top of page
Evrim Altuğ

Harika dediğiniz, çok eski bir icat


Yaptığı her filme bir elmas değeri biçen Altın Palmiye ödüllü Danimarkalı yönetmen Lars von Trier, Belçika'nın Antwerp kentindeki M HKA güncel sanat müzesinde yer alan Melancholia: The Diamond projesini Evrim Altuğ'a anlattı

3548 kelime

Lars von Trier, Fotoğraf: Evrim Altuğ

Altın Palmiye ödüllü yönetmen, senarist ve yapımcı Lars von Trier, 8 Şubat - 5 Mayıs 2019 tarihleri arasında Belçika'nın Antwerp şehrindeki M HKA - Antwerp Güncel Sanat Müzesi'nde Melancholia: The Diamond adlı bir proje gerçekleştiriyor. Yönetmenin 2018 tarihli son filmi The House at Jack Built'in de yapımcısı olan Rus işinsanı Leonid Ogarev'in başlattığı ve katkıda bulunduğu, yine yönetmenin yapımcı ortağı Marianne Slot'un da desteklediği proje, sanatçının birer elmas olarak baktığı sayısı 13'e ulaşan filmlerini yeniden temsil etmek üzere, güncel sanat alanında yeni yerleştirme projeleri üretme hayaline dayanıyor. Bu proje gerdanlığının ilk elması ise, yönetmenin 2011 tarihli Melancholia filmine gönderme yapıyor. Bu kapsamda M HKA'nın bir yan kuruluşu olan Cinema Zuid'de de, Mayıs başına dek von Trier filmlerinin toplu gösterimi düzenleniyor. Geçmişi yedi yıla dayanan bu proje, esinini von Trier'in gençliğinde eğitim aldığı Danimarka sinema okulunda çektiği ilk kısa metrajlı belgesel filmin yine elmaslar hakkında olmasından alıyor.

Müzedeki Melancholia: The Diamond projesi için hazırlanan doküman ve duvarlara işlenen metinlerde, yönetmenin yıllar önce bu projeye yine nasıl bir kuyumcu titizliğiyle hazırlık yaptığı gözler önüne seriliyor. M HKA yetkilileri, bu projenin kendileri için olduğu kadar, 63 yaşındaki yönetmen için de heyecan verici bir ilk olduğunu vurguluyor. Etkinliğin başrolünde, milyonlarca yılda oluşan, son derece nadir bir ikiz elmas parçası bulunuyor. Bu ikizlik hali, filmdeki Dünya gezegeni ve onu bir nevi kıyamete sürükleyecek olan devasa, büyüleyici Melancholia gezegenine de göndermede bulunuyor. Sergi, yine bir üçgen/elmas formundaki, uzayı çağrıştıran yaklaşık 400 metrekarelik bir alanda kurulu. Ve söz konusu “ikiz elmas” da, bu karanlığın dibinde, küçük bir umut ışığı gibi soluk biçimde aydınlatılıyor. Müze yetkilileri, böylesi bir mücevherin kuyumculuk alanı dışına çıkarılarak, bir tasarım, lüks ve moda nesnesi olarak kullanımı yerine, düşüncenin biçimleşmiş hali olarak sergileniyor oluşuna dikkat çekiyor.

12 karat değerinde olan ve Leonid Ogarev'e ait olduğunu öğrendiğimiz elmasın kendi içinde de kimi giz ve özellikler saklı ki, aynı durum, serginin bu kıymetli taşa göre diğer “yarısı” diyebileceğimiz, alan içinde tam ortadaki başka bir unsura, sanal gerçeklik ile deneyimlenen bir video yerleştirmeye doğru izleyiciyi sürüklüyor. Bu Sanal Gerçeklik deneyimiyle, izleyici sadece bir defa olmak üzere söz konusu elmasın “derinliklerine” yolculuk yapabiliyor. Böylece izleyicinin, gördüğü ve hissettiği arasında da bir nevi yolculuk ve mukayese yapabilmesinin de kapıları, “araf ”tan bize bakıp gülümseyen von Trier'nin yaman hayal gücü sayesinde bir kez daha aralanıyor. Antwerp'teki sergisinin turu ardından, bizi Kopenhag'a yaklaşık 30 - 40 kilometre ötedeki naif kır barakasında kabul etme inceliğinde bulunan “aykırı” yönetmenin bu proje için M HKA'yı seçmiş olmasının, ayrıca bir “organik” anlamı daha var: Merkezinde hemen her köşe başını bir kuyumcunun tuttuğu Antwerp, dünya elmas üretimi ve ticareti adına da başı çeken kentler arasında geliyor.

