top of page
İbrahim Cansızoğlu

Hatırlanması mümkün olmayan bir geçmişin izleri

Balca Ergener'in kişisel sergisi Endişeli Kalbim 27 Temmuz 2024 tarihine kadar Depo'da devam ediyor. Sanatçıyla sergideki eserleri üzerinden geçmişe, şimdiye ve bunların hafızamızdaki yerine dair sohbet ettik


Röportaj: İbrahim Cansızoğlu

 


Balca Ergener, Fanilik Ritmi, Mutluluk Ritmi serisinden, 2014-2024, Hahnemühle 310 gr. German Etching kağıt üzerine arşivsel pigment baskı ve serigrafi baskı, 100x67 cm


Depo’da devam eden Endişeli Kalbim başlıklı serginin ana çerçevelerinden birini oluşturan yıkım ve inşa döngüsünün, akla getirdiği tüm olumsuz çağrışımların yanı sıra hafızanın unutma ve hatırlama işlevleriyle de ilişkili olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden sergide yalnızca belgeleyen ve bir şeyleri hatırlatan fotoğraflar yok; sanki oluşturduğun imgelerin içinde unutulmuş bir şeyler de var. Unutma ve fotoğraf arasında bir bağ kurabilir miyiz gerçekten?

 

Sergideki Fanilik Ritmi, Mutluluk Ritmi (2014-2024) serisindeki fotoğraflardan birinde Gezi Parkı’ndaki eski Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nin kalıntıları arasında henüz yıkılmamış bir bölümün camında “FOTOĞRAF SERVİSİ” yazıyor. Biraz arkasında da bir hurdacı arabası var. Bu öğelerin geçmişle ve artık orada olmayanla fotoğrafın ilişkisi, yapabilecekleri üzerine çağrışımları davet edebileceğini düşünmüştüm. Bu seriyle en çok yapmak istediğim, sürekli devam eden yıkım ve inşa hareketi duraksadığında, yapılı çevre zaten hep böyleymiş gibi kendini gösteremediğinde, şehir bir anda arkeolojik kazı alanı gibi görünmeye başladığında ortaya saçılan katmanları görünür kılmak ve görünür olmayanlara da bir göndermede bulunmak. Unuttuklarımızı göstermek ve gösteremediklerime işaret etmek. Gezi Direnişi sırasında da Gezi Parkı’nın belki o zamana kadar unutulmuş olan tarihi çok konuşulur olmuştu Topçu Kışlası’nın yerine yapılmak istenen AVM’den başlanarak. Parkın olduğu yerde eskiden Pangaltı Ermeni Mezarlığı olduğunu da birçoğumuz o zaman öğrenmiştik.

 

Sergideki bu seri 2014 yılında Meltem Ahıska ile yaptığımız sanatçı kitabındaki fotoğraflardan bir seçkiden ve Meltem’in kitap için yazdığı metinden alıntılardan oluşuyor. Meltem’in kitaba verdiği isim ve yazdıkları Walter Benjamin’in yıkıntı, geçicilik ve mutluluk arasında kurduğu ilişkiden esinleniyor. Benim anladığım ve anlatabildiğim kadarıyla, yıkıntı bize her şeyin geçici olduğunu hatırlatır ve çökmekte olanın içinde geçmişin gerçekleşmemiş arzuları, ihtimalleri saklıdır. Kazı yaparak onların bir anlık parlamalarında tanıyabilir ve hatırlayabiliriz. Mutluluk ise bu geçiciliği kavramak ve geçmişin kayıp imgesini kurtarmakla ilişkilidir. Metinde fotoğrafla ilgili şöyle bir bölüm var: “İhtimallerle örülmüş zamanı ifşa etmek üzere parlıyor fotoğrafın ışığı. Yine de paradoksal olarak zamanın geçişine ebedi bir nitelik kazandırıyor. Zamanın çürümesine mekânsal bir biçim veriyor. Ne olmuş olduğuna dair kanıtlarla birlikte fotoğraf, geçiciliği ve ölümü sahneliyor…” Fotoğraf geçiciliği sahnelerken fragmanlar halinde geçmişin izlerini de taşıyabiliyor, Freud’a ve Benjamin’e göre hiçbir zaman tamamen hatırlanması mümkün olmayan bir geçmişin izlerini. Ülker Gökberk’in Hafıza Kazısı: Bilge Karasu’nun İstanbul’u, Walter Benjamin’in Berlin’i isimli kitabını yeni okudum. Orada “hafızanın hem unutmayı hem hatırlamayı içeren işleyişine” ve mekânın, özellikle de şehir mekânının, bir hafıza deposu olarak iş gördüğüne dair vurgular olmasından etkilendim.

