Hikâye anlatımı, kimlik ve kadınlık deneyimi alanlarındaki çalışmalarıyla tanınan Nancy Atakan ve Kalliopi Lemos’un ilk defa bir araya geldiği It still is as it always was (Hâlâ her zaman olduğu gibi) adlı sergi Pi Artworks Londra’da açılmasının ardından Covid-19 tebdirleri kapsamında ziyarete kapandı ve üç boyutlu şekilde çevrimiçi olarak açıldı. 17 Haziran’da sonra Londra’da tekrar izleyiciyle buluşan sergiden hareketle Nancy Atakan ile bugünün öznelerine, yaşlılığa, kadına, üretim şekillerine ve sanata dair konuştuk
Söyleşi: Merve Akar Akgün
Nancy Atakan, Fotoğraf: Elif Kahveci
Merhaba Nancy, nasılsın? Kendini nasıl hissediyorsun?
Nancy Atakan
Son serginizde Lemos ile ortak olarak altını çizdiğiniz hayatın her aşamasında bir yandan önemli şeyler kazanırken bir yandan da kaybediyor olmamız içinde bulunduğumuz izolasyon sürecinde açılacak yararlı bir başlığa benziyor. Virüsün en çok yaşı ilerlemiş olanları etkiliyor olması… Sergi ve ardından yaşananlarla nasıl bir bağlantı kuruyorsun?
It Still IIs As IIt Always Was adlı sergimiz 20 Şubat PiArtworks London da açıldı ve 15 Mart Covid-19 dolaysıyla kapandı. Sergimiz pandemi başlamadan gezilebilmiş olduğu için kendimizi şanlı hissediyoruz. Açılışta hem yeni filmimizi hem de işlerimizi güzel bir kalabalıkla paylaşabilmiştik.
En önemlisiyse açılış esnasında Kalliopi ile beraber hazırladığımız ve gelecek nesiller için umutlarımızı içeren sanatçı kitabını okuyarak bir performans yaptık. Performansta Kalliopi kendi yazdığı sayfalarını okudu, ben de kendi sayfalarımı okudum; ardından Kalliopi’nin kızı Marika ve benim gelinim Ela okuduklarımızı tekrarladılar. Sonunda bu satırları seyircilerle birlikte neredeyse bir dua veya ilahi gibi okuduğumuzu anımsıyorum. O gece, dünyada böylesi bir kopuş yaşanacağını hiç bilmeden gelecek nesiller için daha adil ve daha barışçıl hayat diledik.
Nancy Atakan ve Kalliopi Lemos, Necklace of time
Kalliopi ile iş birliği filmimiz Necklace of Time (Zamanın Kolyesi) gizemli bir ortamda gerçekleşen şiirsel ve yoğun bir geçit töreni olarak karşımıza çıkıyor. Bizans ve Osmanlı desenlerinin birleştiği muhteşem ama ağır altın kaplama kolyelerini giyerek, bir törene giriyoruz. Törenle birlikte kolyelerimizin kişisel hikayelerimizi, deneyimlerimizi ve değerli hatıralarımızı temsil eden rengarenk görkemli taşlarını özenle işlenmiş kelimelerle değiştiriyoruz. Burada ortaya çıkan alegori umutla ilgili. İleri yaşta iki kadın kendi kişisel parlak fakat ağır tarihini taşıyor ve aynı zamanda gelecek nesillere aktarmayı amaçladıkları acil bir özgürleştirici değişimin güçlü vizyonunu gösteriyorlar.
