Eda Gecikmez ve Sevil Tunaboylu’nun hazırladığı Güneş Yerinde, .artSümer’de 30 Haziran’a dek devam ediyor. Adını Büyük Ev Ablukada’nın aynı adlı şarkısından alan ve Ferah Doğan, Eda Gecikmez, Erkin Gören, Selen Hayal, Ata Kam, Ekin Kano, Nadine El Khoury, Uluç Ali Kılıç, Oddviz, Mert Öztekin, Elçin Poyraz ve Sevil Tunaboylu’nun farklı disiplinlerdeki çalışmalarını bir araya getiren Güneş Yerinde’yi Ahmet Ergenç değerlendirdi
Güneş Yerinde sergisinden
Kapitalizm harabeler yaratır, bunu hepimiz biliyoruz. Zihinsel harabeler, toplumsal harabeler, bedensel harabeler, kentsel harabeler, ekonomik harabeler... Ama bunu genelde görünmez mekanizmalarla ya da bu harabe halini ideolojik kurgularla kapatarak yapar. Hiçbir kapitalistten dünyaya-düşman bir açıklama duyamazsınız. Kapitalizmin manifestosu yoktur ama sarsılmaz bir fake-söylemi vardır: Dünyayı daha iyi, daha mutlu, daha özgür kılmak... Eleştirel düşünce de tam da bu noktada devreye girer: Söylemin kurgulanmışlığını açığa çıkarır ve söylem ile gerçek hal arasındaki açığı gösterir. Eleştirel düşüncenin bir işlevi daha vardır: Bu söylem-durum uyuşmazlığını gösterdikten sonra bir ütopik ihtimale de işaret etmek (bkz. Marx’ın felsefeye yüklediği meşhur ‘dünyayı değiştirme’ misyonu.) Bu karışım da eleştirel düşünceye hem felaketimsi hem de ütopyamsı bir hal katar. Felaketi görüp ütopyaya da işaret etmek ya da iyimserliğe yer açmaya çalışan bir negativite. Hem felsefi hem de politik bir işlem bu.
Eda Gecikmez ve Sevil Tunaboylu’nun küratörlüğündeki Güneş Yerinde tam da böyle bir işleme girişiyor ve mevcut ‘kapitalist harabe’ manzarasını gösterip, bu manzaranın ötesinde bir ihtimale işaret ediyor. Yer yer bir manifestoyu andıran sergi metninde söyledikleri gibi, bu ihtimal “‘olmak’ değil ‘oluş’ fikrinin yarattığı umutla” şekilleniyor. Bu ‘iyimser olmayan’ umudun kaynağı da sergi metninde var: Hiroşima’dan sonraki nükleer yıkıntıda ayakta kalabilen Matsutake mantarı, Tsing’in Dünyanın Sonundaki Mantar: Kapitalist Harabelerde Yaşam İhtimali Üzerine adlı kitabına ilham veren mantar. Buna felakette yeşeren mantar da diyebilirsiniz ya da felaket sonrasında (veya felakete rağmen) yeşerebilecek bütün (yeni) yaşam biçimlerinin ifadesi de olabilir. (Atom bombasının atılmasının ardından yükselen bulutların mantar şeklinde de olması da acı bir tesadüf olsa gerek.) Serginin bu ‘mantar’ın yapabildiği şeyi, insan dünyasına taşımak gibi bir derdi var ama insan-merkezci-olmayan bir insan dünyası bu. Zaten atom bombası insan-merkezciliğin ulaştığı en feci noktadır herhalde çünkü insan-merkezcilik için doğa ve diğer canlılar gibi bazı diğer insanlar da ikincil konumda, gözden çıkarılabilir durumdadır.
Güneş Yerinde sergisinden
İnsan-merkezciliği kırmak serginin ‘çağrılarından’ biri: İnsanın merkezde olmadığı, aslında merkeziyetçiliğin kendisinin ortadan kalktığı, ‘olmak’ değil ‘oluş’ ve ‘akış’ın (bkz. tabii ki Deleuze) hakim olduğu bir bakış ve etik öneriyor buradaki işler.
