Laleper Aytek’in Hayat Başka Yerde adlı sergisi 2016-2019 yılları arasında Türkiye, Fransa ve Yunanistan’da farklı şehirler, kıyılar ve adalarda çektiği kırk adet siyah-beyaz fotoğraftan oluşuyor. Sergi, 11 Ocak 2020'ye dek Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde devam ediyor
Röportaj: İpek Çınar
Lalepar Aytek, Hayat Başka Yerde sergi görüntüsü, Fotoğraf: Studio Majo/Engin Gerçek,
Milli Reasürans Sanat Galerisi izniyle
Geçtiğimiz birkaç yılda hikâye anlatıcılığınızın daha soyut bir üsluba yöneldiğini ve tanımlardan uzaklaşmaya başladığınızı söyleyebiliriz sanırım. Köklerini Non Paris’te bulabileceğimiz bu üslup, Kendi İçinden de Geçip Gitti mi Uzaklara?’da daha da yoğunluk kazanıyor. Hayat Başka Yerde sergisi de aynı üslubun devamı diyebilir miyiz?
Evet, Hayat Başka Yerde’nin tanımlardan uzaklaştığım bir üslubun devamı olduğunu söyleyebilirim/z. Fotoğraf benim için yıllar içinde dış dünyayı yansıtmanın bir aracı olmaktan çıkıp iç dünyamı sorguladığım, parçaladığım ve yeniden kurmaya çalıştığım bir dile dönüştü. Bir yansıtma dilinden çok bir başkalaş(tır)manın dili. Birlikte değiştiğimiz, dönüştüğümüz. Bir tür (s)ayıklama.
Önceki üç sergide de belki böyleydi ama özellikle bu sergi ile bilinen aklı bir yana bırakıp duygunun henüz dokunulmamış, belki de bulanık, karanlık ve tekinsiz sularında yolculuklar yaparak; kalbin ve gözün izini, iç sesini/sessizliğini duymayı ve açmaya korktuğum kapıları aralamayı deniyorum.
Bu anlamda Hayat Başka Yerde bir iç yolculuk, içe yolculuk hikayesi olarak da düşünülebilir. İçinde yaşadığım dünyayla, insanlarla, kendimle karşılaşmalarımdan bana kalan duygular, sorgulamalar ve çağrışımlar beni ve son beş yılda çektiğim fotoğrafları bu başlık altında buluşturdu diyebilirim.
Korkularım, özlemlerim, hatırladıklarım, baş edemediklerim, umutlarım, vazgeçemediklerim ve itirazlarımın buluştuğu, çarpıştığı, birbirine yaslandığı bir(çok) aralıktan kendi hikâyeme bakmayı deniyorum. Boşluk kalmadığında ya da olmadığında cevaplar verilmiş ve sorular rafa kaldırılmıştır. Fotoğrafçının bir görüntüye bu muğlaklık alanını açması gerekir diye düşünüyorum, farklı okumaların ve çağrışımların da önünü açmak üzere…
Görüntünün de fotoğraf olabilmek için o boşluğa ihtiyacı vardır. Tanımlanmamaya ve tek bir tarife (“bu fotoğraf şunu anlatıyor” ya da “bu fotoğrafla ben tam olarak şunu anlatmak istedim” gibi) sıkıştırılmamaya… Murathan Mungan küre’de şiir üzerinden şu tespiti yapar: “Anladığınızı açıklamaya başladığınız anda, şiir katında seyrelme başlar. Okuduklarınız azalır sanki.” Tanımladığım, açıkladığım şey biter, seyrelir, azalır ve ehlileşir; kendini tamamlar ve (hayata, bana, izleyiciye, yeni sorular ve duygulara… aslında kısaca yeni yüzleşmelere ve karşılaşmalara) kapanır. Oysa adlandıramadığım, tam ne olduğunu bilmediğim bir duygu, bir durum, bir tedirginlik beni canlı tutar ve vazgeçmememi sağlar. Boşluğun bir anlamı yok gibi ama bir şekilde tutunuyorum, bırakamıyorum, direniyorum çünkü belki de bir diyeceği var o boşluğun bana?
Hayat Başka Yerde, bu sese giderek daha çok kulak vermeye başladığım bir proje oldu.
Lalepar Aytek, Hayat Başka Yerde sergi görüntüsü, Fotoğraf: Studio Majo/Engin Gerçek,
Milli Reasürans Sanat Galerisi izniyle
Bir iş üretmek, özellikle de sizin fotoğraflarınızdaki gibi önceden belirlenmeyen bir tavırla üretmek sizin için de bir keşif süreci olmalı. Hayat Başka Yerde’nin proje metninde alıntıladığınız Tahsin Yücel’in sözleri de buna dair işaretler taşıyor. Üretim süreciniz sizde nasıl izler bırakıyor?
