top of page
Liana Kuyumcuyan

İklim, çevre, enerji ve adalet üzerine

Merkezi Brüksel’de olan Climate Action Network (CAN) Europe’ta enerji politikaları üzerine çalışan Elif Gündüzyeli ve Mekanda Adalet Derneği’nin kurucu üyelerinden olan ve merkezin Araştırma ve Eğitim Direktörü Sinan Erensü ile iklim krizi, çevre adaleti, Türkiye ve Avrupa’daki iklim politikaları üzerine konuştuk


Röportaj: Liana Kuyumcuyan



Sinan Erensü & Elif Gündüzyeli



Öncelikle Sinan, politik ekoloji ve kentsel politik ekoloji nedir, onu açıklayarak başlamak istiyordum. Mekanda Adalet Derneği’nde bu alanda yaptığınız çalışmalardan bahsedebilir misiniz?


Sinan Erensü: Kentsel politik ekoloji adı altında bir literatür var. Yaygınlaşmasının 10-15 senelik bir hikâyesi var. Bu alana kent çalışması, sosyoloji, coğrafya, antropoloji disiplinlerinden çalışan insanlar değiniyor. Bu başlık altında kentlerin oluşumunda ekolojik döngülerin ne kadar önemli olduğunun altını çiziyorlar. Kent ve çevreyi bir arada düşünmeye çalışıyorlar. Tarih boyunca da aslında doğayla kent hep birbirinden ayrı düşünüle gelen iki devasa kavram, iki mekânsal birim. Bunlar çok uzun süre birbirinin zıttı gibi düşünüldü. Doğanın başladığı yerde kent biter, kentin başladığı yerde doğa biter gibi. Kent ile ilgili söz söyleyenler doğayla, kentin dışıyla ilgilenmedi. Doğa bilimciler, ekoloji çalışanlar, bazen çevreciler de kentle ilgilenmedi. Son 10-15 yıl bu iki ilgi alanının birbiriyle çok daha hızlı örtüştüğünü, birbiriyle yeniden barıştığını görüyoruz. Her iki alanı da çalışan insanlar için heyecan verici. Bunun çeşitli nedenleri var tabi; başında elbette iklim değişikliği geliyor. İklim değişikliği hem kırı hem de kenti doğrudan etkiliyor. İklim değişikliği ekolojik bir hadise olsa da insanların günlük hayatını etkileyecek. Hatta kimi ölçümlere göre iklim değişikliğinin dörtte üçünün kentlerden hareketle meydana geldiği, kentlerin ağırlıklı olarak iklim değişikliğine katkı sunduğunu hatırlatanlar var. İklim değişikliğine sebep olan en büyük etkeni olan karbon salınımlarının kentlerden kaynaklandığını da biliyoruz.


Bununla birlikte tarihi biraz daha geçmişe dayanan çevre adaleti kavramı var. Çevrecilik hareketinin önemli bir kolu olan çevre adaleti talebi esas olarak şehirlerden başlayan bir talep. Kenar mahallelerde yaşayan ve şehirlerin yarattığı kirlilikle en fazla temas eden insanların adalet, daha iyi bir şehirde yaşama, daha temiz bir çevreye erişim talebi çevrecilik hareketini daha alt sınıflarla ve şehirle buluşturdu. İlk başta Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Avrupa’da adı çevre adaleti hareketi olarak konuldu. Oraların alt sınıf diyebileceğimiz, azınlık, siyah, göçmen mahallelerinden yükselen bir talepti: Bir, daha iyi çevreye erişim. İki, çevre adaletsizliklerinden orantısız bir şekilde etkilenmeme. Üç, çevresel mekanizmaların karar alma aşamalarına doğrudan katılma istediği.


Türkiye’de de çevrecilik talebinin yaygınlaşması, çeşitlenmesini düşünecek olursak kent ve çevre hareketlerinin birbirine yakınlaşması söz konusu. Bütün bu kanallar politik ve kentsel ekolojiyi, kentin içine sızan doğayı herkesin erişimine açabileceğimiz imkânları konuşmayı zorunlu hale getiriyor. Böyle bir kırılımdan geçiyoruz. Hem toplumsal hareketler bağlamında hem yasa yapan yöneticiler için önemli, hem de şehri dönüştüren mimarlar, tasarımcılar için önemli.



Çevre adaleti dediğimiz kavramın yansımalarını kentte hangi alanlarda görebiliriz?


