Georges Perec’in Olağan-İçi: Gündelik Hayatın Envanteri adlı kitabından yola çıkan Aren Kurtgözü, gündelik hayatı ve onun olağan-içi olgularını zemine basan bir noktadan okuyarak tasarım pratiğinin özüne iniyor
Yazı: Aren Kurtgözü
Georges Perec’in Olağan-İçi: Gündelik Hayatın Envanteri adlı kitabı (1) yıllardır kütüphanemde duruyor. Baştan sona bir kez okumuş olduğumu hayal meyal anımsıyorum – çünkü, giriş sayfasına damga basmışım. Sadece okuduğum kitaplara yapıyorum bunu, gündelik hayatımın bir ritüeli olarak... (Bundan şimdiye dek kimseye bahsetmemiştim; bunu bir köşeye not edelim.) Kitabı okumuşum ama içinde neler anlatıldığını anımsamıyorum. (Bence bunu da bir kenara not edelim.) Perec denilince akla ilk gelen Yaşam Kullanma Kılavuzu adlı o tuğla-kitap net olarak aklımda örneğin. Zevkle okuduğum Şeyler’den de çok etkilenmiştim. Okuyucuyu peşinden sürükleyen öyküleyici bir tavrı vardı en azından. Eşyaların, tüketim nesnelerinin ve onları bir araya getiren hayallerin bitmek bilmez tasviri arasında Roland Barthes’ın mitleri bana sık sık göz kırpıyordu. Peki ya Olağan-İçi? Hiçbir iz bırakmamış bir kitap; gündelik hayat ve tasarım bağıntısına odaklanan bir yazı kaleme almadan önce, “işime yarar” düşüncesiyle elime aldığım şu minik kitap.
Kitabı okuyup bitirdim. Dediğim gibi, zaten 71 sayfalık kısa bir kitap. Bir çırpıda okunur. Yok. Öyle olmadı işte. Bir kitabı okurken bu kadar sıkıldığımı hiç hatırlamıyorum. Paris’te bir sokağın yıllar içinde geçirdiği değişimlerin ve giderek bir çöküntü alanına dönüşmesinin bina bina tasviri, tatil yapılan yerlerden atılmış 243 adet kartpostalın bıktırıcı ölçüde benzer metinleri, bir mahallenin bütün sokakları, insanları, dükkanları ile detaylı anlatımı, bir Londra gezintisinin gündelik tasviri, bürolar üzerine dizginsiz çeşitlemeler, yazarın bir sene boyunca tükettiği besin maddelerinin upuzun envanteri –insan okudukça, acıkmak şöyle dursun, yemekten tiksiniyor– ve çalışma masasının çekmecelerinden çıkan eşyanın ıcık cıcık tasviri. Tüm bu gündelik şeyler, okuma eylemine yönelik adeta bir sabotaj niteliğinde. Bir olay örgüsü ve hikâye yok. Olay kahramanları ve başlarına gelen ilginç şeyler de yok. Hatta, akademik bir yönden bakalım, bir analize dayalı tartışma, genelleme ve sonuçlar da yok. Sadece ve sadece son derece sabırlı ve disiplinli biçimde yürütülmüş bir envanter çıkarma eylemi var. Sıkılmadan okuması çok ama çok zor.
Biz okuyucular bu envanteri okurken elbette bazı örüntüler tespit edebilir, sonuçlar çıkarabiliriz. Ne de olsa hepimizin içinde ortaya çıkmayı bekleyen amatör sosyologlar yatıyor. Fakat metnin ve yazarının hiç böyle bir kaygısı yok. Sebep sonuç ilişkileri kurmaktan ısrarla imtina ediyor. Olağanın dışına çıkmak veya ötesine geçmek gibi bir derdi yok. Israrla olağanın içinde kalıyor – kitabın adı da buradan geliyor zaten. Buna belki en fazla bir belgesel diyebiliriz. Ama elimizdeki “şey”, sıradışı, egzotik yaşamları ve çevreleri önümüze getiren belgeseller gibi de değil. Biraz 1960’ların etnografik belgesellerini andırıyor. Orada enteresan hiçbir şey olmuyor ve anlatıcının tek rolü olan biteni, gördüklerini mekanik bir biçimde belgelemekten ve aktarmaktan ibaret.