Üretim sürecini gerek öncesinde, gerekse çekimler sırasında aklımdan geçenlerle değil de kalbimden geçenlerle yapıyorum. Çünkü kalp galiba daha cesaretli. Hayatın dokunulamayan, kaçılan, saklanılan bir yüzünden diğerine savrulurken bir tek kalp izin istemiyor. Kalpten geçenlerin bir sırası yok ama bir sırrı var. Ve ben galiba Hayat Başka Yerde diyerek bu sırrın peşinden gitmeyi deniyorum, çözemeyeceğimi bilsem de…
Akıl çekimler tamamlandıktan sonra kurguda, fotoğrafların düzenlenmesinde, kitabın baskısı sırasında ve sergi tasarım hazırlıklarında devreye giriyor. Kalbimin sesine eşlik ederek, o sesi unutmadan.
Boşlukta,
İçimde,
Rüzgârda,
Gecede
Bir iz,
Bir güz,
Bir satır,
Bir an(ı) gibi
Bir isyan arıyor gönlüm
Bulursam yanına gideceğim.
diyerek; kendi yarattığım boşluktan galiba en çok da kendi yaralarıma, içinden çıkamadıklarıma ve hayallerime bakıyorum. Sustuklarımı çekmeyi ve yazmayı deniyorum ama akıldan kurtulmanın sınırlarında, çoğu zaman tarif edemediğim duygu ve soruların içinde sıkışıp kayboluyorum. Bu kaybolmayı da çok seviyorum çünkü Aslı Erdoğan’ın da Hayatın Sessizliği’nde söylediği gibi: “Kaleme mürekkep doldurur gibi kendimi dolduruyorum. İmgelerle, sözcüklerle, yaşanmış ve yaşanmamışla, biten ve hiç bitmeyenle... ‘Kendim’ diyebileceğim her şeyle... Yarını, daha bir sürü yarını anlatacak bir ‘ben’ yaratıyorum. Ayrışan, çoğalan, cam kırıkları gibi dağılan, içimde uzayıp ölen ve bir türlü doğamayan ‘Ben’ler den... Bekleyerek, karanlığa bakarak, düş görerek, unutarak, yaralarımı sararak, kabuk kabuk çözülerek...”
Galiba giderek daha çok hayatın bu çözülmelerde, yani bir ara(f)da saklı olduğunu ve kendimize ancak böyle (iç) çatışmalarla yakınlaşabileceğimizi hissediyorum.
Lalepar Aytek, Hayat Başka Yerde sergi görüntüsü, Fotoğraf: Studio Majo/Engin Gerçek,
Milli Reasürans Sanat Galerisi izniyle
Sergideki fotoğraflar farklı ülkelerden şehirleri ve kıyıları bir araya getirse de, çekildikleri yerlerin kültürel kodlarına çoğunlukla değinmiyor; bu nedenle kimliksiz, zamansız ve coğrafyasız. Siz de bu hikâyeyi bir “iç dökme” olarak betimliyorsunuz. Peki doğrusal bir hikâye anlatımı taşımayan bu çalışmanın üretim süreci nasıl gerçekleşti? Gideceğiniz yerler, ayıracağınız zaman ve hikâyenin nasıl bir yol izleyeceği en baştan belli miydi? Hikâyenin sonlanacağı ana nasıl karar verdiniz?
Bu sergideki fotoğraflar kimliksiz, zamansız ve coğrafyasız olma kodlarını önceki üç sergimden devralıyorlar. Issız-, Non Paris ve son olarak da Kendi İçinden Geçip Gitti mi Uzaklara? sergilerim de bu kodları paylaşıyorlardı. Bu sergiler kendime dair bir iç dökme ya da “içinden çıkılamayanların içinde hissettiklerim”den çok, bir coğrafyaya dair tanımsız bir boşluk duygusu yahut bir “non” arayışıydı. Kendi İçinden Geçip Gitti mi Uzaklara?’da ise Aslı Erdoğan’ın şiirsel düzyazılarına boşluk-belirsizlik üzerinden eşlik eden; kimi metinlerle buluşup, kimilerinden uzaklaşan ve bazen de kaybolan fotoğraflar aracılığıyla imgeyi muğlaklaştırmak ve izleyiciyi ara(f)ta bırakmak isteyen bir yapı vardı. Aslı Erdoğan’ın “bataklığında” gerçekleşen bu söz-göz buluşması ne demek istendiğini belki daha da çıkmaza sokuyor, görüntünün sakladığını söz daha da muğlaklaştırıyordu.
