top of page
Evrim Altuğ

Güncel istisnalar kaideyi zorluyor


Michael Rakowitz'in bu yılki Fourth Plinth ödülünü Heather Phillipson ile beraber kazanması üzerine Evrim Altuğ'un Rakowitz ile Mart sayımız için gerçekleştirdiği röportajı tekrar yayınlıyoruz.

Michael Rakowitz, IŞİD'in yok ettiği antik Asur heykeli Lamassu'ya hurma şerbeti ambalaj malzemeleri üzerinden 'geri dönüşümlü' bir kültürel gönderme yaptığı Görünmez Düşman Var Olmamalı projesiyle, Londra Trafalgar Meydanı'ndaki geleneksel Fourth Plinth / Dördüncü Kaide kamusal alan heykel yarışması finalisti oldu. İstanbul Bienali ve SALT'taki projeleriyle yakından tanıdığımız Irak asıllı Amerikalı güncel sanatçı, Art Unlimited'a Chicago'dan verdiği özel söyleşide ABD'de sanatın geleceğinden kültür emperyalizmine, Türkiye'deki sanat ortamından yeni Başkan Trump'ın politikalarına ve yarışmanın diğer finalistlerine uzanan bir çok konuda önemli mesajlar aktardı.

Londra Belediyesi'nin Trafalgar Meydanı'nda 1989'dan günümüze 'gelenekselleşen' Fourth Plinth kamusal alan heykel ve yerleştirme proje yarışmasında bu yıl finale kalan sanatçılardan biri de, yaşamını ABD'de sürdüren ve son olarak İKSV'nin Carolyn-Christov Bakargiev küratörlüğünde Tuzlu Su başlığıyla düzenlediği 14. İstanbul Bienali'nde de yer alan, 1973 New York doğumlu güncel sanatçı Michael Rakowitz oldu.

New York, Jane Lombard Galerisi dışında, halen resmen Rampa İstanbul tarafından da temsil edilen, yaşamı ve çalışmalarına Chicago'da devem eden, 2011'de ise SALT'ın hazırladığı Geçmişe Hücum sergisiyle İstanbul'a konuk olan Rakowitz, Londra Belediyesi'nce açılan uluslararası yarışmaya sunduğu The Invisible Enemy Should not Exist / Görünmez Düşman Var Olmamalı isimli projesiyle finalist listesine seçildi. Rakowitz'in 2018 ve 2020 arasında Fourth Plinth'de yer alması için aday olarak seçilen Lamassu heykelinin ana malzemesi, Irak ve Ortadoğu için kültürel ve ticarî bir sembol olarak da bilinen hurma şerbetine ait teneke kutu ambalajları. Rakowitz aslında bu projeye çeşitli biçimlerdeki temsil ürünleriyle, bundan 11 yıl önce başlamıştı. Fourth Plinth yarışmasında bu yıl ayrıca, Heather Phillipson, Damian Ortega, Homi Bhaba ve Raqs Media Collective gibi çok kültürlü bir aday listesi finale seçilerek önemli bir manzara ortaya koydu. Bu yönüyle finalist sanatçıların yapıtlarını içeren bir sergi de, The National Gallery'de 26 Mart'a değin izlenebiliyor. Biz de Michael Rakowitz ile bu vesile ile, içeriği üzerinden hayli güncel bir anlatı barındıran kapsamlı bir görüşme imkânı elde ettik...

Michael, projenin doğuş öyküsünü bir de senden dinlemek isteriz, anlatır mısın?