Lars von Trier, Melancholia: The Diamond sergi görüntüsü

Serginizi tecrübe ederken, bir karınca gibi hissettim. Bir mikroskop ve teleskop arasında gidip gelen bir karınca gibi. Dolayısıyla bu bana varoluş ile ilgili bir hafiflik ve ağırlık tecrübesi verdi. Kaldı ki bu, Melancholia filminin de verdiği bir durumdu.

Evet, en başta şunu belirtmeliyim ki, bu elması yapma fikri yedi yıla dayanıyor. Ve elması yapmak da beş yılı buldu. Başlangıçta kesim hakkında tek bir fikrim yoktu. Şu anda ise daha fazla şey biliyorum.

Filmde vurguladığınız bir mesele, önem ve değer. İnsanlığın, kendimizin, ötekine biçtiğimiz değerin önem ve değeri. Ve bu ilişkilerin geçiciliği. Dolayısıyla bu da sergiye ayna tutan bir durum, değil mi? Sanal ve gerçek olanı tecrübe ediyoruz.

Evet, bu doğru. Sanal gerçeklik, benim bir süredir elimden düşürmediğim bir oyuncak denebilir. Ama bunun akabinde, teşhir için son derece küçük olan bir şeyi, yine çok büyük bir biçimde sergilemenin de ilginç olduğunu düşündüm. Belki de bir karınca gibi hissetmenizin sebebi budur.

Sergiye girdiğinizde yine bir uzay karanlığının içinde, fiziksel bir boşlukta buluyorsunuz kendinizi... Tek başına ve korunaksızsınız. Ya da filmdeki mağara sahnesi gibi, bir mağaradasınız sanki. Hani, küçük Leo'nun bulunduğu... Ya da belki bu gayet platonik bir mağara... Birbirimiz veya içimizdeki ötekiyle bizi tanıştıran bir mağara...

Evet, o küçük sihirli şeyi yapmıştı. Böyle düşünmemiştim halbuki. Platonik, evet bunu sevdim.

Sanat müzeleri de bir nevi mücevherci değil mi? Sundukları, teşhir ettikleri, şeylere biçtikleri değer ile... Siz bu yerleştirmeyi bir “dönüştürücü” olarak mı kullanıyorsunuz? Varoluş için bir dönüştürücü mü bu?

Bildiğiniz gibi film, gerçek değildir. Perdede oynatılır. Yoksa var olamaz. Orada olabilmeleri için, filmlerin izleniyor olması gerekir. Ardından ben, elması bir aygıt olarak alma fikrini hoş buldum. Çünkü gerçekten de oradaydı. Her ne kadar da küçük, kırılgan da olsa, oradaydı. Dolayısıyla bu çok büyük bir haz, bir zevk verdi. Etrafında geziniyordun, aklına neler yaptığına dair yarım yamalak anılar, öteki filmler ve benzeri şeyler geliyordu. Son derece ayık bir haldi bu, ama elmasın “orada” oluş hali, böyle değildi. James Bond'un Diamonds are Forever filmini bilirsin, ancak kömürden yapılalı beri, (yapay) elmaslar dahi 800 santigrat derecede yanıyor. Bu anlamda gezegenimize başka bir gezegen çarpacak olsa, ne onlar, ne biz kurtulabileceğiz. (Gülüyor.)

Sanal gerçeklik deneyiminin süresi iki, bilemediniz üç dakikayı aşmıyor ve bu da bizim halisünojenik bir durum yaşamamıza yol açıyor. Sonra onun anısı ile baş başa kalıyoruz...

Tamam, ama deneyimin sizdeki “aktüel” süresi hakkında benim yapabileceğim bir şey yok. Benim için önemli olan şuydu: Durduğun zaman, daha fazlasını izleme niyetin. Çünkü benim iyi filmlerle yaşadığım şey bu. Sinema salonunu terk etmek istemezsin hani... Tekrar izlemek istersin.

Lars von Trier, Melancholia: The Diamond sergi görüntüsü

Bir deneyimin kıymetini nasıl biçersiniz, onu nasıl aktarırsınız? Dedikoduyla mı, sırdaşlıkla mı, eleştiriyle mi? Buradaki sihir nedir sizce, biricikliği mi?