Hayat Başka Yerde ile daha çok kendi iç sesimi duymak istedim. Son beş yılda farklı zamanlarda ve coğrafyalarda çektiğim fotoğraflar sistematik olmayan bir duyguyla bu başlık altında bir araya gelmek istediler diyebilirim. Ben de onların bu isteklerine gerek kitap, gerekse sergi tasarımı ve kurgusunda eşlik ettim, itaat ettim. Hikâyenin yolu ve sonu baştan belli değildi, olamazdı ama son dönemlerde yaşadıklarım başka yerde, belki de hiçbir yerde olmayan, sadece hayalimdeki bir hayat şarkısına bıraktı beni. Ben de fotoğraflarımla o şarkıya eşlik ettim, ediyorum. Paul Valéry’nin “Bir şiir asla bitirilmez, öylece bırakılır.” dediği gibi ben de bu hikâyeyi aslında bitirmedim, bitirmiyorum, öylece bırakıyorum. Bu hikâye yeniden yazılabilir, dönüşebilir, başkalaşabilir ya da susabilir…
Lalepar Aytek, Hayat Başka Yerde sergi görüntüsü, Fotoğraf: Studio Majo/Engin Gerçek,
Milli Reasürans Sanat Galerisi izniyle
Hayat Başka Yerde (Life is Elsewhere) başlığı ilk anda Hintli fotoğrafçı Sohrab Hura’nın aynı isimli fotoğraf projesini anımsatıyor. Sanatçının en çok bilinen işi de bu. “Bu çalışmadan esinlenme var mı?” gibi klişe bir soruya girişmeyeceğim; zira bu çalışmadan olmasa başka şeylerden esinlenme elbette vardır. Bu yüzden daha genel bir kavramı, esinlenmenin ta kendisini sormak istiyorum. Esinlenmeye nasıl bakıyorsunuz?
Sohrab Hura’nın aynı isimli fotoğraf projesini daha önce duymamıştım. Bir arkadaşım kitabın ilk taslağını gördüğünde Milan Kundera’nın Yaşam Başka Yerde romanını hatırlattı. Bu kitabı da okumamıştım. Dolayısıyla ne Hura’nın fotoğraf projesi ne de Kundera’nın kitabı bu projenin içindeydiler. Aslında her yapılan iş hem kendi döneminden, hem de önceki dönemlerde yapılmış işlerden etkilenebilir, esinlenebilir de… Duygular, düşünceler yakınlaşabilir, buluşabilir. Hatta eğer ilk işleriniz değilse, belli bir süre fotoğraf (yahut bir başka ifade dili) kullanarak işler üretmiş, fotoğraf çekmişseniz artık sizin kendinize ait bir dilinizin oluşmuş olması beklenir. Murathan Mungan’ın küre’de söylediği gibi, “etkilenmek bir ‘öğrenme’ yoludur; etkilerden kurtulmak ve kendi sesini bulmak ise bir ‘olma’ yolu.” Olma yolunda değilseniz işleriniz ve fotoğraflarınızla birlikte siz de seyrelirsiniz.
Basın bülteninizde yer alan, Pessoa yazınının temelini oluşturan soru epey önemli: “Hayat kaç başkasına dönüştürür bizleri?” Fotoğrafın bir hikâye anlatma aracı olarak kullanılmaya başlandığı anda, edebiyattan aşağı kalır yanı pek yok. Siz de genellikle çok farklı kıyılardan hikâyeler anlatıyorsunuz işlerinizde. Adı üstünde, Hayat Başka Yerde. Yine en baştaki soruya dönüp, disiplininizle harmanlamak gerekirse; fotoğrafın ürettiğiniz hikâyelerde ve farklı kıyılarda sizi başka karakterlere dönüştürdüğünü düşünüyor musunuz?
İlk soruda da söylediğim gibi, fotoğrafla ve fotoğraflarımla birlikte dönüştüğüme inanıyorum. Hayat, yaşadıklarımız yahut yaşayamadıklarımız zaten hepimizi dönüştürüyor. Hangimiz dönüşmüyoruz ki!