Yarışmaya katılım sürecinde bana gönderdikleri ön bilgiyi incelediğimde, Fourth Plinth'i oluşturan kaidenin Lamassu isimli, Ninova antik kentindeki Nergal kapısında duran ve IŞİD tarafından Şubat 2015'te yok edilen Asur tanrı heykeli olan bu projemin, ebatları olan (yaklaşık) 4,25 metreyle neredeyse eşdeğer olduğunu saptadım. Bir ekiple birlikte, çalınan, yok edilen veya kaybolan kültürel nesnelerin tıpkılarını yapmakla meşgulüm. Bu, 2003'te yağmalanan Bağdat'taki Irak Müzesi'ne değin uzanıyor. Halen, ABD işgalini takiben müzeden çalınan, akıbeti belli olmayan 15 bine yakın kültürel nesne bulunduğu sanılıyor. Bu süreçte, müzeden kayıp kültür varlıkları halen 7 bini bulurken, 8 binine ise neyse ki ulaşılmış bulunuyor.

Asistanlarımla birlikte, Chicago Üniversitesi ile işbirliği içinde bir veritabanı oluşturmaya çalışıyorum. Eserlerin günümüzdeki durumlarını saptamak adına Interpol kaynağı The Red List (Kırmızı Liste) dosyasından da faydalanıyoruz. Bu listede, müzeden kayıp 20 nesnenin akıbetine eriştik. Elbette bu çalışmamız bölgedeki arkeolojik kazı alanları ve koruma bölgelerinden kaybolan, yok edilen veya çalınan öteki değerleri de kapsıyor. Buna, IŞİD tarafından yok edilen Musul Müzesi de dahil.

Atölyem bu kültür varlıklarının yeniden üretimi konusuna odaklanırken, malzeme olarak Ortadoğu kökenli yiyecek paketleme endüstrisini, ya da New York'ta ücretsiz dağıtılan Arapça basın yayın organlarını kendine temel alıyor. Bu malzemeleri seçmem boşuna değil. Annem, 1948'de Bağdat'tan göçmüş. Buradaki fikir, ABD'deki kültürel görünürlüğümüzü cisimleştirebilmek ve bu malzemeleri daha duyarlı maksatlar uğruna, 'görünmez' bir yaklaşımla değerlendirebilmeye dayanıyor. Ayrıca bunu yaparak parçaların ta kendilerini değil, ama bir nevi hayaletlerini de görünür kılmak gibi bir eğilimde bulunuyorum.

Tarih boyunca Doğu'dan Batı'ya kaçırılmış, yağmalanmış bir çok kültürel değer olduğunu ve bunların bir çok dünya müzesinde sergilendiğini biliyoruz. Ve geldiğimiz noktada Doğu'da yaşanan hırsızlık, yağma, Vandalizm ve köktencilik gibi eğilimlerle, bu eserlerin akıbetine baktığımızda acı bir çelişki ile 'kurtulduklarını' düşünmeden de edemiyoruz. Bu konudaki yorumunuzu alabilir miyim?

Evet, işin aslı bu sahiden de kolayca yanıt veremeyeceğim, gerçeküstü bir senaryo. Bildiğiniz gibi ben, 'Emperyal Müze' fikrine son derece karşı biriyim ve örneğin Türkiye'de yaşananlara geç 1870'lere değin baktığımda, özellikle Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yapılan birbirinden farklı arkeolojik kazılarda bulunan bir çok kalıntı ve değerin, taşınıp Batı'ya götürüldüğünü biliyorum.

İstanbul'da tanıdığım harika bir tarihçi olan Prof. Edhem Eldem, bana bu konuda detaylı bilgiler vermiş ve meselenin hukukî yanını da gözler önüne sermişti. Anlattığı uyarınca meselenin o dönemki topraklar da göz önünde bulundurulduğunda Irak ve Suriye ile öteki bölgeleri de kapsadığı açıkça ortadaydı.