Nancy Atakan tarafından düzenlenen atölyelerden görüntüler
Türkiye de uzun bir süre 65 yaş üstü ve 20 yaş altı nesiller Covid-19 nedeniyle karantinada kaldı. Aylarca evdeydim. Torunlarımla beraber olamadım. Sadece sanal iletişimin var olduğu yoğun bir izolasyon dönemi yaşadık. Acaba bu bitecek mi? Ne kadar süre devam edecek? İleriyi hiç göremediğimiz bir zaman yaşamaktayız. Büyük anne ile torun arasında var olan ilişkiyi önemli buluyoruz. Kalliopi ile beraber bir dizi uygulamalı atölye çalışması yapmayı planlıyoruz. Bir kaç hafta evvel ilk sanal atölyemizi yaptık. Bir grup 13-14 yaşında Türkiyeli kızlarla el yapımı kitaplar için farklı tekniklerin öğretildiği bir atölyeydi. Kendi büyükannelerinin anılarını metin, fotoğraf, dikiş ve çizim yoluyla ilişkilendirmelerini istedik. Umudumuz ilerde bu çalışmaları sanal değil gerçek ortamlarda yapabilmek üstelik sadece torun yaşındaki gençlerle değil büyükannelerin de kendi büyükannelerinin hikayelerini kaydederek... Aile hikayeleri her gün daha önemli oluyor sanki.
Peki bütün bu düzen içerisinde biz “sahtekâr olmadığımızı nereden biliyoruz?”
Bu soruyla her halde 2011 yılında Pi Artworks İstanbul’da açtığım Sahtekâr olmadığımızı nereden biliyoruz? sergisine referans veriyorsun. Ben kişisel olarak sanat tarihin her zaman önemli bir rol oynamış olan röprodüksiyon, replika, kendine mal etme ve taklit gibi konuları sorguladım. Bu konu belki de iyi bir kopyacı olduğumdan dolayı beni ilgilendiriyor. Hatta sanatla ilgilenmemin ilk nedeni belki de görebildiğim her şeyi çizebilmemdi. Sonrasında yeni bir kültüre adapte olabilmek de iyi bir taklitçi olabilmeyi gerektiriyordu. Ana dili konuşmak da ve ikinci dili öğrenmek de -evet genlerle de geçiyor ama- taklit gerektiren süreçler. O serginin başlığında, “kim olduğumuzu ve kim olduğumuzu düşündüğümüzü nasıl bildiğimizi” soruyordum.
Yirminci yüzyıl sanatçıları, kendilerine özgün üsluplar geliştirmeye çalıştılar. Ben de “bu mümkün mü?” diye soruyordum. Hiçbir şey tamamen bana ait olmadığından ve bana ait olan şeyleri de olmayanlardan ayıramadığımdan, bir üslup geliştirmeye kesinlikle ilgi duymuyorum. Önemli olan kavram ve onu anlatmak için hangi yöntem uygun ise onu seçip kullanmak. Benzetmek, ilham almak ve birebir taklit etmek farklı olduğunu vurgulamak istedim.
Nancy Atakan, Gönderme ve Susturma, Dijital Baskı, 100x140 cm 1998, 2000, 2011
İki imgeyi yan yana yerleştirdim. Biri 19. yüzyıl Jean-Auguste-Dominique Ingres’in 1908 tarihli yağlı boya resmi diğeriyise 1930’larda çekilen bir İstanbul hanımefendisinin portresi. Bu iki görüntü arasında bulunan benzerlik dikkat çekici; tarihsel ve toplumsal cinsiyet ayrımlarını ortadan kaldırıyor.
Doğduğumuz andan itibaren yaşadığımız toplum bizi şekillendirir ve kim olduğumuzu söyler. 2009 yılında Dediğin Gibi Değilim videosu yapmıştım. Olduğum söylenen kişi olmadığımı hayatımda ancak bu noktada kabullenebiliyorum. Cinsiyetle ilgili objeler tarafından kuşatılmış kendime ait özel bir alan içerisinde imgeleri inceleyip her birini reddedebiliyorum. Bunların hiçbiri, ne annemin olmam gerektiğini söylediği kişi, ne yetiştiğim kilisenin dogmaları, ne doğduğum ülkenin bayrağı ardındaki inançlar, ne benimsediğim toprakların inancı, ne de fiziksel varlığımın aynada gördüğüm yansıması kim olduğumu tanımlıyor.
