Eylül-Ekim aylarında Versus Art Project’te gerçekleşen, Vahit Tuna’nın Mağara isimli beşinci kişisel sergisi bilinçdışılık, ışık/gölge, leke, ses/mıknatıs, pareidolia/apofeni kavramlarının etrafında dolaşarak sanatçının 2018 yılının başlarında tuttuğu Rorschach günlüğüyle başlayan yüzlerce bilinçdışı örüntüyü bir zihin kurmacası içerisinde ses, ışık ve yapay zeka gibi dış etkenlere maruz bırakıyordu. Tuna’nın 2018 yılında bestelemiş olduğu Horizon isimli parçanın yer aldığı 250 adet özel edisyon plak ve yine sanatçının her kişisel sergisinde gösterdiği bir Bellek Masası’nın da yer aldığı sergiyi değerlendirdik
Vahit Tuna, Dışarısı, Mekana özel yerleştirme, 380 x 220 cm, 2019
Vahit Tuna’nın Versus Art Project’te gerçekleşen sergisi Mağara, biri otoportre diğeri natürmort olarak okunmaya gayet müsait iki yerleştirmeden mürekkeb. Lakin hemen aldanmamak lazım bu iki klasik janr Tuna’nın yorumuyla gayet alışılmamış bir üslupla ele alınmış; öyle ki ilk bakışta ait oldukları geleneği fark etmek epey güç. Güçlüğün sebebi, Tuna’nın işleri oluştururken -kendisi her ne kadar desen ve nesnelerden faydalanmış olsa bile- temel eleman olarak sesi kullanmış olması. Tuna bir nevi sinestezi yaratarak görme, dokunma ve duyma duyuları arasında çözülmesi zor ilişkiler tesis etmiş ve bu etki İçerisi’nde bir otoportreye Dışarısı’nda ise bir natürmorta evrilmiş.
Galerinin kapısı siyah perdeyle örtülmüş bir odasına yerleşmiş olan İçerisi Tuna’nın Rorschach testinin kullandığı imajlardan yola çıkarak bir günlük tutar gibi ürettiği, dünyada olup bitenle rabıtalı ruh halini aktaran onlarca soyut siyah lekeden ve de bu lekelerden yola çıkarak bir bilgisayar programı ve bir sopranonun yardımıyla oluşturulmuş ses yerleştirmesinden müteşekkil. Serginin adından da güç alarak bir mağaraya benzetilebilecek bu odanın duvarlarını gelişigüzel bir şekilde kaplayan lekelerin meydana gelme süreçleri ve de duyulan bestenin oluşturulma aşamaları İçerisi’nin anlamına vakıf olmak için elzem.
Tuna, herhangi bir dışsal nesneyi tasvir etme amacı gütmeden sadece ruh halini aktarmaya çalıştığı bu karanlık, ekspresif resimleri bir bilgisayar programı aracılığıyla dijital seslere çevirmiş. Sonra aynı lekeler soprano Ayşe Yakut Somer’e gösterilmiş, Somer de kendi açısından yorumlamış lekeleri. Bir sonraki aşamada bilgisayar programına pek çok opera dinletilerek programın bir operanın yapısını öğrenmesi sağlanmış. Somer’in çıkardığı sesler ise yine bir program aracılığıyla parçalanmış sonra da bilgisayar tarafından rastgele derlenmiş. Oluşan kompozisyonlar arasından bu sefer operanın yapısını öğrenmiş olan program operaya en yakın olanları seçmiş. Vahit Tuna ise programın sunduğu alternatifler içerisinden belirli bir kıstası olmadan tekrar bir seçim yapmış. Son olarak ortaya çıkan beste Somer tarafından seslendirilmiş. Ziyaretçi odada geçirdiği 15 dakikanın sonlarına doğru Somer’in seslendirdiği bu besteyi duyuyor. Sürenin geri kalanındaysa bilgisayarın görsellerden oluşturduğu sesleri dinliyor. Bu karışık süreç, eylemlerinde sonsuz ihtimal barındıran kaotik bir organizma olarak insan bedeniyle mevcut ihtimalleri belirli bir mantık dahilinde işleyebilen, kaostan arınmış saf aklı temsil eden makina arasında diyalog kurma çabası olarak okunabilir. İçerisi, akıl beden diyalektiği ile işleyen bir nevi siborg. Ancak buradaki akıl tek bir insanın melekesi olarak duyular tarafından her an bulandırılabilecek bir kapasite değil aksine soyut ilkelere dayanan protez bir varlık. Kendine düşen görev ise, yani bir opera bestelemek, aslında insanlığın kolektif üretiminin yapısını çıkarıp sonra elindeki veriyi en mükemmel şekilde bir araya getirmekten ibaret. Bir nevi istatistik çıkarma ve en uygun adayı seçme... Bu bağlamda düşünüldüğünde bu mağarada karşı karşıya gelen insan ve makina değil, doğa ve kültür. Tuna’nın son derece performatif bir şekilde bedeninine uyarak ürettiği öznel lekeler kültürün en incelikli örneklerinden biri olan operanın saf formuyla değişik zeminlerde, önce bilgisayar programında sonra sopranonun zihninde, tekrar tekrar karşılaşıyorlar. Tuna kendi bedenini ve imgelemini bir aktarıcı olarak kullanıp öznel varlığı ve kolektif bilinç arasında bir köprü görevi görüyor. Ortaya çıkan nihai ürün ise bu tekil kesişim noktasının imgesi oluyor. Tuna’nın varlığını dışa vurumu olan lekeler, aklın ve kültürün temsilcisi olarak bilgisayar ve de bedenin ve kültürün bir başka temsilcisi olan soprano arasında kurulan ilişkiselliğe son olarak odaya giren ziyaretçi eklendiğinde ortaya çıkan duygulanım bize tam da zaman ve mekânda işaretlenmiş olarak sanatçının sessel otoportresini veriyor. Sanatçının kim olduğu ya da ne olduğu sorusu bu noktada önem kazansa da kesin olan bir şey var ki o bu bestenin bir siborgun otoportresi olduğu.