Deneyim, biriktirdiklerimizdir. Bir şeyin kıymetini, diğerinden ayırt edemem. Ben sinemacı olarak, tecrübelerim üzerine çalışamam. Bunun anlamı, kurgu yönünden teknik bilgimin olmaması. Ancak, bir tür içe bakış ile, yaptığım işe hakim olduğum da söylenebilir. Bu yönüyle, öteki taştan (ikiz elmasın diğer yarısını kastederek) söz edeceksek, o da Dalgaları Aşmak'tır. Çünkü o benim bir süredir izlemediğim bir film. Ama burada esas mesele, hemen herkesin bu elması bir “bitmiş”, “işlenmiş” şey olarak görüyor olması. Halbuki yarım görünüyor, çünkü cilasız, bilindiği gibi pasparlak değil.

Oluş halinde...

Oluş halinde ve öteki yanından bakıldığında da, harika bir şeyken bu durum, yok olup gidiyor. Çünkü “harika” dediğiniz, çok eski bir icat ve “mükemmel” de artık ona çok fazla geliyor. Çünkü tepkisel olanla bir alıp veremediğinin olması gerekli. Bu yönüyle taşlarda da, yeni eğilim ve zamanlar kendini belli ediyor.

Sergiyi yeniden evren ile ilişkilendirince, kendimi “kozmik bir kabristan”da buldum... Serginin sonuna ilerleyince, önüme çok küçük bir “umut ışığı”, malûm elmas kondu. Tıpkı bir yıldız, Dünya gibi...

Böyle hissetmenize üzüldüm. Maksadımız bu değildi.

Ama yaklaştıkça o küçük şeyin de ne kadar kıymetli olduğunu ve içinde ne kadar fazla ihtimal taşıdığını da gördüm...

Evet. Bu taşlar (sergideki ikiz elmas) üzerinde çalışırken gerçekten de çok fazla ihtimal vardı ve bana göre bu fantastik bir durum. Çünkü bu taşlar birlikte olmuştu, birlikte büyümüştü. Bu milyon yılları almıştı. Bu biraz da ana rahmindeyken bebeğe operasyon yapmaya benziyordu.

Sergi kendi adıma ayrıca kişisel bir etki içeriyor. Çünkü bebekken ben de ikiz erkek kardeşimi kaybetmişim.

Bunu duyduğuma üzüldüm. Benim de ikiz kızlarım var. Nasıl yitirdin kardeşini?

Bebeklikte, hastalanmış. Ama “ikiz yalnızlığı” hissettiğim oluyor.

Dört çocuk babası olarak şunu söyleyebilirim: Tüm çocukların senden bir nebze bir şeyler alıyor. Eğilimleri öyle bir biçimde ki, birinin yaptığını öteki hiç yapmıyor. Bu durum ikizlerde de yaşanıyor. Onlarda bariz bir bağlantı gördüğüm kadar, apaçık bir rekabet de görebiliyorum. Siz tek yumurta ikizi miydiniz?

Evet, ismi Devrim'di. Benimkiyse Evrim.

(Gülüyor.) Tamam, yani Evrim, Devrim'i alt etmiş. Eminim doğrusu buydu.

Yazgı...

İlginç isimler... Kim verdi isimlerinizi? Yaygın isimler mi bunlar?

Eski gazeteci teyzem koymuş. Sanırım o dönemin fikirleri bunda etkili olmuş.

Evet, fantastik. Biliyor musun, biz de ayrıca çocuklarımızı yitirdik. Birkaç kez düşük vakası yaşandı. Bir tanesinin ismi Carl Herrman idi. Carl, Danimarka dilinde genç erkek anlamını taşır. Herr Almanca Bay, “-man” da aynı biçimde erkek manâsındaydı. Dolayısıyla ismi üç kez erkek olarak da alınabilir. Biz de çocuklarımızı yitirdik ve bu çok üzücü.

Ayrıca, aşk ve ölüm için de ikizdir diye düşünebilir miyiz?

Ah, evet! Hem de çok. Bir baba olarak kızlarının yeme içmeden kesildiği fikrine bile dayanamazsın örneğin. Ne yapıyor bunlar dersin... Senin kızın vardı demek? İleride bir kardeş de olsun diye çalışıyor musun? Anneyle beraber misiniz?