 

Endişeli Kalbim (2023-2024) serisini yapmaya başlamama neden olan şeylerden biri İstanbul’da eski bir vapur koltuğunun kahverengi derisinin beni bir anda başka bir zamana fırlatmasıydı. Herhalde İstanbul’dan taşınarak süreklilikten koptuğum için bu deneyimi yaşadım, bir süredir o koltuğu görmediğim için. Tedavülden kalkmak üzere olan bu koltuğun biriktirdiği ve benden silinen hafıza üzerine düşündüm.

 

Bu serideki birçok diğer kolajda da ömrü kısa olan, geçici olanla uzun zamandır orada olan arasında veya durağan olanla hızlı değişen arasında bir gerilim var. Sergiye girince izleyiciyi karşılayan ilk kolaj işinde sökülmüş bir kaldırımın parçaları donmuş bir gölün üzerinde duruyor, başka birinde eski bir su türbini yağmurda oluşmuş bir su birikintisinin üstünde, bir diğerinde inşaatın önüne çekilmiş metal levha kocaman kayaların önünde. Zamanın geçişi üzerine çağrışımları olduğunu umuyorum. İstanbul ve Zürih’in eski ve yeni doğasından/dokusundan parçalar içeren ve arada büyük boşluklar bırakan bir sergi oldu.


Balca Ergener, Fanilik Ritmi, Mutluluk Ritmi serisinden (2014-2024), Hahnemühle 200 gr Mat Fibre kâğıt üzerine photo segment baskı, 100x100 cm

 

2013 yılının şubat ayında Gezi Parkı’nda fotoğraflar çekmeye başlamıştın ve bunlardan biri de sergide yer alıyor. Bu aslında çok ilginç bir tesadüf çünkü birkaç ay sonra aynı yerde Türkiye yakın tarihinin en önemli kırılmalarından biri yaşandı. Bunu bir kırılma olarak tanımlıyorum çünkü orada gerçekte yaşananlarla politik çıkarlar doğrultusunda kurgulanan anlatılar arasında bir yarık oluştu ve bu yarık giderek derinleşti. Sözünü ettiğim politik anlatı gerçeklikle bağdaşmadı ancak yakın zamanda genel geçer kabul görmeye başlayan bir olguya dönüştü. Öncelikle seni Gezi Parkı’nı fotoğraflamaya iten şey neydi ve sergide sunduğun işlerdeki kompozisyonları yaşanan gerçeklik ve politik kurgu arasındaki yarıkta nasıl konumlandırıyorsun?

 

Evet, bu serideki fotoğraflardan iki tanesini 2013 yılının şubat ayında çekmiştim, oradaki evlendirme dairesi yıkıldığı zaman. 2012 yılında 8 Mart’taki Feminist Gece Yürüyüşü’nden sonra eski bir gazino olan evlendirme dairesinde Türkiye’deki feminist hareketin 30. yılı vesilesiyle bir kutlama düzenlendi. Hareketin farklı kuşaklarını bir araya getirmeyi hedefleyen çok güzel bir geceydi. O gece arkadaşlarımdan birkaçı burada evlendiklerini söylediler. Kimi boşanmış kimi boşanmamıştı ama orada feministlerle birlikte bir kutlama yapmak onlara heyecan vermişti. Ben de haziran ayında, feminist olmamla çelişkili bir biçimde evlenmeye karar verdiğimde; bu hafızanın, tarihçenin bir parçası olmak ve o dönem zaten Gezi Parkı ve çevresindeki yıkım ve inşaat planları ortaya çıktığı ve Taksim Dayanışması parkı korumak için çağrılar yapmaya başladığı için burada evlenmek istedim. Nikâhtan sonraki kokteyli sergide de yıkıntılar üstünde yükseldiği gözüken Ceylan Oteli’nde yaptık. Daha sonra oraya biber gazından kaçmak için de sığındık… Evlendirme dairesi yıkıldığında oraya gitmem tesadüf değildi yani, zaten parkta olabilecekleri bekliyorduk ama parkı korumak için yapılan ve yapılacak eylemlerin böylesine büyük bir kırılmaya yola açacağını bilmiyorduk.