Vahit Tuna, İçerisi, Mekana özel yerleştirme, 2019
Tuna, bedenselliğini ve sopranonu yorumunu her aşamada tekrar ve tekrar bu devreye dahil ederek bilgisayarın kapasitesi dışında kalan kaosu siborgun sessel imgesine aktarmanın yolunu bulmuş. Bu süreç aslında makineyle diyalog kurma çabası ve onun var oluşuna ölümü dahil etme girişimi olarak görülebilir. Elbette bu yapay zeka, bilinç, ölümlülük gibi bilimin ve felsefenin epey komplike sorularına sanat alanından verilmiş sade bir cevap, bir nevi zemin etüdü ancak iş ziyaretçiyle karşılaştığı noktada ürettiği duygulanım yoğunluğuyla sağlam bir zemine oturuyor. Özellikle ortaya çıkmış bestenin pek çok bilgisayar tabanlı/elektronik müzik çalışmasıyla olan benzerliği aslında insan makina arası melezleşmenin nasıl duygulanım üretimini uzun zamandır besliyor olduğunun bir kanıtı. İçerisi bir sanatçı olarak siborgun otoportresiyse dışarısı da doğanın tüm maddeselliğiyle biçim bulmuş sesten bir natürmort. Bu işte dikkati ilk cezbeden bolca güneş alan bir odanın içine hafif bükük yerleştirilmiş büyük bir methal levha. Bu levhanın altına yerleştirilmiş ahşap takozlar, ortasındaki büyükçe mıknatıs ve de üzerinden ağır ağır akan boyayla başlı başına heybetli bir mevcudiyeti olsa da iş asıl gücünü ve formunu tüm bu düzeneğe bağlanmış bir mikser vasıtasıyla etrafa yaydığı sesten alıyor. Mikserle beraber tüm bu nesneler ve içinde bulundukları mekân dev bir hoparlöre dönüşüyor ve oda anlamdan arınmış saf bir gürültüyle doluyor. Odaya giren canlı, cansız her bedenin de bu gürültüyle etkileşime girdiği ve onu dönüştürdüğü, onunla dönüştüğü göz önünde bulundurulursa Tuna Dışarısı’nda insanın anlam yaratma ve paylaşma mekanizmalarını askıya alıp nesnelerin yaydığı saf enerji dalgalarıyla insan bedeninin maddeselliği arasında bir etkileşimi temsil etmeye çalışmış. İçerisinde aktif olan psikolojik süreçler Dışarısı’nda bulunmuyor. Bu süreçlerin yerini en ham haliyle madde almış durumda. Burada beden artık işleyen, anlam üreten bir organizma değil sadece enerji yayan bir nesne. Ziyaretçinin işle karşılaşması İçerisi’ndeki gibi bilişsel süreçleri dahilinde olmuyor, ziyaret- çinin bedeni bilinci es geçerek etkileniyor ve cevap veriyor.
Vahit Tuna bir önceki kişisel sergisi Psişel Sergi’de ilk adımlarını attığı işi Mağara’da bir sonraki aşamaya taşımış. Bu iki sergi de yaşamı oluşturan enerji dalgalarını keşfetme, açığa çıkarma amacındalar. Tuna’nın işlerinde farklı enerji rejimleri olarak insan, teknoloji, doğa ve iktidarın kesişim noktaları işaretleniyor ve bu enerji alanlarının bir haritalaması yapılıyor. Mağara özelindeyse İçerisi insanın psyche’sini özgürleştirmeye, iktidar tarafından örgütlenmiş anlam ağlarından kurtarmaya çalışırken Dışarısı’nda beden ve dahil olduğu doğa kendinde şey olarak yakalanmaya çalışılıyor. İki işin bir aradalığından mütevellit Mağara’yı ister istemez Platon’un meşhur mağarasını düşünerek ele almak gerekiyor. Hakikati zincirli olduğu mağaranın duvarına yansıyan kuklaların gölgelerinden ibaret sanan insan hakikatle ilk karşılşatığında muhtemelen duyularının yetersizliği yüzünden bir şok geçirecek deneyimlediği şeyi anlamayacaktır. Tuna’nın çabası hakikatin temsillerini üretmek değil, hakikati deneyimlenebilir kılmaya çalışmak. Bu her ne kadar çok iddialı bir gayret olarak belirse de Platon’un iddia ettiğinin aksine tam da sanatın dişine göre bir girişim.
Komentáře