Hayır ayrıldık. Kızım ise bana arkadaşım gibi davranıyor. Küçük bir insan, henüz altısında. Bir yandan resim yaparken, diğer yandan kendi çalışmalarını eleştiriyor. İlk sergisini buzdolabında açtı denebilir.

Evet. Güzel... Başka sergilere de götür onu. Seyahat yapamadığım zamandan bu yana çok televizyon izliyorum. Ama Türkiye ile ilişkisi olan, tanıdığım bir aile de var. Ve İstanbul fantastik görünüyor. Boğaziçi harika bir konumda. Bir yanında Asya, diğerinde Avrupa.

Belki de İstanbul da bir “ikiz kent”tir... Tek yumurta ikizi. Hangisi sevgi, hangisi ölüme yakın? Avrupa mı, Asya mı ? Hangisi daha ölümlü?

Avrupa'nın son derece ölümlü olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa her şey gittikçe aşırı sağa doğru kayıyor. Bu beni çok endişelendiriyor. Çünkü eğer demokrasi, bir ülkede Trump gibi birini seçtirebiliyorsa, o vakit demokrasiyi sorgulaman gerekir ve kimsenin de bunu isteyebileceğini sanmam. Birçok insan bunun elimizdeki en iyi form olduğuna inanıyor. Ama işin ucu aşırılıklara vardığı an, ben demokrasinin bile bir saniyede çekip gideceğini düşünüyorum. Akdeniz'e açılan sığınmacıları her daim düşünüyorum. Bu kimsenin beklemediği bir şey. Bir şok durumu. Ancak, elbette ki eğer bir liberalsen, o zaman söylediğin ilk şey, emeğin her yere gidebilmesi gerektiği oluyor. Durumun uyarınca seyahat etmenin her daim en iyisi olacağını, bunun doğal olduğunu belirtiyorsun. Liberaller bunu çok önemsiyor. Ama iş sığınmacılara gelince, durum tam tersine dönüyor. Bu durumun Türkiye'deki yoğunluğu ne? Kaç sığınmacınız var? Kamplarda mı barınıyorlar?

Çok sayıda sığınmacı bulunuyor Türkiye'de. Başta Suriye'den gelenler olmak üzere, birçok ülkeye mensup en az üç buçuk milyon kişi. Kimi farklı kentlere yerleşmeye çalışıyor. Bunu barınabilmek, çalışabilmek adına yapıyorlar. Kimi de Türkiye'yi gerek ailevî, gerekse kişisel beklentileri üzerinden, bir geçiş noktası olarak kullanıyor. Bunda bireysel aciliyetleri, kurdukları dostlukların etkisi de bulunuyor. Ülke de kendi politikası uyarınca onlara elinden gelen yardımda bulunuyor...

Anlıyorum, ayrıca Kürtlerin Suriye'de de büyük çaba sarf ettiğini duyuyorum.

Türkiye sineması hakkında olumlu veya olumsuz bir referansa sahip misiniz?

Türkiye sineması hakkında hiçbir fikrim yok ne yazık ki. Belki çocukça, ama sanırım 21'imde, yeni bir film izlemeyeceğime dair bir karar verdim. Bu meyanda sadece benim açımdan hazine değerindeki eski yapımları izlemişliğim var ki onların da sayısı oldukça fazla. İşte o an itibariyle çalışmaya başladım ve herhangi bir sinemasal eğilime ilgi duymadım. Üniversite yıllarımda elbet filmler izledim ama, aralarında muhakkak Türkiye filmleri de bulunuyor olmalı. İyiler mi?

Son yıllarda, özellikle 12 Eylül darbesinin akabinde Türkiye sinemasına baktığımızda birçok yeni yönetmen ve eğilimin ortaya çıktığını görebiliyoruz. Tabii ilk aklıma gelen Nuri Bilge Ceylan.

Evet duymuştum, peki bir film destek sisteminiz var mı?

Yönetmen ve yapım şirketi, imkânlarıyla ve kariyerleri üzerinden kendilerine resmî ve özel bir destek bulma yoluna gidiyorlar. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın katkılarıyla birçok yapım çekiliyor. Tabii bunda anlaşılan sanatçının meslekî saygınlığı, başarılarının etkisi yadsınamaz.