Sinan Erensü: Kavram, çevresel imkânların ve zararların toplumun tüm kesimlerinde eşit bir şekilde paylaşılması prensibine dayanıyor. Enerji, altyapı, madencilik yatırımları uğruna; topraklarından, çevrelerinden, yaşam alanlarından uzaklaşmak zorunda kalan kırsal nüfusun itirazlarını, protestolarını Türkiye’nin çeşitli yerlerinde görüyoruz. Aslında bunlara çevre adaleti mücadelesi ismini koymak mümkün. Bunun benzeri itirazları kentlerde de görüyoruz. Kimi zaman “Bu park bizim tek hava alma yerimiz, dokunulmasın.” itirazı şeklinde görüyoruz. Kimi zaman da kentin son kalan bostanlarının korunması talebinde görüyoruz. “Neden içme suyuna dünyanın birçok metropolü gibi musluktan erişmiyoruz da para verip almak zorunda kalıyoruz?” itirazını da görüyoruz. Çünkü bu sadece hizmet talebi değil, aynı zamanda en temel ihtiyaç olan temiz suya erişim için bir talep ve tabi ki bu, daha düşük gelir grubundaki insanları zorlayan bir durum. Daha ucuz markalar tercih edilirken, onların her zaman yeterince sağlıklı olmadığı haberlerde ortaya çıkıyor. Bütün bunları bir araya koyduğumuzda adına çevre adaleti talebi koyabiliriz. Dolayısıyla iki alanı, aynı düzlem üzerinde incelemek mümkün.


İstanbul örneğinde tüm bunların iç içe geçtiğini görüyoruz; Kuzey Ormanları’nda bir süredir yapıla gelen altyapı, ulaşım çalışmaları, havaalanı, Kanal İstanbul… Buralar İstanbul’un çeperi, ekolojik kaynaklarının geldiği yerler. Kuzey Ormanları’nın İstanbul'un iklimine serinletici bir etki yarattığını biliyoruz. Ormanların azalması bu serinleme imkânını da azaltacak. Bununla birlikte İstanbul’un son kalan temiz su kaynakları da bu bölgede. Bir miktar tarım da yapılıyor bu yerlerde, hayvancılık da. Buraların böyle altyapı çalışmalarına açılması bu akışı da kaynağı da kısıtlayacak. Burada hem bir kent hem çevre talebi var, ikisi birlikte işte. Kenti ve doğayı bir arada düşünmek İstanbul örneğine tam oturuyor. Yakıcı bir örnek olarak karşımıza çıkıyor.



Solda: Mekanda Adalet Derneği havza çalışması için çekilmiştir,

Şahintepe, İstanbul, Fotoğraf: Emirkan Cörüt

Sağda: Mekanda Adalet Derneği havza çalışması için çekilmiştir,

Arnavutköy, İstanbul, Fotoğraf: Ekin Çekiç



Yapılması inatla planlanan Kanal İstanbul projesi üzerine bir video serisi de yayınlanmaya başladı Mekanda Adalet Derneği’nin sosyal medya hesaplarında, o projeden de bahsedebilir miyiz?


Sinan Erensü: Mekanda Adalet Derneği’nde her yıl bir su havzasına odaklanmaya çalışıyoruz. Bu gezilere sosyolog, kent plancısı, avukat, gazeteci arkadaşlarımız katılıyor. Böyle çok disiplinli bir saha araştırması gerçekleştiriyoruz ve çevre adaleti meselesini belli bir su havzası boyunca çalışıyoruz. Bugüne kadar Artvin ve Çoruk’u çalışmıştık. Bu yıl da yakıcı bir sorun olduğu için Kanal İstanbul hattını çalışmaya başladık. Bunu yaparken sadece doğaya ve doğadaki peyzaja odaklanmıyoruz. İnsanların doğa ile kesiştiği noktalarını araştırıyoruz. Doğanın nasıl kullanıldığına, nasıl ekilip biçildiğine de odaklanıyoruz. Hat boyunca yerleşim alanlarına gidip insanlarla mülakatlar yapıyoruz.

Çalışmaların son hali yakın zamanda deretepe.org sitesinde; havzaları ayrı ayrı inceleyebileceğimiz, hikâye anlatıcılığı ile sunacağımız bir formatta yayınlanacak. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden Doğanay Tolunay ile birlikte çalışıyoruz. Bazen uzmanlarla, bazen bölge halkıyla röportajlar yapıyoruz. Farklı problem alanlarına dokunmaya çalışıyoruz. Doğanay Hoca bölgeyi çok iyi biliyor. Özellikle Kuzey kısmındaki koruma ormanını. Terkos Gölü ile Karadeniz’in arasında kalan dar bir şerit var, orada çalışmış. Bu vesileyle konuyu da iyi biliyor. Kanal İstanbul için hazırlanmış ÇED raporunu da çok iyi biliyor. Çalışmaları ÇED raporundaki altı temel probleme odaklanıyor. Bu altı problemin ikisi; Çevre Etki Değerlendirme raporunda bu devasa projenin yaratacağı çevresel sorunların bir kısmına değiniyor. Bunlar baya ciddi sorunlar. Ama ÇED raporunda bu sorunlar gerçekleşirse ne yapılacağı, ne yapılması gerektiği, veya bu sorunların gerçekleşmemesi için hangi önlemlerin alınması gerektiği söylenmemiş. Ortada bir tespit var ama onun dışında hiçbir şey yapmıyoruz gibi. Çevre Etki Değerlendirme’nin böyle bir süreç olmaması gerekiyor. Aksine sorunların ortaya çıkartılması ve nasıl çözüleceğinin detaylandırılması lazım. Bu sorunlar çözülemiyorsa, inşaat esnasında ne yapılacağına dair acil önlemlerin alınması lazım.