Nancy Atakan, Dediğin Gibi Değilim, 2' 30", Dijital video, 2009
Ben o video da ne olmadığımı söylüyorum. Kalliopi ile beraber olduğumuz video da ne olduğumuzu söylüyoruz. Benzer yaşta iki olgun kadın sanatçı olarak 50 yıl evvel kendi doğduğumuz yerlerden taşındık (Kalliopi Atina’dan Londra’ya ben ise Virginia’dan İstanbul’a). Filmizde el ele tutuşarak simgesel olarak kendi hatıralarımız gelecek nesile, çoçuklarımız, torunlarımız, erkeklere ve kızlara vererek yaşamın meşalesi onlara geçiriyoruz. Bizim yolumuzdan farklı kendi yollarını istedikleri gibi çizmelerine umut ediyoruz.
Nancy Atakan ve Kalliopi Lemos, Necklace of Time, 2 kanallı video, 8' 14", 2010
Eski sergilerinizle beraber bir okuma yaptığımda Buralı 1970-2011 sergisinde sorulan “sokaklarımızın gerçek sahibi kim?” sorusu bugün yine yepyeni anlamlarla sorgulanabilir. Siz sergiyi kurgulayan kişi olarak bu okumayı nasıl yapıyorsunuz?
Nancy Atakan, From here, basamaklar üzerine dijital baskı, 2000-2012
Sanat çalışmalarımın büyük bir kısmı şehirle ve gözlemlediğim değişimlerle ilgilidir. Organik mahallelerin yok edilmesinden doğan sorunlar ve çeşitli sosyo-ekonomik grupların heterojen bir şekilde birlikte yaşamasının önemi bilinmesine rağmen, aralarında İstanbul’un da bulunduğu Avrupa kentleri, insanların sokakta vakit geçirdiği kentsel mahalleleri neden yok etmektedirler? Bu yıkımdan, yeniden inşadan, fark gözetmeden ve yeniden konumlandırmadan yarar sağlayacak olanlar kimlerdir? Yirminci yüzyılda yaşayan mimarları, yeni teoriler geliştirdikleri ve yeni yöntemler denedikleri için suçlamak mümkün değilse de, yirmi birinci yüzyılda yaşamalarına rağmen, başarısız olduğu kanıtlanmış yöntemlerle bina inşa etmeye devam eden mimarlar, müteahhitler, ve şehir planlamacıları, davranışları için hesap sorulması gerekir.
İş dünyasının elitleri tarafından başlatılan ve dünyadaki tüm kent merkezlerinde inşaat, restorasyon ve geliştirme çalışmaları gerçekleştirilirken, geçmişten gelen deneyimler, geçmişteki mimari başarısızlıklar ve güç sahibi olmayanların arzuları dikkate alınmamaktadır. Günümüzde, sanatçılar, kamusal alanda sanattan bahsettiklerinde, genelde, çağdaş kamusal mekânların sosyal bakımdan bölümlenmesinden ve birbirlerinden ayrılmasından kaynaklanan yaraları en azından metaforik de olsa iyileştirmeye ve çözümler sunmaya çalışmak yerine gücü paylaşmanın önemine işaret eden projelere atıfta bulunurlar.
Hepimiz yaşayan birer kurmacayız. Eşzamanlı birkaç öyküye birden katılırız. Her öykümüzde kimisi diğerlerinden daha samimi olan farklı rollere bürünürüz. Dahası, sürekli olarak öykü ve rollerimizi yeniden modeller, abartır ve kimi kısımlarını uydururuz. Bazen başkalarının hikâyelerinde yer alırız. Bu etkileşim ister istemez gözlemlenenin hayatı kadar gözlemleyeninkini de etkiler. Eylemsizlik gözlemleneni bozar mı?
Nancy Atakan, Seyirci, 30x38 cm, 131 Durst Lambda ile basılmış pleksiglas, 2005-2009
Bu çalışmamda hep bakarak, gözlemleyerek ama asla hayata dahil olmadan bir yerden başka bir yere hareket halindeyim. Bir seyirci olarak sorumluluğum ne? Eğer kötülüğe seyircilik edersem ben de mi kötüyüm? Tek seyirci ben değilim. Dünya çevresinde neler olup bittiğinin farkında olduğumuza göre hepimiz seyirciyiz. Her gün her çeşit insan acısı, adaletsizlik ve başkalarının maruz bırakıldığı ızdıraplara tanık oluyoruz. Yaşadığımız dünyanın, insanları, toprakları ve hayvanlarıyla birlikte şiddetle yardıma ihtiyacı olduğunu bildiğimiz halde pasif ve olayların dışında kalmayı tercih ediyoruz. Hepimiz suçlu değil miyiz?