Danimarka'da bir yönetmenin destek alıyor oluşu önemli bir gösterge olarak addedilir. Bana göre eskiden çok iyi bir sinema kanunumuz bulunuyordu. Ancak şimdilerde yozlaştı. Farklı yönlere gitti. Ve elbette, para her daim yönetmenin peşine takılan bir unsur. Destek genellikle yönetmen üzerinden ediniliyor ve yapımcıya bakılmıyor. Çünkü yönetmen, estetik unsurlarla ilgileniyor, çekimlerden sorumlu, sanatsal tarafa bakıyor...

Bir nevi takımyıldız olarak alabileceğiniz Avrupa'ya değindiniz az önce; siz de yapıtlarınızı başta Melancholia'nın geldiği birer elmas misâli, buradaki film gösterim programı üzerinden de bir takımyıldız gibi sergilemektesiniz. Bu meyanda Avrupa'nın geleceği ve Brexit sonrası gibi konulara bakışınız nedir?

Ah, evet. (Gülüyor.) Öncelikle biz Danimarka olarak en başta, Avrupa Birliği'nden evvel onun içerdiği Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (AET) girmeye teşneydik. Ben bir sol eğilimli birey olarak, bunun tamamıyla karşısında oldum. Bu bir bakıma da son derece milliyetçi bir tutumdu. Ancak açıkça gördüm ki, birlikte çalışmanız elzem. Başka bir çözümü yok bunun... Bilhassa Danimarka gibi, ufak bir ülke mevzubahis olunca bu böyle... Ülkenin işbirliğine gereksinimi var; e bunun da üzerine kirlilik ve küresel iklim değişikliğini kattığınızda, herhangi bir ülkede hiçbir yere varılamayacağı ortaya çıkıyor. Evet; bu yüzden Brexit ile ilgili endişeliyim ve bunun içinden nasıl çıkılabileceği konusunda büyük zorluk yaşandığı kanaatindeyim. Büyük Britanya, uzun yıllar boyunca Danimarka'nın çok büyük bir ortağıydı. Ama artık o kadar da “Büyük” değil. Fakat neticede bunun adı demokrasi ve kimi şeyleri aniden değiştirebiliyor. Çünkü “oylama” Brexit' için de mevzubahis oldu, bildiğiniz gibi.

Sergide teşhir ettiğiniz ikiz elmas üzerinde isminizin de baş harflerine bir mikro-monogram olarak (LVT) rastlıyoruz. Adeta, sonsuzluğa bir dövme yaptırmışsınız.

Evet, küçük bir monogram. (Gülüyor.) Tekrar kesilmesine rağmen, elmasa yine de konuldu bu. Bildiğiniz gibi dünyadaki büyük elmaslar genellikle hırsızlarca çalınır. Ardından ikiye bölünürler ki, takip edilmeleri de böylece zorlaştırılır. Dolayısıyla bu böyle sürgit devam ederse, eh, taşlar da gittikçe ufalır, ufalır, ufalır... Ama bu vakada biz yeni taşlar bulduk. Kıymetleri 40 ilâ 70 karata varmakta olanlar var. Şu anda bizdeki de gerçekten büyük bir elmas.

Sanırım en az 12 karatın üzerinde...

Galiba, evet öyle.

Lars von Trier, Melancholia: The Diamond sergi görüntüsü

Sizce yönetmen ve ressam olmanın ortak tarafları var mı?

Temelde aynı şeyi yaparsınız. Kimi şeyi bulandırır, ötekinin kontrastını artırırsınız. Bir ressamın ve yönetmenin tekniğini birbiriyle kolayca mukayese edebilirsiniz. Temelde aynı şeydir.

Peki sanat tarihine bakınca sadık kaldığınız figürler var mı? Veya herhangi bir zaman dilimi, akım?