Bu devasa proje İstanbul’un tamamını, Marmara Denizi’ni ve hatta Karadeniz'i ilgilendirir. Bu projenin yapılmasıyla Karadeniz’de su seviyelerinin ciddi bir şekilde artması bekleniyor. ÇED raporu ise kanalın açacağı şeritle sınırlı tutulmuş sadece. Dolayısıyla yeterli değil. Böyle büyük bir projenin geniş bir ölçeğe yayılan etkileri var. Dolayısıyla aslında hasarlı, kusurlu bir ÇED raporu görüyoruz. Video serisi de bunları tartışıyor. Detaylara indiğimizde çok fazla sıkıntısı var Kanal İstanbul projesinin. Yapılmaması için İstanbullular olarak elimizden ne geliyorsa yapmamız gerekiyor.



Solda: Mekanda Adalet Derneği havza çalışması için çekilmiştir,

Karaburun, İstanbul, Fotoğraf: Ekin Çekiç

Sağda: Mekanda Adalet Derneği havza çalışması için çekilmiştir,

Ormanlı, İstanbul, Fotoğraf: Ekin Çekiç



Böyle bir yapılaşmanın bölgedeki ekolojik dengeyi sarsmasının dışında, kenti daha da büyüterek hava kirliliğinin artmasına da neden olacak. İstanbul gibi bir mega-kentin bu şekilde büyümesi, kent ve kırın dengesinin yok olmasına da neden olacak. Diğer Avrupa şehirlerinde bildiğim kadarıyla kentin bittiği yerde otoyollar var, sonrası ise hep yeşillik. Bu otoyolların olduğu bölgelere konut, okul gibi yapıların yapılmamasına özen gösteriliyor. İstanbul da ya da Türkiye’nin diğer kentlerinde bu yapılaşma biçimine dair neler söyleyebiliriz?


Sinan Erensü: İklim değişikliği saldığımız karbonla, fosil yakıtları tüketmemizle ilişkili bir şey. Dolayısıyla iklim değişikliğiyle mücadele için ilk önce ve kesin olarak yapmamız gereken şey fosil yakıtları, yani doğalgaz, petrol ve kömür yakmaktan vazgeçmemiz gerekiyor. Bunu bir kenara koyalım. Bununla birlikte kentler söz konusu olduğunda iklim değişikliğiyle ilgili yapılabilecek pek çok şey var. İki temel alandan bahsedebiliriz; biri azaltım, diğeri de uyum. Yani iklim değişikliği zaten başladı, bunu da sadece doğru adamları atarsak yavaşlatabiliriz. Bu değişikliğin yaratacağı devasa etkiler var. Bunlardan da en fazla dezavantajlı insanlar etkilenecek; yaşlılar, çocuklar, yoksullar ve kentte yaşayanlar.


İki alanda da kenti yönetenlerin yapabileceği şeyler var. Saçaklanmayan, yayılmayan, daha kompakt şehirler tasarlamak söz konusu olabilir. İstanbul gibi hali hazırda saçaklanmış bir şehrin en uzak köşesinde yepyeni bir saçak ekliyoruz. Zaten büyük havaalanlarımız varken bunların birinden tamamen vazgeçiyoruz, çok uzak bir lokasyona yeni bir havaalanı koyuyoruz. O havaalanı ile birlikte bölgeyi de şehirleşmeye açıyoruz. İstanbul'un karbon ayak izini arttıran devasa bir yatırım yapmış oluyoruz. En başta zaten İstanbul ve karbon salınımı adına Kuzey tarafının imara açılmasıyla böyle devasa bir etkisi söz konusu.



İki yıl önce Hollanda’da belediyeye bağlı GGD isimli bir şirketle hava kirliliği üzerine konuşmuştum. Onların da 2030 iklim eylemi hedefleri vardı. Elektrikli arabalara geçiş, asbestli çatıların tamamen dönüştürülmesi, otoyollardaki hız limitinin düşürülmesi gibi… Bunlar Avrupa genelinde kararlaştırılmış uygulamalar mı?