Serginin adı da bir felaket manzarası içinden yeni ihtimaller görmenin hikayesini anlatan bir Büyük Ev Abluka’da şarkısından geliyor. Bu şarkının sözleri ve tınısı felaket ya da kıyamet hali içinde bir ‘iyimser olmayan umut’ ve etik çağrı nasıl olur, onun manifestosu gibi. “Kafatasımın içinde ne diye dolanıyor bütün bu güzellik, bütün bu rezalet? Hepsi benim, hepsi bana ait… Bu havaların ardı bozuk. Ne gelecek bilebilseniz... Korkmaktan, korkmayalım artık!” İşte bu sözler hem felakete (ya da ‘rezalete’) rağmen ‘güzelliği’ görmenin hem de felakete hiç çekinmeden bakmanın paralel ilerleyebileceğini gösteriyor. Sonra da bunu Nazım Hikmet’in (şaşırtıcı bir biçimde) çizdiği bir kıyamet sahnesine bağlıyor: “Bu dünya soğuyacak günün birinde. Hatta bir buz yığını Yahut ölü bir bulut gibi de değil Boş bir ceviz gibi yuvarlanacak zifiri karanlıkta, uçsuz bucaksız.” Bu sahne ‘toplumcu bir iyimserliği’ elden bırakmayan Nazım için fazla sert, tuhaf ve karanlık. Ama hemen sonrasında Nazım’ın daha tanıdık sesi geliyor: “Şimdiden çekilecek acısı bunun. Duyulacak mahzunluğu şimdiden. Böylesine sevilecek bu dünya ‘Yaşadım’ diyebilmen için.” Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair adlı şiirinde geçen bu felaket tasvirinin korkutuculuğuyla Güneş Yerinde lafının iç ferahlatıcılığının birleşmesi tam da gerekli olan pesimist ama dirimsel gücü sağlıyor. Evet burada bir ‘ve’ mantığı değil bir ‘ama’ mantığı işliyor: feci ama güzel bir dünya. Dolayısıyla çıkmak için önce o feciliğe batmak gerekiyor, gerekirse.
Güneş Yerinde sergisinden
Erkin Gören’in Tepe adlı işi bu ‘ama’ halini çok iyi gösteriyor mesela. Adını Bulutsuzluk Özlemi’nin o güzel Tepedeki Çimenlik adlı şarkısından alan bu manzara fotoğrafında tepedeki çimenliğin pastoral ve rüzgarlı çağrışımıyla bir fantastik-yıkım manzarası yan yana geliyor. Karşımızda belki bir nükleer felaketi de çağrıştırabilecek tuhaf bitkiler ve bir distopik bilimkurguyu çağrıştıran yapılar var. Ama altında böyle bir şarkı dönüyor: tam bir feci ama güzel manzara. İnsana da pek yer yok gibi bu manzarada, yani bildiğimiz anlamda insana. Bu ‘post-hümanist’ bakış, Ekin Kano’nun Karşılaşma adlı işinde de görülüyor. Tuhaf oluşumları ve garip bitkileri bir araya getiren bu manzara, insan-sonrası dünyanın bir hayali gibi. Henüz böyle bir tahayyüle hazır olmayan bakışlar için biraz ürkütücü olması da normal.
Mert Öztekin de Bo’clock adlı ‘tuhaf’ saat enstalasyonu da bu “insan-merkezci olmama” halini gösteriyor. ‘Dışkı, sabun, plastlin, yapay ve gerçek çiçekler, seramik çamuru, yağlı boya vs.’den oluşan bu saat, kedinin dışkısının ve suratının da kendisine yer bulmasıyla, çok fiziksel ve hissedilir anlamda insan-hakimiyetine son veriyor. Hem de en insan-yapımı mefhum ve aygıtlardan biri olan saati kullanarak. Bu işi, zaman ve saatle çok meşgul olan Tanpınar’ın “saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır” cümlesiyle beraber okumak da ilginç sonuçlar doğurabilir. Atakam’ın Şimdi ve Burada adlı işini de bu saatin yanında görmek isabet oldu zira Atakam da donmuş bir fotoğraf ve ‘an’dan ziyade daha ‘organik’ akışla ilerleyen ve sergi boyunca bir kimyasal çözüntünün içinde form değiştiren bir akış yaratarak, sabit ve mekanik olandan (rasyonalizm de diyebilirsiniz buna) uzaklaşıp akışkan ve organik bir alan kurmayı deniyor: formdan formsuzluğa doğru bir geçiş. Bu akışkan hale Selen Hayal’in uçuşan perdeleri ve perdeler uçuştukça değişen manzarayı ekleyebilirsiniz. Sergi alanındaki bir cama asılı bu perde de ışığa göre değişken ve rastlantısal bir gidişat sergileyen bir hali gösteriyor. Katılaşma ve sabitleşme yerine, ucu açık bir uçuşkanlık. Neden olmasın.