25 Nisan 2013’te Pi Artworks’te Ayna Ayna Söyle Bana sergisi açtım. Sorduğum sorulardan biri: Böyle bir İstanbul’u kim hayal etti? Niçin yıkım ve yeniden yapılması devam ediyor? Benim gibi her gün bu şehirde saatler boyunca yürüyen biri bunu istemez. Ağaç ister. Park ister. Eski ve yeni binalar ister. İnsan boyutlarında binalar ister. Nişantaşı’nın dar sokaklarından Maçka Parkı ve Gezi Parkı’nın yeşillikleri arasından geçerek Beyoğlu’na varmak ister.
Nancy Atakan, Tekrar yapılanma, 3 adet minibüs aynası, dijital baskı, 37x60 cm, 2013
SALT Beyoğlu’nda 2019’da Uygun Adım Marş! sergimiz için Maria Andersson ile 1 Mayıs 2019'da Positioned in the Present videosunu çektik. Arka planda beraber yaptığımız nakışın imgesi dönerken biz önde hareket etmeden duruyorduk. Dünyanın kaos simgeleyen yapıtımızın önünde sessiz ve çaresiz ama dimdik duruyoruz. Ocak 2020’de bu video Stockholm’de Riksidrottsmuseet’te yer alan Translation in Motion sergisinin açılışında Continuous Scroll olarak performansa dahil oldu.
Nancy Atakan ve Maria Andersson, Positioned in the Present, 6" video, 2019
O günden bu yana dünyamız daha da değişti. 73 yaşında olduğum için 16 Mart’tan itibaren uzun bir süre evde kaldım. Dışarıya terasımdan baktım. Sanki hayat bensiz devam ediyor. Ama her şey yavaş. Geçici olsa da AVM’ler kapalı. Arabalar evde. Doğa nefes alıyor. Bir yandan eski işlerime bakıp yeni adlar veriyorum, başka anlamlar katıyorum. Diğer yandan umutla dolu şiirsel nakışlar yapıyorum. Acaba bu virüs bize bir ders verdi mi? Kopuş noktasındayız sanki. İleri göremiyorum ama umutsuz değilim.
Nancy Atakan, Dışarı çıkmak/kaçmak, Dijital baskı, 9x13 cm, 2007-2020
2007 yılında Lefkoşa’da Disiplinlerarası Sanat Çalıştayı’nda Kıbrıs Çağdaş Sanat Müzesi yaptığım bu dizi dijital baskıya girdi. Eski Yunan ve Osmanlı tarzı mimarinin güzelliğinden, eski ve yeni göçmen hikayelerinden esinlendim. 2020’de Covid-19 salgını sırasında bu imgelere başka adı ekleyerek bugünkü yaşadıklarım yansıttığını anladım. Daha evvel geçtiğim sınırı geçememek... Dışarıdaki hayata katılamamak... Bunları daha derinden hissettim. Nişantaşı benim evim, kök saldığım yer. Covid-19’dan dolayı evde kaldığım sırada yaptığım nakış daha önce çektiğim bir ağacın fotoğrafına ve Google haritalarından aldığım mahallemin şekline dayanıyor. Ben buralıyım. Burada kök saldım.
Nancy Atakan, Kök salmak, Kumaş, nakış, taş, 60x95 cm, 2020
Lemos ile birlikte gerçekleştirdiğiniz ritüel/performansı ne olarak tanımlıyorsunuz?