Yine, Bağdat Ulusal Müzesi'nin 2006'da ailesi ile -önce Suriye'ye kaçtıktan sonra- ABD'de sığınmacı statüsü alan eski müdürü Donny George da, bana oldukça çarpıcı bilgiler sağlamıştı. Neden belli şeylerin yağmalandığı, yağma sonrasında kimi Iraklıların British Museum yetkililerine nasıl kızgınlıkla başvurduğu gibi bilgilerdi bunlar. Bunların kimi doğru, kimi yanlış da deniyor; neticede ortada yağmalanan parçaların ABD ve İngilizler arasında pay edildiği gibi iddialar da bulunuyor. Ancak British Museum ve bir çok müzede böylesi parçalar olduğu biliniyor. Bu anlamda Donny'nin bana dikkat çektiği bir unsur daha oldu: George, sırf müzelerden o koşullarda yasal olmayan yollarla kaçırılan kültür varlıklarının değil, bu süreçte aynı duruma maruz kalmış mültecilerin de ilgili kesim ve ülkelerce aynı mantıkla algılandığını, 'artık ülkelerine dönemeyecek' bir durumda tasnif edildiğini söyledi.

Çok ilginç zamanlar yaşıyoruz, ne dersin? Zira Fourth Plinth 2017 adaylarının Huma Bhaba, Pakistan; Damian Ortega, Meksika ve Raqs Media Collective gibi bir çoğu kökleri Doğu'dan veya şu günlerde ABD'nin büyük önyargı ve kısıtlamayla davrandığı Meksika gibi ülkelerden çıkan yaratıcı zihinler. Sen adaylara ve projelerine bakınca ne görüyorsun?

Raqs Media Collective başta olmak üzere, seçilen sanatçıların hemen hepsi inanılmaz ilham vericiler. Damian Ortega'nın benim için bir tür kahraman olduğunu söylemekte sakınca yok. Yine İngiltere'den Heather Phillipson'ın işlerini son iki yıldır izliyor ve büyük hayranlık duyuyorum. Finalistlerin böyle uluslararası bir liste oluşturmasının çok iyi olduğu kanısındayım. Özellikle de Brexit gibi bir eşikten sonra, dünyada köprülerden ziyade duvarların daha çok örüldüğü bir dönemde, sanat gerçekten de politikanın dayatmacılığına dayanan önemli bir unsur halinde. Fourth Plinth'e aday finalist işlere baktığımda hem son derece politik, hem de şairane mesajlar gördüğümü söylemeliyim. Sözgelimi Meksikalı bir sanatçının (Ortega), Donald Trump'ın büyük bir duvar inşa etmekten bahsettiği bir süreçte devasa bir merdiven önerisiyle geldiğini görüyorsun!

Bana kalırsa kendi önerim de, 2015'ten bugüne baktığımızda hiç de akla gelmeyecek olasılıkları içinde taşıyordu. Temeli Irak olan bu projeye ekibimle başladığımda Obama yönetimdeydi ve ülkenin bu denli dağılacağı akla bile gelmemişti. Ayrıca yaşadığım ülkede mültecilere de böylesi uygulamalar yapılması beklenmiyordu. Bunun yanı sıra Philadelphia kentinde de mültecilerle ilgili bir diğer trajik proje üzerinde çalışmam devam ediyor. Aldığımız haberler de durumu daha da kötüye taşıdıklarını ortaya koyuyor. Radio Silence isimli bu projede, ana haber sunucusu, Irak'ın 'Walter Cronkite'ı - Abdülvahit ile çalışıyordum. (Şu anda ABD'de bir mülteci olarak bulunuyor.) Bu projede kendisini yeniden 'yayına almak' uğruna temas kurdum ve kısa süre içinde büyük dostluk içine girdim. İlk kayıt seansından sonra trajik biçimde bir solunum rahatsızlığı ve astım hastalığına kapılarak sesini yitirdi, bir bakıma Irak da sesini yitirdi. Sekiz ay yaşam ünitesinde yoğun bakımda kaldıktan sonra, geçen Ağustos ayında hayata veda etti. Bu yönüyle ilgili proje de Irak'ın bir minyatürü gibiydi. Şimdi bu paralelde ilgili dağılma sürecine tanıklık ediyoruz ve uygulanan yeni politikalar, ülkeye gelenlerin kendilerini emniyette hissetmesine olanak tanımayacak şekilde aşağılayıcı ve insanlık dışı koşullara sebebiyet veriyor. Bu açıdan ilgili proje orada yaşayanların varoluşlarının görünürlüğü adına kıymet taşıyor, dahası umut barındırıyor ve ben de bir gün anavatanım Irak'ta olabilmeyi arzu ediyorum.