 

Bu fotoğraf serisinde belgelemek istediğim bir şey de vardı. Gezi Eylemleri sırasında park ve çevresindeki yıkıntılara eylemciler neden olmuş gibi bir hava yaratıldı. Halbuki çevredeki inşaatları gizleyen paravanlar aşağı inmiş ve süregiden yıkım görünür olmuştu. Sergide direniş sırasında çekilmiş fotoğraflarda, direnişçilerin, bu yıkıntıların oluşturduğu materyal çevre içinde hareket ettiklerinin ve daha iyi bir hayatın hayalini kurduklarının görünür olduğunu umuyorum. Eylemlerin sonrasında kurgulanan anlatılar nedeniyle de Osman Kavala, Çiğdem Mater, Mine Özerden, Tayfun Kahraman ve Can Atalay hâlâ tutsak olduğu için çok üzgünüm.


Unutmakla ilgili soruna geri dönersem, üzerinden zaman geçtikçe olanlar silikleşiyor. Bazen oralardan geçerken bir anlığına canlanıyorlar. Belki bu insansız veya insanların uzaktan görüldüğü fotoğraflar da o anlar gibi bir işlev görebiliyorlar.


Endişe veya kaygı benim birlikte yaşamak durumunda olduğum bir duygu. Bunu seçmiyorsun, genellikle aktarılmış ya da çoktan psikolojik örüntülerimize gömülmüş oluyorlar ve içinde yaşamayı öğrenmen gerekiyor. Ben bu duygularla, yakın zamanda, kaygının gelecek planları yapmak konusundaki önemli işlevini kabul ve takdir ettikten sonra barışabildim. Serginin başlığında yer verdiğin endişe ile senin kurduğun ilişki nedir? Endişe ile nasıl başa çıktın veya çıkmaya çalışıyorsun?

 

Başa çıkmak için psikanalize gittim, çok güzeldi. Şimdi de terapiye gidiyorum ve dinledikçe, konuştukça endişenin düşüncemi durdurduğunu, hareketimi dondurduğunu anlıyorum. Bu durumları yakalamaya, neden olan şeyleri anlamaya çalışıyorum.

 

Serginin ismi fotoğraflarla yaptığım kolaj serisinin isminden geliyor. Banu Karaca’nın önerisiyle serginin de ismi oldu. Endişenin tarihi üzerine araştırma yaparken Antik Yunan dönemine ait bir metinde insanların endişeli kalplerinden bahsedildiğini gördüm. Şimdi söyleyince bana şefkatli bir ifade gibi geliyor. Böyle bir şefkati kendime, çevreme ve izleyiciye yöneltmek; endişemi izleyiciyle paylaşmak istedim.


Balca Ergener, Fanilik Ritmi, Mutluluk Ritmi serisinden (2014-2024), Hahnemühle 310 gr. German Etching kâğıt üzerine arşivsel pigment baskı ve serigrafi baskı, 100x67 cm


Kamusal alan imgelerini alışılmadık şekilde mimariden uzak bir yerde elle tutulamayan ancak bir maddeselliği de olan fenomenlerle biçimlendiriyorsun. Sis ve koku aklıma gelen ilk örnekler. Her ikisinin de materyal bir karşılığı var. Sis aslında görebildiğimiz de bir şey ve içinde yaşadığımız atmosferi kaplıyor. Koku ise havayla yayılan, hareket eden ve duyumları harekete geçiren kimyasal bir madde. Kamusallığı neden bu kadar uçucu formlarla birlikte düşünmeyi tercih ettin?