Tanımlayamıyorum. Baştan sonuna kadar bir yolculuktu. Senaryo yazdık. Ses stüdyolarında torunlarımızla çalıştık. Gereken sanat nesneleri inşa ettik. Düşündük. Okuduk. Başlıklar bulduk. Kavramları yerlerine oturttuk. Mekân bulduk. Aylar süren maceraların peşine gittik. İstanbul’da metruk binalar gezdik. Geçmiş zamanda bu binalarda trajediler yaşamış olanların çocuklarından hikâyeler dinledik. Üzüldük. Devam ettik. Duvarlara çarptık. Paylaştık. Tartıştık. Prodüksiyon şirketleriyle konuştuk. Kararlar verdik. Müşterek rüyalarımızı anladık. Gidip geldik. Neticede hayal ettik… Sonuçta hem bildik hem de bilmedik. Ödün vermeden mükemmellik peşinde koştuk. Bilmeyen yerlerde, gizemli sessizlikler içinde, zaman dışında doğa içinde doğal olanı yansıttık. Yaptığımızı ancak bu şekilde tanımlayabilirim, belki.
Sizce bu sonsuz ve şiirsel dünya bugün bize neler verebilir?
Bence seyircilere sakinlik ve huzur verebilir. Bir an olsun, oturup hayatın güzellikleri, hayatın yolculukları, doğal olanın içine dalabilirler. Hayat sadece bir sözdür, bir yanılsamadır. Şiirsellik bunu hatırlatır. Seyirciler oturup filimizi seyrederken iç huzurluğa ulaşılır diye ümit ediyorum.
Simgesel olarak hayattan ödünç aldıklarımız geri veriyoruz. Sorumluluklarımız taşıdık, taşıyoruz. Kadınlığımızı, profesyonel kadınlığımızı savaşarak değil belki ama iyi bir şekilde taşıdık. Sanat yaparak gördüğümüz haksızlığa işaret ettik. Bu filmde simgesel olarak bizi takip edenlere deneyimlerimizi aktarıyoruz. Onlar da kendi takipçilerine aktarabilirler. Bizim kişisel deneyimlerimizi öyle sunma çalışıyoruz ki benzer durumlar izleyicilerde de oluyor. Biz her kadının yaşadıklarını sunuyoruz. Doğal olan süreci kabul ediyoruz. Çelişki yok. Geleceğe veremiyoruz ama geride bırakılanlar bizim yerimizde duruyor. Pratiğimde hem kendi sesim hem de başka kadınların seslerini ortaya çıkartma çalıştım. Kadınlar geçmişte yaşamış kadınların hayatlarına bakarak kendi seslerini daha kolay bulabilirler diye inanıyorum.
Haberlerde sadece felaketler, hastalık ve şiddet görürken huzur ve umut ne kadar da lazım...
Pratiğinizin merkezinde hep “kadın” yer alıyor ama bu çalışmada kadın genç ve olgun yaşta olduğunda arada bir fark olacağının altını çiziyorsunuz. Bu aktarım kadından kadına oluyor. Burada vurgulamak istediğiniz gelecek olgusu kadından kadına miras kalan bir gelecek gibi anlıyorum.
Ben 1990 yılından evvel suluboya resimlerimde uzun bacaklı, çıplak, yüzsüz kadınlar çiziyordum. Sonradan bu kadınların ben olduğumu fark ettim. Ağzım yoktu. Bu yüzden sesim de yoktu. Gözüm saçımın arkasında gizliydi. Bu yüzden net göremiyordum. 1990’dan sonra sanat pratiğim değişti. Suluboya resim yapmadım. Fotoğraf, dijital baskı ve film teknikler kullanarak işimde kadın konusunu daha belirginleştirdim. Çalışmalarımdaki rolleri çoğunlukla kendim oynuyordum. Artık kendi sesimi buldum.
Tarih boyunca doğal olarak kadınların daha sık seçtiği iş birliği yöntemini de vurgulamaya başladım. Kadınlarla beraber sergiler hazırladım. İşler ürettim. Ama yaşlanmakla ilgili bir performansım var ki; Eskiden Yeniden... Bu ironik sayılacak videoda, çalışmalarımı sergilediğim mekânın tuvaletinde oturuyordum ve kozmetik şirketlerin gençlik kremleri yüzüme uyguluyorum. Elbette hiçbir değişiklik olmuyor. Kırışıklıklar kaybolmuyor ve ben de gençleşmiyorum.