Bir söyleşide sanatın 'imkânsız olanı gerçekleştirebilme' imkânı olduğuna inandığını söylemiştin. Halen buna inanıyor musun ?

Elbette. Fourth Plinth projesi için bir araya geldiğimizde, Obama yönetiminin son günüydü ve yemin töreni evvelinde Londra'da buluştuğumuz diğer finalist sanatçılarla birlikte hepimizin kafasında Brexit'in ne kadar zor bir süreç olacağı da bulunuyordu. Bana göre finale kalan bu projeyi geç 1990'lardan bu yana, sonu gelmez 'teröre karşı savaş'ın yaşandığı bu dönemde yapabiliyor olmamın altında, her yerin aslında olduğundan daha iyi bir yere dönüştürülebileceği ihtimali barınıyor. Bu anlamda sinik bir tutum almayı kesinlikle reddediyorum. Yaptığım iş, içinde hayatın kudretini, şiiri, sanatı ihtiva ediyor. Tıpkı daha önce birinin bana söylediği gibi, çalışmalarım aslında şeylerin nasıl olabileceklerine dair birer prototip olma özelliğini gösteriyor. Buna benzer bir projeyi yakın zaman önce Dubai'de açtığım bir restoranla, Dar al Sulh ile ortaya koymuştum. Burada Iraklı Musevî kültür varlığını o bölgeye yeniden taşıyarak bunun sırf bir nostalji değil, geleceğin tasarımı/Blueprint'i olabileceğini de göstermek istemiştim. Buna bir örnek de ABD New York Brooklyn'de açtığım Davison and Company ile verilebilir. Zira o dükkân denemesi üzerinden baktığınızda, Irak çıkışlı ürünlerin ABD'ye girişlerinin aslen yasal olarak ne denli inanılmaz şekilde zor olduğu görülebiliyordu. Tabii o sırada kimse Iraklı sığınmacıların durumuyla ilgili bugünkü kadar bilgi ve haber edinmemekteydi. Proje kapsamında ABD'ye 10 koli hurma getirtebildik. Çünkü aslında mevcut gümrük yasaları nezdinde, bir ithalat/ihracat jesti, alabildiğine absürt biçimde ABD'de ancak sanat yoluyla mümkün kılınabiliyordu. Bu açıdan yaptıklarımın sırf sanat olarak alınmamasını da arzu ederim, zira bu eylemler kimi şeylerin mümkün olabilirliğini de ortaya koyuyorlar...

Gerçekten ilginç zamanlardan geçiyoruz; örneğin savaş veya IŞİD sebebiyle yok olan tarihi antik kalıntılar, yerel amatör bireylerce onurlandırılmak, unutturulmamak uğruna benzerlerinin yapılması suretiyle yeniden karşımıza çıkabiliyor. Bu tesadüfi biçimde yaptıklarınla da uyuşuyor, zira sen de bir nevi geri dönüşümcü gibi davranarak projelerinde güncel sanat dilini kullanarak hafızayı tekrar diriltiyor, estetik anlayışını bir nebze mizah duygusunu da katarak tarihe bir bakıma güncel bir kamuflaj çekiyorsun. Ne düşünüyorsun?