 

Çok ilginç bir soru bu. Sisi ve kokuyu beraber düşünmemiştim. Şimdi düşününce ikisinin de şehir hayatının sıradan akışını sekteye uğratan, birbirini tanımayan insanların paylaştığı ve sanki bu insanların aynı rüyayı görmelerine neden olan. doğal fenomenler olduğunu fark ediyorum. İstanbul’a bazen çöken yoğun sis bir anda rüya âlemine dönüştürüyor şehri, manzara değişiyor ve dediğin gibi hava bir maddesellik kazanıyor. Sergideki sisli imgeyi 2014 yılının şubat ayında çektiğim bir fotoğrafın üzerine serigrafi uygulayarak ürettik. Taksim Meydanı’nın üstüne çöken yoğun sis Gezi sonrasındaki hâlimizi anlatmak için çok iyi bir metafor olmuştu.

 

Koku da benzer bir şekilde tanımadıklarımızla paylaştığımız bir şey. O daha döngüsel. İstanbul’un bazı yerleri her sene sırayla akasya kokar, iğde kokar, ıhlamur kokar... İğde çiçeğinin kokusu hakkında kadınların libidolarını artırır diye bir efsane olduğunu öğrenince bunun tanıdığım ve tanımadığım kadınlarla paylaşabileceğim bir şifreye dönüşebileceğini hayal ettim. Önce bulduğum bütün iğde ağaçlarını Google Maps üzerinde işaretledim ve Çatlak Zemin dergisi aracılığıyla bildikleri iğde ağaçlarının yerlerini paylaşmaları için kadınlara bir çağrı yaptım. Aslında bu kokunun tek bir cinsiyet üzerinde etkisi olacağına inandığımdan değil ama kadınların tehlikeli cinselliği mitine atıflar içeren bir söylentiyi dönüştürmek istediğim için yaptım bunu. Bir yandan kadınlar üzerindeki bu baskı artarken iğde ağaçlarının karayolları kenarına dikiliyor olması, kendi kendilerine büyüyor ve kadınlara hayat enerjisi veriyor olması hayali çok güzeldi. Böylece tamamlanamasa da şehrin koku üzerinden bir haritasını yapmaya çalıştım. Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin bahçesinde de bir iğde ağacı olması nefis bir tesadüftü. Daha sonra bu ağacın altında buluşup dili günlük alışkanlıklarımızın dışında kullanacağımızı umduğum bir yazı oyunu oynadık.


Sergide izleyicilerin mekân içindeki dolaşımlarına bir anlamda müdahale etmek için oluşturduğun yerleştirmeler bana ilk görüşte mezar taşlarını anımsattı. Bu yerleştirmelerde kullandığın çok katmanlı formlar hakkında neler söylemek istersin?

 

Bu formların iki tanesi hariç hepsi şehirde her yerde (sergideki camın önünde de) karşımıza çıkan baba dediğimiz nesneler. (Fotoğrafları strafor üzerine yapıştırarak ürettim.) Birçoğunu da belki hemen belli olmasa da darbe görüp kırılmış, yamanmış, ya da sökülmüş yerde yatar halde özellikle Göztepe gibi kentsel dönüşümün çok hızlı devam ettiği semtlerde buldum. Eski mezar taşlarına benzer oluşları ilgimi çekiyor. Şehrin yeni ama hemen eskiyip gözden çıkarılan “doğası” oldukları için, çöken şehrin her yerinde bulundukları için… Ve şehirde bizim varoluşumuzla bir benzerlik, bir yoldaşlık seziyorum.


Aynı zamanda çoğunun üzerindeki delik, duvara sıvanmış ve şehrin jeolojik oluşumunu hatırlatan büyük kaya fotoğrafındaki deliğe de benziyor biçimsel olarak. Bu fotoğrafı çocukluğumu geçirdiğim Rumeli Hisarı’nda çektim. Nesneler arasında baba olmayan iki taş formu da buradan. Biri çınar meydanındaki ağacı çevreleyen eski duvardan, biri de ne olduğunu anlamadığım bir taş öbeği. Yeni olmayanı temsil ettiler veya çağrıştırdılar sergide. Rumeli Hisarı’na gitmemin nedeni de bir köken aramakla ilgiliydi sanıyorum.