Nancy Atakan, Eskiden yeniydi, 3' 26", 2009
Bit pazarında bulunmuş plastik cerrahların ofislerinden atılan kadın ve erkeklerin estetik ameliyat için hazırlanan dialarından oluşan Pi Artworks’te 2013 yılında sergilenen Ayna Ayna Söyle Bana adlı bir seri çalışmam var. Yaşlanmak ayıp mı diye sordum? İstanbul’un devamlı yok olan eski binalarını ve kadınların vücutlarını yan yana göstererek bu soru sordum.
Bir kültürün normali diğerinin anormal olabilir, ancak küreselleşmiş dünyada metalaştırılmış görüntünün gücü evrensel bir referans görevi görür. Estetik cerrahi, bireyleri normlara uydurmaya, kalabalığın içinde görünmez kılmaya, farklı durmalarını engellemeye çalışır. Yirminci yüzyılda mutsuz olmak iyileştirilebilecek bir hastalık şekli olarak görülüyordu. Fiziksel olanı iyileştirerek, ruh da iyileştirilecektir çünkü “güzel” olmanın mutluluk getirdiğine inanılıyor. Güzellik norm haline gelirken hastalık, sakatlık, yaşlanma, enfeksiyona yakalanmak ve normdan sapmalar mutsuzluğu getirir. Yaşlanmak bir hastalık mı? Belki Necklace of Time yaparken biraz olsa da bu soruya cevap veriyoruz. Bize göre yaşlanmak normal bir süreç. Yaşlılar da topluma katkıda bulunma devam ediyorlar. Yaşlılar da öteki konumuna girmemeli çünkü herkes bir gün yaşlı olacak. Doğal olan yaşanacak.
Nancy Atakan, Vücudun tekrar yapılanması, Fotoğraf baskı, 100x154 cm, 2013
Bütün kadınlara dokunan Simone de Beauvoir den bahsetmek de isterim çünkü yaşadığı dönemde öteki olarak görülen kadını, kendinden başlayarak görünür kılmanın mücadelesini verdi. Tek bir cümleyle her şey söyledi: “Kadın doğulmaz, kadın olunur!” Beauvoir’a göre kadın ile erkek arasında eşitsizlik vardır ve kadın hem bireysel hem de toplumsal bakımdan ezilmiştir. Ataerkilliğinden kaynaklanıyor ama unutmamak lazım ataerkillik sadece kadını değil, erkeği de bu çerçevede üretir.
2004 yılında Nancy Olarak Gel temalı sürpriz yaş günümde bir arkadaşım “Nancy Olunmaz Nancy Doğulur” yazan bir levhayla geldi. Bu konuyu düşünmeye ve anlamaya devam etmekteyiz. Öteki olduğumuzu, ataerkil dünyanın kurallara uymamız gerekeceğini kabul etmek istemiyoruz. Değişimi geçmişte istedik, şimdi istiyoruz ve ilerde istiyeceğiz.
Son yıllarda kendime görev verdim: Osmanlı döneminde doğmuş ve Cumhuriyet döneminde iş hayatı olmuş kadınların hikayelerine ses vermek. Kendime bir nevî oyun icat ettim. Oyunun kuralları da var. Bu kadınları tanımam ve beni etkilemiş olmaları gerekiyor. Aslında rol model arıyorum. Önce kayınvalidem ile ilgili çalışma yaptım, sonra ilk jimnastik öğretmenim, Azade Tarcan, ile devam ettim. Bu çalışmam Maria Andersson ile iş birliği projemizin kapsamındaydı. Azade hanımın hayatını araştırdım ve yarı olgu yarı kurguyla o yazıyormuş gibi bir hikâye yazdım.
O araştırmayı yaparken ilk profesyonel kadınların babalarını örnek aldıklarını fark ettim. 2016 Çizgiler Cemiyeti sergimin çalışmaları yapmadan önce yakınlarıma büyükannelerin veya yaşlarına göre annelerin kim olduğunu sordum. Onların hikayeleri topladıktan sonra kısa yazılar ve onların beraber olduğu portreler çizip mendil boyutuna nakışlara işlettirdim.