Bunu çok sevdim. Bana göre bu harika bir okuma ve özellikle 'kamuflaj' unsurunu düşündüğüm zaman işlerime dair son derece ilginç bir bilinçaltı katmanına varabiliyorum. Bunun üzerinde daha çok düşünmek niyetindeyim. Yaptığım son işler özelinde bakarsak burada kullandığımız ana maddeler zaten temelde çöp kutuları için, atılmak üzere yapılmışlar ve örneğin bu kutular arasında gelen yerel "Ma'mool Kekleri", Lübnan'a ait özel tatlılar. Ve Suudi Arabistan malı olarak satılıyorlar. Bunlar Irak'ta da tüketiliyor ve aynı durum hurmalar için de geçerli. Hurmalar üretimden dağıtıma Irak, Lübnan ve diğer ülkelerden çeşitli aşamalara geçiyorlar. Bu sebeple de Irak hurma endüstrisi ABD hukukî yaptırımına maruz kalıyor. Bu durum 1990'lardan 2003'e değin devam etmekle birlikte ürünlerle ilgili güvenlik soruşturmaları halen sıkı sıkıya sürmekte. Bu sebeple ilgili ürünlerin ambalajlarında belli bir estetik ve problematik durum olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu ürünlerin aslen Irak'tan çıkmalarına karşın belli köken belirtme sıkıntılarından ötürü maruz kaldıkları aidiyet sorunlarıyla ve bu ambalajların da yüzeyde ürettikleri, Babil veya Asur döneminden gelme özgün heykelden daha çeşitli, hesaplanamaz ve değişken renkte neticeler verme ihtimallerini de seviyorum. Neticede bir noktadan sonra her şey bulanıklaşarak havada kalabiliyor. Bu karmaşıklığı seviyorum.

Fourth Plinth için finale seçilen heykel projen aynı zamanda May the Arrogant Not Prevail / Küstahlık Eden Üstün Gelmesin isimli bir diğer eserine de gönderme yapıyor denebilir mi?

Kesinlikle. O epey 'çatık kaşlı' bir işimdir. Bu proje için davet, Almanya'daki Berlin Haus der Kulturen die Welt (HKW) üzerinden, Pergamon Müzesi tarafından yapılmıştı. Orada, 11 yıllık Görünmez Düşman Var Olmamalı serisini de sergileyecektim. Bunun harika bir fırsat olduğunu biliyordum. Pergamon Müzesi'nin nasıl bir tetikleyici olduğunun ayırdındaydım. Keza hepimiz (Anadolu'dan götürülen) Pergamon Sunağı'nın aslında nereye ait olduğunu da zaten bilmekteydik. 2006'da müzeye gidene kadar İştar Kapısı'nın burada olduğunu da bilmiyordum. Ancak sergiyi hazırlamaya ramak kala, Pergamon Müzesi bu projenin yağmacılık karşıtı bir kavramsal çerçevesi olduğunun bilincine vardı ve bunu erteleyerek, sergiyi müzenin bulunduğu bölgedeki akarsuyun karşı yakasındaki HKW'ye taşımamıza sebep oldu. Biz de bunun üzerine asistanlarımla, kimi bildik tüketim maddelerinin ambalajlarıyla 'ucuz malzeme' kullanarak İştar Kapısı'nın bir kopyasını çıkardık.

ABD Başkanı'nın basın özgürlüğü ve sivil haklara yönelik tutumu hakkında fikrin ne?

Kaba, sorumsuz, kabul edilemez, tehlikeli, ancak sürpriz olmayan bir tutum. Seçimden sonra konuştuğum bir çok kişi onun vaat ettiği şeyleri yapmayacağı yönünde adeta affedici söylemlere girmişti, ancak ben kendilerine oysa tam da niçin bunu yapmayabileceği konusunda düşünmediklerini söyledim. Kendisini çevreleyenler bile daha korkutucu hale geldiler. Onun söylediği her şey, bu dünyada onayladığım her şeyle taban tabana zıt.

Bu koşullarda ABD'de güncel sanatın geleceğine nasıl bakıyorsun?

Aman Tanrım! Doğrusu her gün daha çok sayıda kimsenin sanatçı olduğunu gözlemliyorum. Sanat bugün bir dile, bir koda dönüşmüş vaziyette ve ayrıca süregiden protestoların da kendine özgü bir dili oluşmaya başladı. Güncel sanat buna iyiden iyiye teğellenmiş durumda ve ortaya konulanlara baktığımızda yapılanların da bizleri dışlanmışlıktan kurtardığı bile söylenebilir.