Resim yapmaya kısa süre önce başlamış biri olarak tüm “-izm”lere şöyle bir haftalık (gülüyor) kısa sürede uğradım. Misal, empresyonizm, ekspresyonizm... Veya Norveçli ressam Edvard Munch... Benim için çok önemli. Ve İsveçli yazar August Strindberg. Bu iki isim aşağı yukarı aynı zaman diliminde Danimarka'yı ziyaret etmiş. Amaçları ise psikiyatrik tedaviymiş. Buradaki bir doktorun nâmını duyup gelmişler. Ancak tedavilerinden sonradır ki, üslûpları tamamıyla değişmiş. Munch daha fazla renk kullandığı “pozitif” resimler yapmış. Bundan önce, Çığlıkvari işlerini, kazımaya, yarmaya, çiziktirmeye benzer tavrını biliyorsunuzdur. Yine Strindberg de eserlerindeki ışıltıyı yitirmiş. Ama biliyorsun, bu ikisinin de iyi bir yaşamı olmadı. İkisi de hayatlarında kadınlarla türlü mücadele yaşadı. Bu minvalde şunu belirtmeli, ben gayet makul biri olmakla birlikte, anksiyeteden de mustaribim. Obsesif kompulsif bozuklukla sürekli baş ediyorum ve hiç de pozitif olmayan kimi ruh hallerine girebiliyorum.

İzleyicinin bir sahnede güldüğü mü, yoksa ağladığı an mı sizi daha çok sevindiriyor? Size göre ikisi de aynı kapıya mı çıkıyor?

İzleyiciyi seyretmek benim için ilginç bir deneyim. Özellikle de son filmim The House at Jack Built'i düşününce. İzleyici o filme bir yandan sürüklendi ama bir yandan da bunu inkâr eden yine kendisi oldu. Çünkü baş karakterinin (Matt Dillon-Jack) öne çıkardığı şiddet söz konusuydu. Bu ilginçti, zira bir film üzerinde iki sene çalışan bir adam olarak, siz (perdede) bir teknik görmeye çalışırken, izleyici ise bir nevi “hakikat”i görmeye çaba sarf ediyor, ama buna muvaffak olamıyor. Dolayısıyla benim için hep bir mucize yaşanıyor; bu söylediğim, filmden çıkıp gidenleri de bağlıyor. Benim için bir sorun yok bunda. Çünkü o zamana kadar da salonda yeterince kalmış bulunuyorlar. Ve bunu iyi buluyorum. Hep dediğim bir şeydir: Filmin, benim bir diğer filmimi çekmeme vesile olacak bir getirisi olabilmeli. Ne eksik ne fazla. Bu benim için en uygun olanı.

Kendinize bir filminizin başarı kazandığını ne zaman söylüyorsunuz? İlk gösterim, ilk alkışlar, bir ödül, bir eleştiri yazısı?

Cannes'a giden ilk filmim Element of Crime'ı (1984) anımsıyorum. Sinema salonu koltuklarının garip seslerini... Daha filmin üçte biri bile bitmemişken, insanlar koltuklarından peş peşe kalkarken dup, du du dup, dudup... sesleri geliyordu. Bunun benim için sakıncası yoktu fakat Cannes'a geri döndükten sonra yaşadığım, ayaktaki o alkışlardan çok etkilendim. Ama bu beni yine de iyi veya kötü bir yönetmen yapmıyor. Bu, oradakilerin aynı zamanda beni Cannes’da yedi sene boyunca Persona non grata (istenmeyen adam) ilan etmelerinde bile, bir tarafgirlik olduğu anlamını taşıyor. Sahiden çok garipti...

Woody Allen filmlerini bilirsiniz; tiyatro oyununa yakındır. Son 20 yıldaki filmlerinde bunu daha çok hissediyorum. Keza, kadroları da hep müzikallerdeki o “Bütün Şöhretler” (All Stars) mantığına yaklaşır. Buna mukabil, her Lars von Trier projesini duyunca veya izleyince de, aynı türde bir “Bütün Şöhretler” bakalım ne yapmış bu sefer türünden bir heyecanı yaşıyoruz. Bu durum nasıl oluşuyor?

Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Kubrick gibi bir adamı düşünün. Fantastiktir. Ve öyle kalmayı da ısrarla sürdürebilmiştir. Hep aynı doğrultudadır. Yine onun gibi, Danimarkalı Carl ( Theodor) Dreyer'i örnekleyebilirim. Bilmiyorum, son filmi Gertrud'u izlemiş miydiniz? Kendisi de, yaşlandığı halde biraz daha para veya yeni bir araba (şimdi Tesla derdim ama o da o kadar pahalı da değil ki...) uğruna yönünü 180 derece değiştirmemiş bir kişi oldu. Bu türden, şöhretli yıllarını geride bırakıp gittikçe ilkelerine ters düşen yönetmenlere karşı, hep endişe duymuşluğum oldu. Bu tehlikenin farkındayım ve ben de yaşlanıyorum. Bununla mücadele etmeye çalışıyorum.