Bu nakışlar It Still Is As It Always Was sergisinin öncel diyebilirim. Necklace of Time videosu umut verirken It Still Is As It Always Was olan serginin adı henüz kadınların özgürlüğe kavuşamadıklarını ima eder. Kadınların mücadelesi devam ediyor.
Mücevher metaforu üzerine de konuşmak isterim.
Son yıllarda Kalliopi Tools of Endearment (Sevgi Araçları) adını verdiği büyük kamusal heykeller yapmıştı. Bir tanesi kocaman bir ayı tuzağına benzeyen bir kolyeydi. İkimiz kadınlarla ilgili konular üzerine çalışma yapmıştık ancak Kalliopi daha evvel başka sanatçıyla iş birliği yapmamıştı. Hep kendi tasarladığı yapıtlar kendi yapıyordu veya atölyesinde yaptırıyordu. Sanat pratiğimiz çok farklıydı. Ama Kalliopi benimle iş birliği yapmak istedi. Birkaç yıl evvel mücevherlerle ilgili bir çalışma yapalım demişti. Zaten arkadaştık, birbirimize güveniyorduk, dialog içindeydik. Kişisel sergilerimiz olduğunda birbirimize destek veriyorduk. Mücevherlerle ilgili bir video yapalım diye karar vermiştik ve yola çıktık.
Hem Yunan hem de Türk kültüründe mücevherin önemli bir rol oynadığını biliyorduk. Araştırmaya başladık. Taşların anlamları araştırdık. Mesela, incinin veya zümrütün simgesel anlam ne olduğuna baktık. Londra’ya gittim. Kalliopi İstanbul’a geldi. Beraber olmadığımız her gün telefonla konuştuk. Yazıştık. Yavaş yavaş bir konu ortaya çıktı. İkimiz de daha evvel kadının yaşadığı zorluklarla ilgili videolar yapmıştık. Bu konuyu biraz farklı işletmek istedik. Yaşamımızda çok benzerlik var. 50 yıl evvel yaşadığımız ülkeyi değiştirdik. Büyük annelerimizin evlerinde büyüdük ve bizim için çok önemli insanlar. Şimdi biz büyük anneyiz. Daha evvel bahsettiğim gibi pratiğimizin farklı yönleri var. Kalliopi videolarında hep oyuncu kullanıyordu, ben ise hep kendim oynuyordum. Yavaş yavaş beraber oynayabileceğimiz bir senaryo yazma başladık.
2018 sonbaharında tesadüfen Yeşim Turanlı’ya hayal ettiğimiz filmden bahsettim. Bu işi Pi Artworks Londra’da sergilemenin çok güzel olacağını söyledi ve Şubat 2020 tarihini verdi. Çalışmalarımız hızlandı. Yapacağımız kolyede Türk ve de Yunan referansları olsun istedik. Bir sentez olmalı diye düşünüyorduk. Bir arkadaşım bana Osmanlı mücevherleri üzerine bir kitap hediye etmişti. Taşların tasarımı oradan başladı. Sirkeci’de Bijouxland adında bir dükkana beraber gidip çeşitli taşlar aldık. Kalliopi taşlarla birlikte Londra’ya döndü. Çizimler Londra-İstanbul arasında gidip geldi, yavaş yavaş şekile girdi. Kağıttan kalıplar yapıldı, denendi. Sonra üretim başladı.
Eski Yunan ve Osmanlı tarzı mimarinin güzelliğinden, eski ve yeni göçmen hikayelerinden esinlendim. 2020’de Covid-19 salgını sırasında bu imgelere başka adı ekleyerek bugünkü yaşadıklarım yansıttığını anladım. Daha evvel geçtiğim sınırı geçememek... Dışarıdaki hayata katılamamak... Bunları daha derinden hissettim. Nişantaşı benim evim, kök saldığım yer.