Kitabın “okunabilir” bir metne sahip olmaması, sıkıcılığı tam da bundan kaynaklanıyor. Metne hareket kazandıracak hiçbir anlatı öğesi mevcut değil. Sözünü edebileceğimiz tek hareket, yazarın şeyler üzerinde gezinen yorulmak bilmez bakışının içerdiği dinamizm. Perec, yargılamadan, sonuç çıkarmadan, sıradışı olanın cazibesine kapılıp, peşine düşmeden, ya da olağan şeylere olağanüstülük payesi biçmeden gezdiriyor bakışını hayatın sıradanlığı üzerinde. Perec’in bu yazınsal/entelektüel gayesini en iyi kitabın giriş bölümünde yer alan şu pasaj özetleyebilir:
“Gerçekten olup bitenler, yaşadıklarımız, ötesi, bütün geri kalanlar nerede? Her gün olup biteni ve her gün yineleneni, basma kalıbı, gündeliği, besbelliyi, ortaklaşa olanı, sıradanı, olağan-içini, arka plandaki uğultuyu nasıl açıklayacağız, onu nasıl sorgulayacak, nasıl tarif edeceğiz?” (2)
Peki, Perec’i kariyerinin büyük bir bölümünde böyle bir çalışmaya sevk eden saikler neler olabilir? Şimdiye dek ortaya koyduğumuz gündelik hayat nosyonu içinden baktığımızda, Perec’in sıradan, basit insanın yaşam gerçekliğine bir güzelleme yapma derdinde olmadığı da aşikâr. İster basit insan olsun, isterse büyük veya sıradışı denilen kişiler olsun, herkesin az çok “yavan” bir gündelik hayatı vardır. Tam da bu gözlemden yola çıkarak Perec’in kuramsal/eleştirel duruşunu tanımlayabiliriz. Gündelik hayatın olağanlığı yaşanan gerçekliğin kurucu dokusudur; alışılmadık, olağandışı diye nitelediğimiz olaylar, kırılmalar veya çatışmalar aslında bu dokunun bir parçasıdır. Onları bu dokudan hiyerarşik bir değer yargısıyla ayırıp anlam ve önem olarak daha imtiyazlı bir konuma yerleştirmek, modern aklın mitsel işleyişine ve popüler kültürün mantığına mahsustur. Elbette, insan zihni gündelik hayatın sıradanlığı içinden bazı öğeleri seçip öne çıkarmayı ve dramatik bir kurguya oturtarak hikâyeleştirmeyi seviyor. Belki de dünyayı bu şekilde kavrayabiliyor. Fakat şunu unutmamalı: Sansasyon peşindeki kitlesel medyanın ve yeni hikâyeler peşindeki kültür endüstrisinin işleyişi de böyledir. Perec ise, tüm bu hengâmenin karşısına şu temel, varoluşsal tespitle çıkar; eğer onlara bakabilir ve kulak verebilirsek gündelik hayatın “alelade şeyleri”, “bizim kim olduğumuzdan” söz açar, hakikatimizi bir nebze açığa vurur. (3)
Antropolojiden ilerleyelim. Birkaç yüzyıl önce “ilkel” toplulukların keşfi ve bilimsel bir bakış altında incelenmesi, keşifleri yapan topluluğun bilgi haznesini genişletmekle kalmamış, ayrıca onları zenginleştirmiş ve o toplumun bundan böyle “modern, gelişmiş, Batılı, rasyonel” gibi sıfatlarla tanımlanan, evrensel referans haline gelen, kolayca sorgulanamaz bir kimlik edinmesini de sağlamıştır. Benzer şeyleri sömürgecilik ve oryantalizm için de söyleyebiliriz. Yakın zamanlara dek antropoloji, uzakta, ötede, dışarıda –bizim dışımızda– olan hayatlara, ötekine, egzotik olana yönelen bilimsel bakışın adıydı. Bakışın sahibinin, baktığına biçtiği kimlik aracılığıyla kendi kimliğini mutlaklaştırması gibi bir yan etkiye de yol açıyordu. Perec ise, bu mirası sürdürmek yerine, yanı başımızda, içimizde olanın, gündelik hayatımızın, ötenin değil berinin, yani “buraların” antropolojisine girişmemizi salık verir. Anlaşılacağı gibi, böyle bir antropoloji programının giriş bölümünü olağan-içinin tasviri ve envanteri oluşturacaktır. Sözü yine Perec alsın burada:
“Yoksa nihayetinde söz konusu olan kendi antropolojimizi kurmak mı, bizden bahsedecek, uzun zamandır başkalarından yağmaladıklarımızı bizim içimizde arayacak olanı –yabancıl değil ama içsel olanı– saptamak mı?” (4)
Böylesine bir antropolojik müfredatın gereği olarak, sıradan şeylerin izini sürmenin, dökümünü çıkarmanın yöntemini ise işte bu minik kitapta buluyoruz. Yanlış anlaşılmasın; kitapta gündelik hayatın sıradanlığını nasıl deşifre edeceğimizin tarifi yok. Kısacık takdim bölümü hariç, kitap meramı konusunda son derece ketum. Sorumuzun cevabını kitabın “içinde” değil “kendisinde” buluyoruz. Perec, bu kitap vasıtasıyla olağan-içini yazma, onu kayda geçirme eylemini adeta icra ediyor; üstelik, bu bunaltıcı envanter içerisinde bazı çıkarsamalar yapmaya imkân verecek işaret levhaları da bırakarak. Bu konuda en önemli yöntemsel tercihi, nesnesine yönelttiği bakış için seçtiği konumda yatıyor. Buna “yamuk” bir bakış diyebiliriz. Eğer gündelik hayatı ve onun olağan-içi olgularını kuş bakışı, yani tepeden izlemeyi seçseydik, bu bize sadece büyük resmi gösterirdi. Büyük resim dediğimiz şey de günün sonunda, tek tek olguların uzağında, ister istemez indirgemeci bir genellemeden ibaret (buna demografik veriler diyebiliriz mesela); yani, gündelik hayatı büyük oranda ıskalayan bir bakış. Bunun tersine, ayaklarımızı zemine basıp, yaşayan, deneyimleyen bir öznenin bakışını benimsemiş olsak, o zaman da “özne” kavramının başımıza açacağı tüm dertler bizi bekliyor demektir (bu da gereğinden fazla epik ve artistik olurdu). Zira her özne eşsizdir, özeldir ve kendine ait müstakil ve sıradışı hikâyesini talep edecektir. Bu da bizi yine olağan-içinin dışına itecektir. Sonuçta, ne üstenci ne de öznelci bir bakış açısı bize o aleladeliği sunabilir. İhtiyacımız olan şey, sözgelimi, bir mimari makete eğilip şöyle yandan yandan bakarak kesitleri –hayat kesitlerini– algılayabilmektir. Yani, plan görünüşü değil, tekil bir kullanıcının öznel görüşü de değil. Bedenleri ve mekânları bir arada gösteren kesitlerde olan bitenleri izleyebilmek. Kanımca Perec’in kitabının başarıyla hayata geçirdiği şey budur.
Uzun süredir sözü tasarıma getirmemi beklediğinizi biliyorum. Haklısınız. Gündelik hayatın çamuruna bir kez battıysanız, oradan tasarımın ışıltılı katlarına çıkmak biraz zor olabiliyor (son olarak, bunu da bir köşeye not edelim derim). Tasarım etkinliğinin gündelik hayat ile ilişkisine dair iki tane tespitte bulunabilirim; bunların ilki, tasarımın hesabına yazılacak olumlu bir tespit olacak. Diğeri ise, üst katlarda gezinen tasarımcılara bir çağrı olacak.