 

Sergiyi hazırlarken Merve Elveren ve Dilek Winchester ile birçok çalışma toplantısı yaptık. Bu nesnelerin sergiyi dolaşanı oyuncu bir şekilde yönlendirmesi fikri o toplantılarda çıktı. Son yerlerine de sergiyi kurarken Sibel Horada ile karar verdik. Baktığınız yere göre değişen katmanların mekânın içinde kolajlar yaratmasını amaçladık. Bunun parçalılık hissini, hem şehri sadece parçalı olarak algılamak mümkün olduğu için hem de ev hissi benim için parçalı h​​ale geldiği için artırmasını istedim.

 

Bu nesneleri farklı açılardan birbirlerinin, duvarlarda asılı kolajların ve duvara sıvanmış büyük boy fotoğrafların üzerinde görmek mümkün. Duvara sıvanmış fotoğraflardan diğeri Gezi Parkı’ndaki yunuslu heykelli havuzunun içi. Onun tam önünde de yerinden sökülmüş, demir filizleri gözüken ve kenara atılmış bir babanın alt kısmı görünüyor. Suda ağırlığını kaybetmiş bir meteora benzetiyorum.

 

Davetimi kabul edip sergi kapsamında bir konuşma yapan Ceren Lordoğlu sayesinde Iris Marion Young’un House and Home: Feminist Variations on a Theme adlı makalesini okudum. Young bu makalede evin, geçmişle gelecek arasında devamlılığı sağlayan bir çapa görevi görecek, kaybolmamızı engelleyecek fiziksel bir varlık olduğundan söz ediyor. Benim arayışlarım da, İstanbul’u bir ev olarak düşünürsem, kaybolma endişesiyle ilgili sanıyorum. Young, insanın bir yerde bedeninin hareketleriyle bu hareketlerin etrafında geçtiği materyal şeyler, onlara atfettiği anlamlar arasındaki etkileşim yoluyla evde hissettiğini söylüyor. Rutinlerden, alışkanlıklardan, mekânsal bir varoluştan söz ediyor. Bunları ev içi için söylüyor ama şehir için de benzer bir şey söylenebilir bence. Bu materyal çevre değişince, bedenin hatırladığı şeyler artık etrafında olmayınca ev, devamlılık, geçmiş ve gelecek hislerine ne oluyor?


Balca Ergener. Fotoğraf: Ata Kam

Uzun zamandır İsviçre’de yaşıyorsun. Göç etmek senin üretim biçimlerini nasıl dönüştürdü ve gelecek projelerin neler?


Sanat pratiğimin merkezinde günlük hayatımın geçtiği yerleri fotoğraflamak var. Buraya taşınmadan önce İstanbul biz yaşayanları hiçe sayan bir şekilde hızla dönüşürken İstanbul’u fotoğraflamak benim için çok zor bir hale gelmişti. Ekim 2016-Mayıs 2017 arasında her gün sabah ve akşam sadece gökyüzünün fotoğrafını çektiğim Günlük adlı bir seri yapmıştım. Evden tekrar tekrar gökyüzünü fotoğraflamamın bir nedeni de bebeğim olduğu için ama aynı zamanda İstanbul’un farklı yerlerinde bombalar patladığı için eve kapanmış hissetmemdi.

 

Sonrasında fotoğraftan uzaklaştığım ve sergide de yer verdiğim İğde Oyunu (2019), Kendini Unutmak (2020), Zayıflığınızı 0’dan 10’a kadar bir ölçekte nerede değerlendirirsiniz? (2020) gibi yazı temelli işler yaptığım bir dönem oldu. Aslında parçalayıp birleştirme denemelerini ilk kez kelimelerle, yazıyla yaptım. Aynı zamanda burada sanat üzerine bir Master yaptım ve serigrafi gibi yeni teknikler öğrendim, farklı malzemelerle denemeler yapma şansım oldu.