Çok ağır, zengin ve şatafatlı olmasına özen gösterdik. Bizans zırhlarını andıran altın suyuyla kaplanmış paslanmaz çelikten kolyelerin üzerine tek tek küçük çerçeveler içinde dizilmiş Osmanlı’yı andıran takılar astık. Taşlı kolyelerle yaşadığımız evrelerden kalan deneyimlerin güzel olduğu kadar yüklü olduğunu da göstermek istedik. Gençken kadınlar için güzelliğin ön planda olduğunu ama yaşlanınca tinsel olanın daha ön plana çıktığını göstermek istedik. Londra’da Kalliopi’nin titiz denetiminin altında kolye yaptırmak epey uzun sürdü.
Bir yandan da aile fotoğraf albümlerimizi inceliyorduk. Önce filmimizde ritüeli gerçekleştirirken kolyenin parlak taşları fotograf ile değiştirelim diye düşündük. Ama sonunda karar değişti. Söz ve imgenin arasında ki ilişki hep incelediğim konudu ve imge yerine söze daha uygun olduğunu düşünüyordum. Kelimeler. Kendi sözlerimiz kullanmak. Kelimeler seçerken yaşamızın önemli geçiş noktaları içeren kendi sesimize referans verdik. Taşlara benze renk kumaş seçtik ve her bir kelime aynı boyut çerçeveye girebilecek şekilde tasarım yapıldı. Benim denetimin altında kumaş kesip üzerine kelimeler dikildi.
Özet olarak: “Muhteşem ama ağır kolyeler giyerek, güzellik kavramı basmakalıp bir anlamdan ziyade öznel bir maneviyata ulaşırken, yaşam dolu deneyimlerimizi, kişisel hikayelerimizi ve değerli anılarımızı temsil eden görkemli mücevherleri değiştirmek için bir ritüel ile uğraşıyoruz.”
Kalliopi Lemos, Tools of endearment (necklace)
T. S. Eliot'tan yaptığınız Çorak Ülke alıntısından ve kurduğunuz bağdan bahseden misiniz?
“Time present and time past
Are both perhaps present in time future,
And time future contained in time past.”
Aslında bu alıntı Çorak Ülke değil galiba 1936 yılında Eliot’ın yazdığı Dört Kuartet şiirindendir. İnternet’te bu tercümesi buldum.
“Şimdiki zamanın ve geçmiş zamanın
Her ikisi belki de içindedir gelecek zamanın,
Ve gelecek zaman kapsanır geçmiş zamanda.”
İçinde dolaştığımız orman ve girdiğimiz ev zaman dışıydı. Bu mekânlar belki Eliot’in şiirlerinde benzerlik hissi taşır. Psikolojik ve tinsel bir yer. Yaşamın içinde döngüsel mevsimler var. Aldığımız nefes gibi, veriyoruz ve alıyoruz. Yaşımız ve durumuz kabul ediyoruz. Mücadele artık yok. Endişe veya kaygı da yok. Evrensel süreç yaşamaktayız. Filmdeki bahçede sesimiz ve evdeki torunlarımızın sesleri kuşların sesleri gibidir. Gençlere bir şey vermeye çalışırken onları da bize veriyorlar. Sımsıkı sarılmış iç içe sesler, zamanlar...
SALT Beyoğlu Uygun Adımlarla Marş! sergisinde gösterilen Maria Andersson ile beraber 2017 yılında yaptığımız performans film gibi Geçmişten öğrenme geleceğe hazırlanma.
Nancy Atakan, Learning from the past/Preparing for the future
Son olarak Stockholm’deki serginizden bahsedebilir misiniz?
Stockholm sergisi 31 Ocak’ta Riksidrottsmuseet’de açıldı. Mart ayında müze salgın dolayısıyla kapandı ama Ağustos’ta tekrar açılıyor. Sergilenen bütün çalışmalar SALT Beyoğlu’nda vardı sadece yeni performans ekledik. Ayrıca oradaki eserler çok güzel bir amaca hizmet edecekler. Stockholm'de yeni açılacak olan bir doğum hastanesi sergideki birçok parçayı satın aldı, böylece işler kadınlar için önemli bir mekânda ev bulacaklar.
Comments