Fotoğraf benim için yaşadıklarımı dile getirmekte, şiir gibi büyülü ve tekinsiz bir ifade aracı. Çünkü fotoğraf belleğin tersine kendi başına anlamı saklamıyor ve bize anlamlarından koparılmış görünümler sunuyor, bir tür fragman gibi. Fotoğrafçı ise anlam bulan, bağlam oluşturan ve kurgulayan kişi. Aynı fotoğrafçı çekim sürecinde içgüdüleri, duyguları, soruları, kararsızlıkları ve akıl karışıklıklarıyla vahşi, yönü netleşmemiş bir “avcı” olabilir. Üzerinde çalıştığı proje, aklındaki ve kalbindeki meseleler bu süreçte sarsıntıya uğrayabilir. Hatta tamamen başka bir meseleye de dönüşebilir. Çekimler ilerledikçe anlam/bağlam netleşmeye başlar. İlk çekimden son ürüne dek birbirini tetikleyen, çoğaltan süreçler birbiri içinde doğar, ölür, canlanır, söner, yeniden kurgulanır. Yapılır, bozulur, vazgeçilir, kareler yer değiştirir, anlam/bağlam defalarca kurgulanabilir ve sonunda bir hale kavuşur. Fotoğrafçı projesinde anlam ve bağlamı böyle yap-bozlarla kurgular. Fotoğraflar, fotoğrafçının bulduğu anlamlardan kurduğu anlamlara evrilirken, fotoğrafçıyı da dönüştürür.
Lalepar Aytek, Hayat Başka Yerde sergi görüntüsü, Fotoğraf: Studio Majo/Engin Gerçek,
Milli Reasürans Sanat Galerisi izniyle
Madem bu söyleşinin bel kemiklerinden biri edebiyat oldu, ben de edebiyattan bir ekleme yapayım. İtalyanca bir sözcük olan vago; hem belirsiz, hem de alımlı, çekici anlamına geliyor ve İtalyan yazar Leopardi bu sözcüğü belirsizin şiirselliğini övmek için kullanıyor. Sizin fotoğraflarınızdaki belirsizliğin benzeri bir amacı var mı?
Kusursuz bir aktarım olmanın ötesine geçemeyen yahut kendi zamanının dışında bir çağrışıma çoğalamayan güzellemeler (Hayat kimse için eksiksiz, kusursuz ve mükemmel değilken ve zaten böyle bir hayat da yokken) görüntüyü aşağı çeker ve bu saikle çekilmiş olan görüntü hayatta kendine bir yer bulamaz. Ve ne yazık ki bilinmezlik/belirsizlik sularında kristalin keşfi bilinmeyen bir zamana bırakılır. Fotoğrafta önemli olan kendi rahatsız ediciliğinin ve belirsizliğinin ehlileştirilmemesidir. Her şeyi açıkta ve sorguda bırakmak seyrelmeyi önler ve “bu görüntü tam olarak ne diyor” un önüne geçerek muğlak olanı aralar. İlhan Berk’in Poetika’da şiir üzerinden söylediği gibi böylece “her yöne çekilebilecek bir devinim” fotoğrafın da “atardamarı olabilir.”
İlhan Berk belirsizlik meselesini yine Poetika’da şiir üzerinden çok farklı açıklıyor ve “Şiirin anlamını (değil mi ki bir anlam aranıyor) açık havaya çıkartmaya çağırmak, her okunuşunda da yorumun düşünsel, imgesel katlarını üstlenmesini sağlamak… Kafka’nın, Joyce’un yapıtları ‘tükenmez’ diye yorumlanagelmiştir. Bunun nedeni de açık bir anlamları olmamasıdır elbet. Aslında anlam doğası gereği söyleyeceğini söyleyip hemen kapanmak ister. Belirsizlikten korkar. Yitip gideceğini sanır. Belirsizlik, anlam yoksunluğu değildir. Tam tersine ‘çok anlamlılıktır’, sınırsızlıktır. Şiir orda boy göstermek ister. Orda kendine gelir.” diyor.
Bence fotoğraf da öyle.
Üretiminizin merkezinde fotoğraf olsa da edebiyat, felsefe, toplumsal cinsiyet gibi birçok konuyu da fotoğraf aracılığıyla tartışıyor ve bu alanlarda aktif çalışmalar yapıyorsunuz. Kendinizi tam olarak nasıl tanımlıyorsunuz?
Hayat/sanat, edebiyat ve felsefe ekseninde, işlerim ve yazılarım aracılığıyla -öncelikle öznellik inşası bağlamında- “görme biçimleri”, “fotoğraf tarihi” ve “toplumsal cinsiyet” konularını sorgulayan ve projelerinin merkezine koyarak çalışan, düşünen ve fotoğraf üreten bir kadın fotoğrafçı ve görsel bir sanatçıyım.
Comments