıbı, neredeyse yüzyıllık antikalar gibi etrafta dağılmıştı, hepsi bu. Kalıplar dışında görmeyi hayal ettiğim her şey atölyeyi terk etmişti. Sonradan öğrendim, o sıralar aleve atılmış pişmekteydiler… Nedense bu tuhaf tanıklık beni Ankara’da Galeri Nev’in kapısında da aynı şekilde karşıladı. Sanki kemiğin üzerindeki ten harekete geçmiş, göç etmiş ve vardığı topraklarda yeni bir kimlik inşa etmişti. Sanatçının Berlin’deki atölyesinde azalan, eksilen, görünür olmayan her şey buradaydı ve benzer şekilde sağalmış, renklerini çok uzaklarda bırakmış, incecik ve çok kırılgan kabuklara dönüşmüştü. Bu kabuklar, içlerinden kurtulmuşlar, tipik anatomiden uzaklaşarak yeniden birleştirilmiş ve içlerine dolan boşlukla tekrar hayat bulmuşlardı.
Solda: Mehtap Baydu’nun Berlin’deki atölyesi, sanatçının izniyle.
Sağda: Candeğer Furtun’un 1964 yılında, İstanbul’un Şişli ilçesindeki Hanımefendi Sokak’ta kurduğu atölye
Selen Ansen, Candeğer Furtun’un Arter’de gerçekleşen ilk retrospektif sergisinin kataloğunda şöyle diyor: “Bu heykellerin yüzeylerini endişelendiren kıvrımlar, yivler, yarıklar, delikler ve izler, varlığımızı dokunduğumuz şeyler vasıtasıyla, kalıcı izler bırakarak, bu dünyaya kazıdığımızı teyit eder. Ve elini toprağın içine daldırmanın biraz da olsa elini etin içine daldırmaya benzediğini.” (s.11) Peki elimizi kendi etimizin altına daldırmanın cesareti nereden gelir? Ya da içeri girdiğimizde ne ile karşılaşırız? Bu açıdan Baydu’nun bedenlerine baktığımızda da, Ansen’in de söylediği gibi, bu vasıtayla yaşamın kalbine girerek burada şeylerin sürekli olarak doğduğunun ve öldüğünün farkına varırız.
Furtun’un ölmekte olan bedenleri, sanatçının canlı renklere mesafeli ilişkisiyle beraber aslında malzemesinin içinde kaybolmak ve neredeyse yok olmak istercesine takındığı tutum; gözlerimizi Mehtap Baydu’ya çevirdiğimizde kendini neredeyse beyaza ulaşacak kadar azaltır ve seyreltir. Artık renk neredeyse yoktur. Bu yeni ölüm, bahsi geçen beyaz ölüm, kimlik politikalarının ötesinde; kendine has ve seyreltilmiş bir “çağdaş yeniden doğum”a işaret etmektedir. Yeniden doğabilmek için bedeni terketmek; onu yırtmak ve yerine yenisini icat etmek.
Candeğer Furtun, Bacak, 1994, Seramik, Fotoğraf: Hadiye Cangökçe
Her iki sanatçının da kullandığı dil kabuk meselesinde kilitleniyor ve de aynı zamanda burada çözülüyor. Furtun’da kabuk koruyucu, gizleyici, kapatıcı, sert ve dirençli. Ancak Baydu’da bu direnç alt edilmiş, kabuk kendisine uygulanan şiddete boyun eğerek dirense de parçalanmış, yırtılarak açılmış, renginden arınmış sonra da yeniden bir araya gelmiş. Sanatçı belli ki bu sürecin tamamından haz almış ve bunu gizlemiyor; yeninin oluşması için eskiyi bu tezgahta / askıda / yerde bırakmak, bedeni acı-haz sporuna tabi tutarak ışıldamasını istemek…
Her iki sanatçının da boşlukla harekete geçiyor olması, bedeni bir kabuk gibi kavrayıp onun içini açarak içindekini ortaya çıkarma isteği hemen anlaşılıyor. Hatta daha da büyük bir cesaretle yeniden birleştirerek, çoğaltarak, küçülterek veya bozarak ona yeni bir form kazandırma çabası, iki sanatçının arasındaki gümüş kordonu bize yeniden anımsatıyor.
Furtun’un dokunmak ve hissetmek ile doğrudan ilişkili formları, izleyicinin fiziksel temasına oldukça davetkâr. Bu formların yüzeyinde gezinen bir el katmanları aralayacak olsa aniden kendisi ile karşılaşacak sanki. Bu hesapsız davet, aslında sanatçının da kendi arayışını ortaya çıkarıyor gibi… Baydu ise artık orada - form veya yüzey veya katmanların arasında- değil. Bizi terk ettiği bedeniyle baş başa bırakırken, o kendisini başka bir coğrafyada yeniden keşfetmekle meşgul.
Saf erotizmin cinsel uzuvlardan özgürleşen görsel şöleni, temas etme arzusunu tetikleyen çağrısı, kimi pürüzsüz, kimi pütürlü; parmağın kesik ve çukurlara girerek dokunuşlara davet edilmesi, bedenin ve parçalarının boyutları tipik olanı azaltsa da/aşsa da, bu erotik dil; bu dilin erotik oluşunu kanıtlayan tek şey bizim ona hayır diyemeyişimizde gizleniyor.
Comments