Elif Gündüzyeli: Avrupa Birliği ölçeğinde mevcut emisyon azaltım hedeflerinin Paris Anlaşması’na uyumlu olarak daha iddialı hale getirilmesi karar alındı ancak işin çetrefilli kısmı, bunun ulusal ölçekte kimler tarafından ne kadar uygulanacağı. Hollanda ya da Danimarka gibi ülkeler daha çabuk başlayabilirler çünkü Polonya veya Romanya gibi Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine göre daha zenginler ve enerji altyapıları bunu daha rahat karşılayabilir. Karbonsuzlaşmaya daha hızlı geçen, elektrik şebekeleri daha esnek olan ülkeler, yenilenebilir enerji kaynaklarını daha iyi kontrol edebilecekler. Mesela Polonya gibi şebekesi tamamıyla kömüre kilitlenmiş, daha az gelirli bir ülke için karbonsuzlaşmaya geçiş daha zor bir süreç.


Zengin ülkeler ve daha az gelirli ülkeler, Avrupa Birliği içerisinde karbonsuzlaşma konusunda kimin ne kadar yük alması gerektiği konusunda uzlaşmakta zorluk çekiyorlar. İşin politika yapmadaki zorlu kısmı bu. Birkaç sene önce Avrupa Birliği yeni bir yönetişim sistemi ortaya koydu ve tüm üye ülkelerin ulusal enerji ve iklim planlarını 2020 yılına kadar Avrupa Komisyonu’na sunması kararını aldı. Bu planlar geçtiğimiz sene Ekim ayında Avrupa Birliği komisyonuna gönderildiğinde, çoktan miadını doldurmuşlardı. İki senede çok şey değişti, COVID-19 oldu bir kere. Süreç değişti. Avrupa Birliği’nin yeni uzun vadeli bütçe tartışmalarına bir de iyileşme fonları eklendi. Halihazırda ulusal ölçekte çok hızlı bir şekilde iyileşme fonlarına erişim için bütçe planları yapılıyor. Ülkeler payına düşen iyileşme fonlarının %30’unu iklim alanında, düşük karbonlu adil geçişe harcamak için ayırmak zorunda. Gerisini de iklim ve enerji dönüşümüne ne kadar ayırırsa o kadar iyi. Şu an bizim de hararetle takip ettiğimiz konu ulusal ve yerel ölçekte bu planların ne şekilde yapıldığı.



İskenderun, Türkiye, 2018, Fotoğraf: Kerem Yücel, CAN Europe izniyle



İklim değişikliği hem sosyal bilimler, hem kent çalışan insanlar, hem bilim insanlarının çalıştığı bir konu. Bu araştırmaların yaratıcı alanda çalışan insanlara nasıl aktarabileceğini düşünüyorsunuz? Sizin gözünüzde daha kompakt şehirlerin yaratılması gibi konuların ideal olarak nasıl ilerlemesi gerekirdi?


Sinan Erensü: Şu soruyu sormak öncelikli geliyor bana; daha adil, ekolojik, iklim değişikliğine daha iyi uyum sağlayabilecek şehirler yaratmak nasıl mümkün? Burada eksik olan ne ki tam tersi istikametinde bir şeyler oluyor?