Tasarımın hesabına artı değer olarak şunu yazabiliriz: Tasarımın üzerine eğildiği nesneler ve çözmeye çalıştığı problemler ile, yani genel olarak design thinking ile gündelik hayatın oluş biçimi arasında ontolojik bir örtüşme vardır. Gündelik hayatı kuramsal olarak çözümlemeye niyetlenen tüm çalışmalar şu tespit ile yola çıkar: Gündelik hayatın üzerindeki örtüyü kaldırmak en zor iştir, çünkü gündelik hayat her zaman ve zaten bir “belirlenemezlik” (indeterminacy) hali içindedir. (5) Dokusunda yer alan müphemlik, gündelik hayatı bir dizi temel ilkeye, kati gerçekliklere veya sınırları belirli bir çerçeveye oturtacak biçimde çözümlememize engel olur. Richard Buchanan’a kulak verirsek, tasarım problemleri de tam olarak böyledir. Wicked problems (kötü huylu problemler) olarak karakterize edilen, tasarımın, tasarımcıların uğraştığı bu problemler, temelde “belirlenemezlik” ilkesi ile maluldür. (6) Nihai bir problem tanımı yapmak imkânsızdır; aksine, problemin her farklı tanımı, bir başka çözüm kümesine yöneltir tasarımcıyı. Bir problem karşısında önerilen hiçbir tasarım çözümü doğru veya yanlış olamaz; sadece iyi veya kötü çözümler vardır. Her tasarım problemi, daha üst seviyede bulunan başka bir problemin semptomudur sadece; dolayısıyla, bir problemin ne kadar derinine inerseniz inin, dip noktasına ulaşamazsınız. Daha kötüsü, bir tasarım problemine yanıt olarak sunulan bir çözümün geçerliliğini kesin olarak tayin edebilecek hiçbir test bulunmamaktadır. Ve elbette, tasarımcıların karşılaştığı, çözmeye giriştiği her problem eşsizdir. Genellemeler yoluyla çözüme gitmek imkânsızdır. Görüleceği gibi, tasarım problemlerinin tüm bu kötü huyları, gündelik hayatın da olmazsa olmaz özellikleri, adeta tuzu biberidir. Tam da bu nedenle, aldıkları eğitim ve sahip oldukları düşünme tarzları ile tasarımcılar gündelik hayat eksperi sayılabilirler. Bir sanatçının, bir sosyologun, hatta bir mühendis ile bir politikacının bakışından sık sık kaçan olağan-içini yakalamakta tasarımcının “yamuk” bakışı mahirdir.
İkinci tespit ise, tasarımcı zümresine zaman zaman musallat olan kötü huylarla ilgili. Bir taraftan yaratıcı endüstrilerin seçkinci dalgası, diğer taraftan mesleki egonun kışkırtmaları, tasarımcıları sıradışı olanı, eşsiz ürünleri yaratma hevesi ile sarhoş eder. İsim ve imza sahibi, limited edition eserler veren bir tasarımcı olmanın cazibesi dayanılmazdır. Fakat bu tür ürünleri ve tasarımları, dünyadaki tüm tasarım eylemliliğinin yüksek görünürlüğe sahip fakat minicik bir parçası, buzdağının görünen kısmı saymak icap eder. Tasarım ise gündelik hayatın içkin bir öğesidir ve gündelik problemlerden doğmuştur. Tasarımcılar yüzlerini gündelik hayata çevirdiklerinde topluma mütevazı, göze görünmeyen ama anlamlı katkılar sunabilecektir.
(1) Perec, Georges. Olağan-İçi: Gündelik Hayatın Envanteri. Çev. Zeynep Bengü. İstanbul: Everest Yayınları, 2009
(2) A.g.e., s. 2.
(3) A.g.e., s. 3.
(4) Sheringham, Michael. Everyday Life: Theories and Practices from Surrealism to the Present. NewYork: Oxford University Press, 2006. s. 16-58.
(5) Buchanan, Richard. Wicked Problems in Design Thinking, Design Issues, Vol. 8, No:2 (İlkbahar, 1992), s. 5-21
Comments