Bu bizim birbirimizin konumunu fark edebilmemize de sebebiyet veriyor ve bu da sosyal bir estetiğin önünü açıyor. Bunun yarattığı en ufak bir ışık huzmesi de, bu alanda üretim gösterenlerin tümüyle kendini rahatlatma veya sinik davranma gibi durumlara düşmesine mani oluyor.

Dolayısıyla yaşananlar önümüze bir ihtimaller döngüsü bırakıyor ve hayal kurma yetisi, durumların en radikali olarak öne çıkıyor. Çünkü hayal kurabilmek, programlanabilir ve boyun eğdirilebilir bir şey değildir. Bu yönüyle sanatçıların daha çok üreterek anlam ortaya koymalarını, ancak bununla da daha çok 'anlamsızlık' için önayak olmalarını arzu ediyorum.

Sanatın bir kamuflaj olarak kullanımı meselesine tekrar geri dönecek olursak, bildiğiniz gibi protestolarda kimi sınırlamalar olabiliyor. Dün Philadelphia'da bu konuyla ilgili bir telefon görüşmesi yaptım. Temmuz ayında kentteki Bağımsızlık Binası önünde bir Irak anıtı replikasının inşası için izin aldık. Şu anda yaşananlar nereye doğru gidecekse gitsin, bu izni aldık çünkü bunu bir 'performans' olarak kaydettiler, bir 'protesto' olarak değil. Bu yönden, ileride bir çok protestonun da giderek performansa dönüşeceği kanaatindeyim.

Türkiye sana oradan nasıl görünüyor ?

Türkiye'ye karşı kişisel bir yakınlığım var. Orada geçmişte yaptığım projelerle olduğu kadar, Esra ve Nicole (Rampa) gibi dostlarım var. Ama bundan da öte, yapıtlarını büyük ilham ve saygıyla izlediğim Can Altay, Hüseyin B. Alptekin, Gülsün Karamustafa gibi sanatçıları anmak istiyorum. Kimi sergilerimde onlarla aynı yerde yer aldım. Keza Hera Büyüktaşçıyan ve Meriç Algün Ringborg'u da yakından takip ediyorum. İşlerindeki tutkulu üretim anlayışını beğeniyorum. Özellikle Can'ın kamusal alanla ilgili yapıtlarında yer alan psiko-coğrafya ve kentin ulusal bakımdan haritalandırılması gibi yaklaşımları ilgimi çekiyor.

Orada olanlarla ilgili kafamda çok net bir resim olmamakla birlikte, Erdoğan'ın sesinin gittikçe hayli gür çıktığını görebiliyorum. İstanbul Bienali'nde 1,5 yıl önce yer bulan ve Ermeni ustaların üretim tekniğine dayalı bir topluluğa dair eserimin (Eti Sizin / Kemiği Bizim, Galata Rum İlköğretim Okulu) sergilenmesi üzerinden, hafızalardaki yaranın bir ulusal proje olarak henüz nasıl örneklenemediğini gördüm. Daha sonra Türkiye'de bir darbe teşebbüsü yaşandı. Ardından her şey art arda sökün etti ve orada yaşayanlar, üretenler için her şey daha da zorlaşmaya yüz tuttu. Ne kadarı doğru bilmiyorum ama kimi haberler aldığım kadarıyla, galeriler kapanıyor. Bu trajik. Toplumlar böylesi durumlarda çözülmeyi, kötü muameleyi ilk olarak kültürel alanda, entelektüeller ve azınlıklar çapında yaşıyorlar. İşler nereye varır bilemiyorum ancak gerçekten endişeliyim. Umarım her şey yolunda gider.

Avrupa Birliği'ne baktığımızda da aşırı sağa yönelik bir kayma var ve bu tarihsel bir tekerrür, bir döngü halinde. Ortaya konulan nefret söyleminin, insanlara yönelik aşağılama seviyesinin, sadece yaşamaya çalışan insanların bugünkü durumunu görünce, ne yazık ki ırkçılık aklıma geliyor ve Avrupa Birliği de bundan hiç de azade değil. İtalya'dan Fransa'ya her yerde milliyetçilik yükseliş içinde.