Bunun bir politik ekonomisi var. Merkezi hükümetten gelen bir motivasyonla Türkiye’nin politik ekonomisinin son 10 yılda aldığı kırılmayla gerçekleşen bir takım projeler var. Dolayısıyla kaçınılmaz olan siyasi bir süreç bu. İstanbul’un Kuzey’ine yapılan bu yatırımların Türkiye’nin inşaat merkezli politik ekonomisinden bağımsız düşünmemiz mümkün değil. Git gide otoriterleşen bir devletin bütün kentsel karar alma süreçlerini merkeze bağlaması, hatta orada küçük bir çemberin içine bir insanın sözüne bağlanmasından ayrı düşünemiyorsun. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak çok siyasi bir süreçten bahsediyoruz. Ama günün sonunda uzmanlığa, tasarım bilgisine ihtiyacımız var. Daha akıllı tasarımlara, daha bilimsel süreçlerin işletilmesine ihtiyacımız var ama bu da tek başına yeterli değil. Ne kadar yeşil, bilimsel olarak doğru, tasarımı şık ve akıcı olursa olsun uygulanacak projelerde insanların katılımı olmadan işletilen süreçlerin sonunda bu yatırımlar başarısızlığa mahkum olabiliyor. Dolayısıyla daha adil, daha ekolojik bir Türkiye’de, bu politik-ekonomik süreçlerin başka bir yere evrildiği bir noktada tasarımın aslında tabandan gelen taleplerle birlikte şekillenmesinin yollarını açmaya çalışmalıyız diye düşünüyorum. Bu illaki birkaç tane kent mücadelesi ve çevre örgütüyle iş yapmakla sınırlı da olmamalı. Bu süreçlerin halkın katılımına, sahiplenmesine mümkün olduğunca açabilmeliyiz. Ancak o zaman hem tasarım, hem mimari, hem de kentsel ve bölgesel planlama pratiği daha ayakları yere basan, daha kendine güvenli bir şekilde bu meselelere temas edecektir. Çünkü daha ekolojik bir şehir yaratmanın da bir bedeli var elbette. Bu bedeli de bir grup insan ödeyecek, ödeyeceğiz. Ya da yine birçok süreçte olduğu gibi daha dezavantajlı grupların üzerine yıkacağız. Yani iklim değişikliğiyle çok iyi mücadele edebilen, fosil yakıtlardan hemen çıkan bir dünya bunun bedelini ödemek zorunda. Bu geçiş bir gecede yapılabilecek ya da hiçbir bedel ödenmeden sıyrılabileceğimiz bir geçiş değil. Dolayısıyla bedeli toplum ödeyecekse, bunun süreçlerinde de pay sahibi olmalı. Aslında bunun en güzel örneği COVID-19 salgını. Bu süreçte kapanmanın büyük bir bedeli var ve bu bedeli hepimiz ortak ödemiyoruz. Bazı insanlar çok daha ağır ödüyor. İklim krizinden çıkışın da büyük bir bedeli olacak, bu kez bu bedeli hep birlikte ödememiz lazım. Yoksa tasarım da, kentsel planlama da, mimari de bu süreçte sınıfta kalır ve suçu üstlenmek zorunda bırakılır. Ekolojik dönüşüm projeleri birden toplumsal, kentsel krizlere evriliverir.



Vatandaş katılımını da düşünürsek bilgilerin anlaşılabilir ve yayılabilir olmasında, tasarımcıların da bir arayüz oluşturmak için katkıları olacaktır.


Elif Gündüzyeli: İklim krizini tercüme etmek işin önemli bir kısmı. İklim değişikliği çok sofistike bir bilim konusuyken bunu hayatımızın en önemli unsuru olarak göz önüne getirmek baya zor. Bu tercümeden kasıt, insanların konuyu anlamasını sağlamanın ötesinde bunu önceliklendirmesi ve bilim alanı olarak görmekten çıkarıp hayatları üzerindeki önemli bir etmen haline getirebilmesi. İklim için kötü olan yatırımların, yapıların, havaalanı genişlemelerinin, yeni termik santrallerin aynı zamanda yerel halk ve biyoçeşitlilik üzerinde ciddi olumsuz etkileri oluyor. Bu yatırımların doğrudan yereldeki etkilerini nasıl iklim değişikliği gibi uluslararası seviyede konuşulan bir yere çıkartabiliriz ki bu projelerin hem yerel, hem de küresel etkileri gözle görünür olsun?

Yereldeki insanlar yerlerinden edilirken, hava kaliteleri bozulurken, su kaynakları kirlenirken protestolarında kendi günlük yaşamlarına etkilerinden söz ediyorlar. Aynı projelerin etkileri ortak payda olduğunda bir yandan iklim krizinin geldiği noktayı ve bunun da herkesin hayatını ne şekilde doğrudan etkilediğini söylediğimizde konu bir anda anlaşılır hale geliyor. İnsanlar tarım aktivitelerinin nasıl doğrudan etkilendiğini gözlemlediklerini düşünüp bunu konuşuyorlar. Daha yapıcı bir ilişki kurulmaya başlıyor. İklim değişikliği ve onu tetikleyen yüksek emisyonlu ticari faaliyetleri vatandaşların üzerine yüklenen bedeller çerçevesinde anlatmak konuyu daha benimsenebilir hale getiriyor. Avrupa Birliği ölçeğinde şu sıralar sürekli bir dönüşüm, karbonsuzlaşmaya geçiş çabası gündemde. Şimdiye kadar bu meseleyle ilgili ön plana çıkan iş alanlarının ötesinde başka sektörler devreye giriyor. Örneğin Avrupa Birliği’nin çalkalandığı konu; binalarda enerji verimliliğini yüksek ölçekte arttırmak, “renovasyon dalgası” diye geçiyor. Aralarında farklı dinamikler olan, renovasyon dalgasından etkilenecek ve onun gidişatını etkileyecek bir çok farklı aktör var. Tasarımcılar, mimarlar, inşaatçılar bir taraf. Bir de buralarda yaşayan insanlar var ve onlar için enerji verimliliğinin getireceği birtakım iyilikler ve iklim politikalarının getireceği olası kötülükler gibi bambaşka değişkenler var. Konuyu adil dönüşüm çerçevesine nasıl oturtabiliriz ki hem emisyonları keselim, hem insanların faturaları azalsın, refah seviyesi artsın gibi bambaşka bir tartışma da bu işin bir parçası.