 

Geçen sene Endişeli Kalbim serisindeki kolajlarla fotoğrafa geri dönebildim. Bütünlüklü bir anlatı kurmaya çalışmamak bana iyi geldi. Görme dışındaki duyulara biraz daha hitap etmeye çalışmak da. El yordamıyla etrafımı tanımaya, anlamlandırmaya çalışmayı ifade etmek için.

 

Çünkü bir yandan da ait hissetmediğim, benim diyemeyeceğim bir yere taşındığım için gördüklerimi ve hissettiklerimi ancak parçalı bir şekilde ifade edebiliyorum. Zürih’te şehrin tarihçesinin neresine denk geldiğimi iyi bilemiyorum. Dönüşümün daha yavaş olduğu bir şehir olsa da çevremdeki binaların yıkılıp yenilerinin yapıldığını gördüm ama birçoğunu da görmedim, Akmerkez yapılmadan önce orada olan sahayı hatırladığım gibi hatırlamıyorum şimdi. Çeşitli fantezilerim var ve bazen çok yanlış olduklarını öğreniyorum. Mesela eski moda tahta mobilyaları olan bir kafenin 100 yıllık olduğunu düşünürken 10 yıllık olduğunu, 1960’larda veya 70’lerde yapıldığını tahmin ettiğim, ağaçların içinden geçtiği bir pergolası olan tramvay istasyonunun 2000’lerin başında yapıldığını öğrendim. Evime beş dakika mesafedeki nehir kenarındaki eski tren istasyonun 1989’a kadar çalıştığını, kapanınca junkylerin oralara yerleştiğini sonra kovulduğunu öğrendim ve belki bu tarih nedeniyle şimdi orada tadını çıkardığımız salaş yapılar olduğunu tahmin ettim. Bunları araştırmaya ve ev meselesi üzerine düşünmeye devam etmek istiyorum.

 

Bir de aklımda tesadüfler sonucunda taşındığım bu doğası ve manzaralarıyla ünlü yerle ilgili daha önce çevremde olan imgeler var. Biri Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü’ndeki İsviçre Ormanı. Küçüklüğümden burayı ağaçların arasında uzun otların ve çiçeklerin olduğu bir tepe olarak hatırlıyorum ve şimdi bazen Zürih’te benzer bir yer gördüğümde aklıma geliyor. Orayı mümkünse tekrar ziyaret edeceğim. Bir de kocamın büyüdüğü evde olan büyük bir manzara fotoğrafı reprodüksiyonu üzerine düşünüyorum. Memleketleri Doğu Karadeniz’e benzediği için eve asıldığını tahmin ettiğim İsviçre’den bir dağ manzarası. Tam neresi olduğu biz buraya taşındıktan sonra çözüldü. Ev meselesi üzerine okurken göçmenler için yeni evlerinin bulunduğu yerlerin dokularında göç etmeden önceki evlerinden anıların yankılandığını okudum. Ben de Zürih’te gölün dar olduğu bir yere gidip Arnavutköy’deymişim gibi hissediyorum bazen. Bu resim örneğinde de aynı durumun biraz daha karmaşığı var belki: Rize-Artvin’den İstanbul’a göç edip bir İsviçre manzarasına bakıp orayı hatırlamak. 1980’lerin başında henüz Doğu Karadeniz’in çok fazla renkli fotoğrafının dolaşımda olduğunu sanmıyorum. İsviçre doğa turizminde ve imgelerinin üretiminde çok öndeydi, o yüzden İstanbul’da da evlere girmiş olabilir. Aile geldiği yeri ne kadar özlüyordu bilmiyorum. Belki sadece hatırlamak için değil, doğa manzarasının sembolik bir değeri olduğu için veya ailenin tarihini hatırlatmak için de asılmıştır. Hepsi birlikte diye düşünüyorum. Ben de hem yaşadığım Boğaz’ı hem boğaz imgesini özlüyorum.


Bu zevkli röportaj için sana ve Art Unlimited’a çok teşekkür ederim İbrahim. Sergiyi gerçekleştirmemi mümkün kılan Asena Günal’a, Depo’ya, Lamarts’a ve bütün arkadaşlarıma da çok teşekkür ederim.


Endişeli Kalbim, Depo, Sergiden görünüm


Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page