Sinemanın kendisi de bir tehlikenin eşiğinde. Yayın platformlarının da işin içine girmesiyle sinema salonlarının boyutları küçüldü, sayıları azaldı. Filmi, büyük beyaz perdede izleme ihtimali giderek düşüyor. Bu meyanda sinema sanatının geleceğine ilişkin endişe de taşıyor musunuz?

Bu yine bir elmas yapmaya benzedi. Belki ortaya çıkarırsın, belki de parçalarsın. İzlediğin zaman, evinde dört çocuğun varsa ve sen seyrettiğine odaklanamazsan ne olur meselâ? (Gülüyor.) Tamam, bundan korkmuyorum ama bu durum etrafta birbiriyle didişen aile bireyleri arasında kitap okumaya çalışmaya benziyor.

Melancholia filminin yansıttığı “biz” ya da “öteki(ler)” durumunu, filminizi çektikten sonra, montajda da yaşıyor musunuz? Örneğin bir sansür veya oto-sansür hissini?

Evet bunu böyle de söyleyebilirsiniz. Ancak eğer ki kurguda ilerlediysek, bunu da “zaman kurgusu” dediğim ve çok ilgilendiğim o şeyde yaptığımızı vurgulamalı. Zaman kurgusunu gerçekleştirirken, altını çizmen gereken başka bir şeyin, sesin de olduğunun ayırdına varırsın. Resim yetmez. Evet, kolaylıkla farklı yerlerin resimlerini alır, birleştirirsin, kurguda birleştirdiklerin arasında bir “zaman” bulunmadığını varsayarsın. Ama eğer ses değiştirilebilirse, işte asıl o vakit, “zaman kurgusu”nu yapabilmişsindir. Ben çok fazla sahne çekerim. Bu da çok fazla niyete karşılık gelir. Ardından farklı dışavurumlar çıkar ve onları kurgularsın. Böylece gülüşten gözyaşına, zaman boşluğu olmaksızın geçebilirsin. Bence bu yeni bir metot. Naçizane kendi sanat biçimimde ifade etmeye çalıştığım, bu: Sınırlarını aşabilen bir film.

Lars von Trier, Melancholia: The Diamond sergi görüntüsü

Neredeyse tüm çalışmalarınız, bize neyin iyi ve kötü olduğunu sorduruyor...

Evet, bunu sorduruyorum, ancak bir çözüm vermiyorum.

Peki bir yönetmen değil, baba olarak gelecek size ne ifade ediyor?

Gelecek? Torunlarımız sanıyorum ki daha çok zorluk çekecek. Sağ kanadın Avrupa'daki yükselişi, aptal Trump'ın dünyayı tehlikeye atan, sağa sola koşturup durduğu durumu, Teksas boyunca sınıra diktiği duvarlardan başka hiçbir şeyi gözünün görmemesi... Ama elbette küresel iklim değişikliği için de endişeleniyorum.

İklim değişikliği uğruna okul asıp dünyayı ayaklandıran küçük İsveçli kız Greta gibi...

Bu kulağa ve göze oldukça naif gelmekle birlikte, benim çocuklarım da küresel iklim değişikliğine karşı durumdalar. Eğer daha genç olsaydım, evet ben de orada olurdum. Politik niyet taşıyan her eylemin iyi olduğu kanısındayım.

Şimdi bunun konumuzla alâkası olmayabilir, ama yakınlarda yeni çıkmış bir kitabın ismini vereyim: Adolf Hitler'in Yaşam Doktoru isimli bu kitap, 1939'dan itibaren Hitler'in uyuşturucu bağımlılığı, eroinle kokaini nasıl karıştırıp kullandığı (speedball) ve kendisine nasıl amfetamin ile eroin şırıngaladığı gibi şeylerden söz ediyor. Savaşın, soykırımın yarattığı tüm kaygılardan kendisini uzaklaştırmak için bunu yaptığını anlatıyor. Onun nasıl rutin bir uyuşturucu bağımlısı olduğundan bahsediyor.

Belki fiziki yapısı da bu yüzden öyleydi...