Solda: Mekanda Adalet Derneği havza çalışması için çekilmiştir,

Baklalı, İstanbul, Fotoğraf: Ekin Çekiç

Sağda: Mekanda Adalet Derneği havza çalışması için çekilmiştir,

Yeniköy, İstanbul, Fotoğraf: Ekin Çekiç



Belçika genelinde pasif yapılar dışında yeni yapı inşa etmek yasaklandı diye duymuştum.


Elif Gündüzyeli: Evet, Türkiye’de hala zorunlu hale henüz gelmedi binalarda enerji kimliği. Burada zorunlu. Pasif enerjili binalar ciddi anlamda artmaya başladı Brüksel’de, Belçika seviyesinde detaylı bir bilgim yok. Bu tip projeler arttıkça insanların erişebileceği bir seviyeye geldi. Sadece yüksek gelirli insanların yaşadığı yerler değil, orta ve dar gelirli insanların da konforlu olabileceği daireler, toplu konutlar da aynı şekilde yapılmaya başlandı.


Brüksel aynı zamanda Avrupa çapında en fazla eski binanın olduğu şehirlerden bir tanesi. Mevcut apartman, bina stoku çok eski. Emisyon seviyesi nedir, nereden başlanır, ışığı daha iyi alması, enerjiyi daha verimli kullanması gibi düşük enerjili yaşam nasıl nasıl optimum hale getirilir gibi kaygıların hiçbiri bu binalar yüzyıllarca önce tasarlanırken dikkate alınmamış, alındıysa bile tasarlandığı zamandan bu zamana iklimi, yaşam biçimi ihtiyaçları ve çevreye uyum kriterleri de değişmiş büyük bir stok var. Şu anki gündem de; bu dönüşümü geçirirken aynı zamanda nasıl nitelikli istihdamı artırabiliriz ?

Avrupa Birliği’nin yeni emisyon azaltım hedefi 1990 değerlerine göre %40 daha az sera gazı çıkarmayı öngörüyordu. 2020 yılına kadar AB, 2030’da 1990’da ürettiğimizin %40 altına ineceğiz derken, birkaç ay önce tüm üye ülkeler tarafından bu hedefin %55’e çıkarılmasına karar verdi. Sivil Toplum Kuruluşlarını temsilen biz ise bu hedefin Paris Anlaşması’na uyumlu olması için %65 olmasını gerektiğini söylüyoruz. Bu demek oluyor ki önümüzdeki 10 yıl içerisinde çok ciddi bir emisyon azaltımı ve hem iklim krizine, hem de düşük emisyonlu topluma uyum çabasının olması gerekiyor bu hedefi yakalayabilmek ve tabii iklim krizinin geri döndürülemez hale gelmesini engellemek için. Bu sene içerisinde bina sektöründeki aktörlerin de bu doğrultuda bazı açıklamalarda bulunmasını, bu sektörün aktörlerinin liderlik rolü almasını bekliyoruz. Nasıl bir yol haritası konulacak, nasıl bir istihdam olacak, bunda tasarımcıların rolü ne olacak, dijital tarafın rolü ne olacak, kimdir bu aktörler gibi sorulara yanıtlar bekliyoruz.



Katılımcı tasarım da çok daha fazla gündemimize girmeye başladı. Özellikle iklim değişikliği gibi bir konuda insanların daha bilgili ve tartışmaya da istekli olması gerekiyor. Bu anlamda geleneksel eğitim sistemine ek olarak bu alanda çalışan organizasyon ve inisiyatiflerin bu bilinci yaymada üstlerine düşen görev önemli.


Sinan Erensü: İklim değişikliği aslında çoğunluğun tam hakim olmadığı bir alan. Dolayısıyla kim neye, nasıl katılacak diye düşünüyor insan ister istemez. Belki de tam bu bilmeme hali yüzünden de imkânların açılması lazım. Ben, eğitimli insanlar olarak da iklim değişikliği konusunun ayrıntılarına tam olarak hakim olmadığımızı düşünüyorum. Dolayısıyla kötü taraf bu. İyi taraf, hep birlikte pratik ederek öğrenebiliriz. Bunun yolları var; yerel yönetimler, belediyeler çok daha fazla inisiyatif alıp bu yönde çalışmalar da yapıyor, biliyorum. Onları da teşvik etmek gerek. Bu sadece eğitimde pasif olarak yapılan bir şey değil, bazen de pratikle olan bir şey. Örneğin yeni belediyecilik pratiğiyle de kentin çeperindeki insanlarla birlikte tarım yapmak, oradaki arazilerde birlikte üretimi çeşitli kooperatifler ve belediyeler vasıtasıyla şehrin içine kanalize etmek… Bu İstanbul'da, İzmir’de, Ankara’da yapılan bir pratik halini aldı.