Güneş Yerinde sergisinden
Bir alternatif manzara girişimi de Eda Gecikmez’den geliyor. Üç boyutlu topografik bir manzara modelini resme dönüştüren Gecikmez, bu hamlesiyle dünya denilen şeyi, dünyada olma ve manzarayı görmeyi yeniden düşünmeye çalışıyor gibi. Dijital bir imajın resme tercümesi hafif bir yabancılaşma hali ve mesafe yaratarak ‘manzaranın kendisi’ni öne çıkarıyor. Bir algı oyunu, gerçeği değiştirebilir ve yeni bir gerçek yaratabilir. Yine, neden olmasın.
Sevil Tunaboylu da benzer bir şeyi mimari manzaralar üzerinden yapıyor. Binaları, evleri ve sokakları alternatif açılardan, biraz da ‘yamuk’ resmederek bina denilen şeyin affective ve şahsi yönlerini açığa çıkarıyor. Bu bina-manzaraları, eğer uzun uzun bakacak olursanız, mimariyi aşan bir tefekküre de yol açabilir. Cortazar böyle bir şeyi Gözlemevi adlı küçük kitabında yapmış ve 18. yüzyılda bir Hint sultanının yılan balığının yaşam döngüsünü baz alarak yaptırdığı ‘acayip’ bir gözlemevi içinde kaybolurken gerçeküstü ya da rüyalara doğru kayan bir anlatı kurmuştu. Gerçeğin içinde gerçeküstü her zaman vardır, biraz ‘yamuk’ bakmak yeter, neden olmasın.
Güneş Yerinde sergisinden
Sergide bir de sosyo-politik tarihi yeniden düşünmeye çalışan işler var. Mesela Nadine El Khoury Beyrut’un tarihsel dönüşümünü deniz kenarı manzaralarını yeniden resmederek izliyor. 120 çizimden oluşan bu yeniden-yaratma serisi, doğayla insan yapımı inşanın temas halinde olduğu bir yerden tarihi okuyor. (Benzer bir iş İstanbul sahilleri için de yapılsa keşke.) Oddvitz kolektif ise benzer bir reconstruction operasyonunu, 1960’lardan bu yana ‘çürümeye terk edilmiş’ Büyükada Rum Yetimhanesi için gerçekleştiriyor ve arşiv fotoğraflarından yola çıkarak bir interaktif model sunuyor. Yakın tarihteki ‘ideolojik operasyonlar’ sonucu unutuluşa terk edilmiş bu tarihsel ‘şey’ böylece, bir bakıma nisyandan kurtarılmış oluyor. Elçin Poyraz da benzer bir strateji izleyip, harabeler, kemikler ve insan figürleri üzerinden ‘unutulmuş’ tarihsel anlar ve manzaraları tekrar-kurguluyor. Yani sergi iki hatta ilerliyor: hem yeni yaşamsal ihtimalleri gösteriyor, hem de geçmişe bakıp orada unutulmuş olan ihtimalleri açığa çıkarıyor. Böylece gelecek projeksiyonu ve geçmiş kazısı birleşiyor ve aslında ikisi birbirini destekliyor. Tematik olarak da bu serginin son zamanlarda insan-sonrası ya da insan-dışı ihtimallere meyleden bir politik-sanatsal bakışın parçası olduğunu söylemek mümkün. (Benzer bir ‘bakış’ı yakın zamanda Hayvanların Tarafı ve Koloni adlı sergilerde de görmüştük.)
Birbiriyle çok iyi konuşup sıkı bir düşünce ve his ağı ören bir sergi bu: Eda Gecikmez’in de söylediği gibi: ‘Tek bir enstalasyon’ gibi kurgulanmış neredeyse. Ferah Doğan’ın sergiye birer ses-kaydı olarak dahil edilen şiirleri de sergiye sarmalayıcı bir ‘his’ katıyor. Zaten his ve teoriyi hassasça bir araya getirmesi (poetik-teorik bir karışım) bu serginin en iyi yönlerinden biri.
Güneş Yerinde sergisinden
#hergünebiryazı #artunlimited #unlimitedrag #EdaGecikmez #SevilTunaboylu #GüneşYerinde #artSümer #BüyükEvAblukada #FerahDoğan #ErkinGören #SelenHayal #AtaKam #EkinKano #NadineElKhoury #UluçAliKılıç #Oddviz #MertÖztekin #ElçinPoyraz #AhmetErgenç #KarlMarx #GillesDeleuze #NazımHikmet #YaşamayaDair #BulutsuzlukÖzlemi
留言