Evet belki... Bakın, ben de şu anda (titreyen ellerini gösteriyor) vaktiyle aldığım (o malûm kelimeyle, f..k diyerek) ilaçlar yüzünden bu hale geldim. Ama bu anlamda Hitler'e dönecek olursak, bunu kendisini güçlü kılabilmek uğruna da yaptığını anlayabilirsin; yani düşün, insan nasıl bu kadar zalim olabilir? Vaktiyle ben de amfetamin kullandım. İnsanı çok agresif yapıyor. (Hitler'i kastederek) Hal böyleyken de, onca Rus ve Yahudi’yi öldürdüğünde kendini haklı zannediyorsun.

Size göre dünyanın en kıymetli sanat eseri veya eserleri hangileri?

Sanırım Gauguin ile başlardım. Bana göre onun o uzak diyarlarda (ki sanırım Tahiti oluyor) yaptığı kimi eserleri, bu güne dek yapılmış en güzel resimler olabilir. Ama bu kişisel zevk meselesi elbette. Bunun yanı sıra başını alıp Üçüncü Dünya'ya giderek, normal insanların resimlerini yapması, fantastik bence... Van Gogh'un kulağını kesmesi... Evet, Van Gogh resimleri de iyi ancak ben Gauguin'in resimlerinin de kıymetinin bilinmediği kanısındayım. Ayrıca Gauguin'in Danimarka ile bağlantısı ve burada çok sayıda resminin bulunması da bunda etkili olabilir. Küçüklüğümde içinde resimlere ait görüntülerin yer aldığı kitaplarımız vardı. Bu benim için çok önemliydi. Doğrusu buna yanıt vermek zor, tıpkı hangi çocuğunu daha çok seviyorsun gibisinden bir soru bu. Hani, babanın bir çocuğunun kulağına onu en fazla sevdiğini söylemesinden ve onun ölmesinden sonra, çocukların bunu birbirlerine itiraf etmeleri ve “Hayır işte, esas bana söyledi!” deyip didişmesi gibi.

Bu dediğiniz film festivalleri için de geçerli galiba...

Evet. Orada da seçmek çok zor. Yani bu, havuza dalma müsabakası veya 400 metre koşusu değil. Bu sebeple ben her daim çeşitliliği benimsedim ve her daim patavatsız filmler çektim. Ve o filmlerin bile kendi dünya görüşüme zıt olmasına çaba gösterdim. İzlediğiniz ve nefret ettiğiniz bazı filmlerde dahi kimi nitelikler bulabilirsiniz. Veya başka bir politik bakış, zemin içinde kendinizi bulunabilirsiniz. Her neyse işte, benim derdim hep çeşitlilik olmuştur. Amerikan sisteminin ise bunun tam tersini yaptığını düşünüyorum. Dolayısıyla benim için çeşitlilik, bir nevi anahtar kelimedir. Bunu nüfus adına da söylemek isterim. Belki de mesele şudur: Evrim, tahmin edilebilir bir çeşitliliktir. Kimi Afrikalılar, Danimarka'ya gelirlerse ve ortaya yarı Afrikalı, yarı Danimarkalı insanlar çıkınca... (Gülüyor.) Her şeyin eğilimi, tıpkı dağılan, kırılan o elmaslar gibi olur. Ama çeşitlilik, her demokraside sahip çıkılması gerekli bir hazine olabilmelidir.

Yani eğer sizi yanlış anlamıyorsam, sözleriniz “Bir ressam olarak tüm renkleri koruyalım, ondan sonra da karıştırmak istersek, ayrıca karıştırırız,” manâsına mı geliyor?

Evet, ama elbette karıştırmak da iyi bir şey.

Çünkü eğer asıl renkler olmazsa, ondan sonra hiç bir şeyi karıştıramayız... Öyle mi?

Kesinlikle öyle.

Bu sizin demokrasi tarifiniz mi?

Evet ve siyaseten doğruculuk ile ilgili bir mesele de şu ki, tıpkı Hollywood'un da yaptığıdır bu; kimi renkleri kucaklayacak yerde, onları kestirip atarlar.

Peki bu koşullarda Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılmasını uygun buluyor musunuz?

Evet. Bu çok iyi olurdu ama şu aralar eskisine oranla çok daha fazla problem varmış gibi görünüyor. Ama Türkiye'nin varlığı elbette hazine misali bir kazanım olurdu. Yine de, bana çok şey sormayın, çünkü bilgim yok. Artık bir saat oldu ve ben de bir pizza söylemek istiyorum.

Comentários


bottom of page