Bu tarz projeleri toplumsallaştırmak aslında tam da belediyelerin yapabileceği bir iş. Burada şunu hatırlatmak lazım, bu mesele dünyada da yerel yönetimler üzerinden yürütülmeye başladı. Çünkü iklim değişikliğiyle mücadelenin birincil ölçekli merkezi iklim zirveleri. Bu zirvelerde ise ulus devletler söz sahibi. İklim değişikliğiyle ilgili müzakereler ulus devletler tarafından yönetiliyor ve orada da bir direnç söz konusu, gerekli adımları o veya bu sebepten atmıyorlar. Bazen kendi yerli fosil şirketlerini korumak için, bazen başka sebepten…


Elif Gündüzyeli: Sivil toplum kuruluşları dışında bu konuda söz sahibi olan paydaşlar da var. Biz de iklim ve enerji gruplarının dışına çıkıp, kendi alanlarında etkili olabilecek -mesela tasarımcıların ve mimarların bu dönüşümde rolü ne olabilir diye bakmaya başladık. Hem zaten aktif olan bir sivil toplum kuruluşu tabanı var, hem de aktive edilebilecek, edilmesi iyi olacak bir taraf var. Bu iletişimi doğru bir biçimde sağlamak bizim yapmaya çalıştığımız işlerden bir tanesi.



Bir yandan da işin kültürel boyutu var. Vatandaşlar olarak yapabileceğimiz değişikliklerden çok bahsediliyor, ama sırf toplumsal değişikliğin yeterliliği de sorgulanmalı. Endüstri ve diğer büyük çaplı etkenler üzerine konuşulmaktan kaçınılıyor gibi.


Sinan Erensü: Ana akım tartışmalar bireylerin alışkanlıklarını değiştirmeye zorluyor. Ve bu aslında tam bir çıkmazı işaret ediyor. Bunun en güzel örneğini yine salgında gördük. Salgında dünyanın karbon salımı %6,7 düştü. Bunu bizim her yıl %7 oranında yapıyor olmamız lazım. 50 yıldır ilk defa böyle bir düşüş başarıldı. Bir yandan alkışlanacak bir hadise, bir yandan da en azından bu şekilde tekrarlanmayacağını bildiğimiz bir etki. Çünkü tüm insanlık nefret etti bundan. Aslında tam da “tüketim alışkanlıklarını değiştirelim”cilerin dediği bir yere geldi. Ne yaptık; evden çıkmadık, hareket etmedik, arabalar kaldı, uçağa binilmedi. Bu kadar uğraşa ve bir salgın tehdidine rağmen ancak bu kadar düşüldü. Ne pahasına; kaybedilen işler, kaybedilen hayatlar, depresyon… Bu sürdürülebilir bir şey değil, önümüzdeki 20 yıl sürdürebilmemiz söz konusu değil.

Tüketim üzerinden değil, fosil yakıtların kullanımı üzerinden iklim değişikliği ile mücadele etmemiz gerekiyor. Daha endüstriyel ve daha makro-ekonomik ölçekte gerçekleşecek bir mesele. Yerel yönetimler düzleminde de kökten çözülemez, ama yapacakları uygulamalarla iklim değişikliğiyle mücadelede ön safta bulunabilirler, meselenin toplumsallaşmasına katkıda bulunabilirler. Yerelde atılacak adımlar çok önemli.



Muğla, Türkiye, 2018, Fotoğraf: Kerem Yücel, CAN Europe izniyle




Çalışmalarınıza baktığımda “enerji demokrasisi” diye bir kavram gördüm, konunun somut modellerinin olmayışından ötürü sadece kavram olarak kalmasından bahsediliyordu.