21'nci yüzyılda kültür emperyalizmi kendini nasıl tarif ediyor? Kitle iletişim aygıtlarıyla mı? Sinema, radyo, televizyon?

Bu aygıtlar kimi zaman oldukça fantastik biçimde eşitleyici de olabiliyor. Ortadoğu ile ilgili kimi işlerime bir pop kültür referansıyla dahil ettiğim bir mekanizma olarak da yansıyor bu. Sözgelimi Fourth Plinth için finale kalan projem adına çalıştığım sırada çalışırken, Donny George da Yüzde 99 isimli Bağdat çıkışlı bir Pink Floyd cover grubunun davulcu üyesi idi. Bu projenin bileşenlerinden biri olan Smoke on The Water adlı çalışmam için de, Brooklyn'li Arap bir füzyon müziği topluluğu olan Ayyub ile çalışmıştım. Onların üretimindeki gerçeküstü mizah duygusu ve absürtlüğü, insancıllığı burada anmak isterim. Onlar bize aslında tüm dünyanın aynı şeyi dinlediğini göstermekteydi.

Tıpkı daha önceki, The Beatles'ın Doğu'da veremeyip Londra'da bir çatıda çaldığı, ardından dağıldığı son konserine ve Ortadoğu'da parçalanan barış iklimine atfen yaptığın The Break Up isimli projen gibi değil mi ?

Tamamen. Filistinlilerin Dünyayla aynı anda Sgt. Peppers'ı dinlediği bir ortam... İnanılmaz sinik bir açılış gitar solosu ortaya koyan George Harrison'ın, Paul McCartney'in Day in the Life albümünün sonunda zirveye çıkan o bir dakikalık piyano akordunun olduğu o birikim gibi... Temeli Filistin'e özgürlük fikrine akustik olarak dahi dayanan o konser gibi. O konserin kayıt başlangıcında da Filistin'e özgürlük diye işitilir, ardından müzisyenlerden biri, 'aksilik' diyerek konseri tamamlar.

Öte yandan kişisel olarak da ilgi duyduğum kültür emperyalizminin farklı tezahürleri de var; sözgelimi demokrasi getirmek edasıyla ulus yaratma fikrinin de beraberinde bir tür kültür emperyalizmi biçimi taşıdığı görüşündeyim. Ayrıca, sanat tarihinin de bir nevi kültür emperyalizmi olduğunu söyleyebilirim. Şu anda dünyanın Batı yanında Ortadoğu'dan taşınan sergilere baktığınızda belli bir kompartımanlaştırmanın bulunduğu aşikâr. Bu türlü bir 'uluslararası' modernist-güncel sanata yönelik uzun, listeci bir tutumun artık Batı için bariz bir yol olduğunu biliyoruz. Bu anlatıyı terk ettiğine inandığım, Batı kanonu ve bu kategorizasyonda olmayı reddeden insanlar da var; onlara, 'bağımsız' oluşlarına yönelik yok etme girişimleri ise cabası. Sözgelimi Pablo Picasso, Donald Judd veya Clement Greenberg'ü, yani Batı'daki, bize ulaştırılan bu önemli akım temsilcilerini, meşalecileri 'tanımadığınız' zaman, bu estetik kronoloji ve programla bir biçimde uyumsuzluğunuz peydahlanıyor ve ortaya bütün bir kültürel iklimin kaybı gibi önemli bir tehlike çıkıyor. Yapılan bir çok şey kayıt dışı bırakılabiliyor. Bu da emeklerinizi daha fazla izleyicinin izleyememesi gibi bir netice yaratıyor. Dolayısıyla bazen, bu ‘Post-Post Modernist Sanat’ sahnesinin biraz emperyalist olduğunu dahi düşünmeden edemiyorum.

Bilgi:

Comentários


bottom of page