Sinan Erensü: Evet “enerji demokrasisi” aslında tam da bizim şu an çalıştığımız şey. Enerji gibi yüksek uzmanlık gerektiren ve devlet çıkarları tarafından şekillendirilen bir alanı aslında herkesin konuşabileceği ve bir parçası olabileceği bir alan haline getirmek. Bu sadece eğitimle değil, iyi uygulamayla da olan bir şey. Bu iyi uygulamalar Almanya da Danimarka’da var. Yenilenebilir kaynaklar bakımından çok zengin olmamasına rağmen son 15-20 yılda yaptığı yatırımlarla dünyanın en önemli ülkelerinden biri haline geldi ve bunu dünyanın büyük bir endüstriyel kentiyken, yani çok fazla enerjiye ihtiyacı varken yapabildi. Dönüşüm, yani güneş panellerinin ve rüzgar santrallerinin artması aslında büyük devlet yatırımlarıyla veya büyük sermaye yatırımlarıyla da olmadı. Tam tersine yurttaş girişimleri sayesinde oldu. Özellikle kırsalda yurttaşlar bir araya geldi, belediyelerin de katkılarıyla yüzlerce, binlerce küçük çaplı yenilenebilir enerji santralleri kurdular. Tabi bunu imkânlı kılan hukuki bir altyapı da söz konusu Almanya’da. Dolayısıyla bunu imkânlı kılarsanız, insanları teşvik ederseniz böyle bir dönüşümün öncüsü olmak çok da güç değil. Bunun çok da getirisi var; bir yandan enerjiyi, bir yandan dönüşümü büyük sermayenin elinden alıp yurttaşlara dağıtmış oluyorsunuz. Bunun kazancı da onlar arasında paylaşılıyor. Bölgesel bir kırsal kalkınmanın da önünü açıyor. Bu tam Türkiye’nin de ihtiyacı olan bir şey.


Yenilenebilir enerji kooperatifleri Türkiye’de 3-4 yıl önce tanımlandı, ama 2 yıl önce Cumhurbaşkanlığı’nın kararnamesiyle de imkanları kırpıldı. Dolayısıyla böyle bir hukuki altyapıyı tam açacakken ekonomik kriz sonucu, muhtemelen enerji şirketlerinin de sıkıştırması neticesinde bu alandan geri adım atıldı.


Almanya’da enerji üreten yurttaş inisiyatifilerin temeline baktığımızda, aslında çevre adaleti talebiyle kesiştiğini görüyoruz. Almanya’da bu hareketi, nükleer karşıtı ekibin başlattığını gözlemliyoruz. Dolayısıyla bir “çevre adaleti” talebi ve oradan yükselen kırsal aktivizm görüyoruz. Bu aslında dünyanın birçok farklı yerindeki örneklerden biri.


Elif Gündüzyeli: Bu konunun vergilerle ve teşviklerle desteklenmesi gerekiyor. Vatandaşın tek başına hiçbir regülasyon olmadan, hiçbir yasa tarafından desteklemeden ya da finansal destek olmadan bunu başarması mümkün değil.


Enerji demokrasisi deyince enerji nerede üretiliyor ve enerjiye kim, nasıl ulaşıyor sorularını masaya yatırmak gerekir. Örneğin biz yeşil enerjiye geçilsin ve insanlar evlerine ısı pompası koyarak verimliliklerini arttırsınlar diyoruz. Peki kim bu ısı pompasını koyma gelirine sahip? Bu durum, mevcut eşitsizlikleri daha da eşitsiz hale getirebilecek bir risk alanı açıyor. Bu anlamda, enerji planlamaları yapılırken ve politikaları belirlenirken katılımcı, şeffaf yönetişim mekanizmaları kurmak önemli. Vatandaşların karar alma mekanizmalarında rol oynamalarının daha çok gündeme gelmesi tabi ki bir fırsat. İşin esası, tüketim konusunda sorumluluk yurttaşa verilmeye çalışırken üretim konusunda sorumluluğa da yeterli bilgiye de sahip değil yurttaş, bu alanın verilmesi gerekiyor. Örneğin Türkiye’de bir takım elektrik iletim şirketleri enerjiyi üretip dağıtımını sağlıyorlar. Bizim yurttaş olarak şebekeyi seçme, dolayısıyla hangi tür enerji kaynağının kullanıldığı konusunda bir söz söyleme hakkımız yok. Şu an enerji sistemi çok ağır. Her yerde büyük elektrik santralleri kurulmuş vaziyette, dağıtımda ciddi ölçekte kayıplar-zararlar oluyor. Kullanımı optimum seviyede sağlamak için öncelikle elektriği tükettiğimiz yerde üretebilmek gerekiyor. Enerji kooperatiflerinin sağladığı başka bir güzellik de bu. Bu sayede yurttaş ürettiği gibi harcadığı enerji konusunda da farkındalık kazanabilir günlük hayatındaki faaliyetlerini buna göre şekillendirme şansına sahip olabilir.


İnsanların iklim değişikliğinden ne kadar, ne şekilde zarar göreceklerini bilmek hakları olduğu gibi, termik santral yanında yaşayan insanların da bu enerjinin ne kadarını kendilerinin kullandığını, ya da kendi tükettikleri enerjinin nereden geldiğini bilmeye hakkı var.



Mekanda Adalet Derneği havza çalışması için çekilmiştir, Yarımburgaz, İstanbul, Fotoğraf: Ekin Çekiç


Comments


bottom of page