top of page
Sami Kısaoğlu

İmgelerin kaleidoskobundan yansıyan anlar: Deniz Gül ve Lale Müldür’ün anlatılarına dair

İmgeyi ters düz eden, tepetaklak olduğu kadar onu alabildiğine düz bir zemine seren, şiirlerinde ya da görsel üretimlerinde onu yeniden tanımlayan ve kimi vakit amorf bir suret kazandıran iki farklı kuşaktan iki sanatçı; Deniz Gül ve Lale Müldür'ün sergileri 22 Eylül 2020’den itibaren Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi'nde

Hazırlayan: Sami Kısaoğlu


Lale Müldür ve Yapı Kredi Kültür Sanat'ın izniyle



Geçmişi yüzyıllar öncesine uzanan imge sözcüğünü tanımlarken John Berger, “imge ilk kez ortaya çıktığı yerden ve zamandan birkaç dakika ya da birkaç yüzyıl için kopmuş ve saklanmış bir görünüm ya da görünümler düzenidir. İmgeler başlangıçta orada bulunmayan şeyleri gözde canlandırmak amacıyla yapılmıştır” şeklinde yazar. Berger bu çok bilinmezli sözcüğe dair her ne kadar alabildiğine billur bir okuma getirmiş olsa da sanatsal bağlamda yaratının temel çıkış noktalarından biri olan bu sözcüğün kökeninde ölüm olduğunu biliyoruz. Eski Roma'daki ölü maskelerine verilen isimdi aslında imago sözcüğü. Latince “görünür kılmak” anlamına da gelen imago “14. yüzyılın başında ‘bir aynada yansımak’ anlamındaydı ve aynı yüzyılın sonunda İngilizcedeki yerini çoktan almıştı. Jean Paul Sartre, İmgelem isimli eserinde Batı’da 18. yüzyıldan beri imge sözcüğünün tartışılmakta olduğunu belirtmiş olsa da Rönesans dönemi İngiliz düşünürü Francis Bacon’ın da bu sözcüğe bir selam gönderdiğini biliyoruz. Batı düşünce tarihinde ne sanat disiplinleri bağlamında ne de zaman dizinsel süreçte hiçbir zaman kesin sınırları olmayan bir sözcük imge. Resimden sinemaya, şiirden dansa neredeyse tüm sanat dallarında karşımıza çıkmakla birlikte alegori, sembol ve daha birçok terim yerine kullanıldı ve kullanılmakta. Felsefenin yanı sıra beşerî bilimlerin neredeyse tüm alanlarında kendisine yer bulan imge sözcüğünün Türkçe sözlüklerdeki serüveni ise 1940’lı yıllarda başlıyor. Tarihsel kökeni yüzyıllar öncesine uzanan birçok kavram ya da sözcükte olduğu gibi sadece Türkçede değil Batı dillerinde de her daim muhtelif yorumlara açık olan imge sözcüğü bizim memlekette belki de en çok görsel sanatlar ve şiir alanlarında kendine yer buldu.


İmgeyi ters düz eden, tepetaklak olduğu kadar onu alabildiğine düz bir zemine seren, şiirlerinde ya da görsel üretimlerinde onu yeniden tanımlayan ve kimi vakit amorf bir suret kazandıran iki farklı kuşaktan, iki sanatçının sergileri ise 2020 sonbaharı boyunca Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi'nde ziyaretçilerini bekliyor.


YKKS 22 Eylül-31 Ekim 2020 tarihleri arasında imgeleri görsel ve yazınsal bağlamda sanat pratiklerinin ayrılmaz birer parçası kılan Deniz Gül ve Lale Müldür’ün kişisel sergilerine ev sahipliği yapıyor. Küratörlüğünü Yapı Kredi Kültür Sanat Sergiler Direktörü Kevser Güler’in üstlendiği sergilerin çıkış noktasında Güler’in iki sanatçının üretimleri arasında sezinlediği gizli bir bağ ve ortak bir duyarlılık yatıyor. Meydan ve Milat isimlerini taşıyan sergiler; dil, anlatı, imge ve imgesellik ile işlerinde farklı bağlamlarda ilgilenen iki sanatçının görme ve düşünme biçimlerini huzurlara getiriyor. Sonbahar döneminde içinden geçmekte olduğumuz küresel salgının seyrine göre fiziksel mekânda ya da çevirim içi platformlarda performatif okumalar, başka konuşmacıların, sanatçıların, şairlerin, yazarların davet edileceği buluşmalar ve gösterimleri de beraberinde getirebilecek olan sergilerin hikâyesini ve daha fazlasını Kevser Güler, Lale Müldür ve Deniz Gül’den dinledik…


Lale Müldür ve Yapı Kredi Kültür Sanat'ın izniyle



Sami Kısaoğlu: Serginin geri planındaki düşünce pratikleri ve çıkış noktaları üzerine konuşabilir miyiz?

Kevser Güler: Yola çıkarken, öncelikle Lale Müldür’ün ve Deniz Gül’ün kendi üretimleri çerçevesinde söz ve imgenin, jest ve yazının hareketine bakmayı istedim. Bu iki üretime ayrı ayrı yaklaştığım bu dönemde, aralarındaki olası bağlar, yakınlıklar ve uzaklıklar dikkatimi çekti. Lale’nin ve Deniz’in metinlerinde, akışa, suya, sızmaya, taşmaya, yola, yolculuğa dair ilgiyi okumak; söyleyişlerle dönüşen seslerini, sözcüklerini, dilde çatlaklar oluşturan kullanımlarını görebilmek; hem yazılarında hem görsel çalışmalarında iki sanatçının da boşlukla ilgilenme biçimlerini fark etmek ve yapıtlarında sözün, dilin, imgenin, formun içinde belirdiği bu boşluğa gösterdikleri ihtimamı görmek aralarındaki olası sezgisel bağın olanaklarına duyduğum inancı arttırdı.


SK: Her iki sanatçının üretiminde farklı bağlamlarda paralellikler olduğu kadar ayrışmalar, benzemezlikler de söz konusu doğal olarak. Biraz bu kısım üzerine konuşabilir miyiz?

KG: Deniz ve Lale’nin üretiminde, birbirlerinden uzak düşen seçimler oldukça belirgin. Bu uzaklığın kendisinin açabileceği aralığın olanaklarının neler olabileceğine bakmayı da özellikle ilginç buldum. Örneğin Lale’nin hem şiirlerinde hem resimlerinde figür öne çıkıyor, çoğunlukla dostları olan figürler. Dostlarına, yakınlarına ithafla başlayan, ya da Lale’nin yakınlık kurduğu –bazen Mona Lisa gibi zaman ve mekan ötesi bir yakınlık bu– kişilere –bazen de kişileri– yazdığı şiirleri de az değildir, bilirsiniz. Lale resimlerinde de yine yakınlarına, dostlarına bakıyor sıklıkla. Dolayısıyla Lale’nin şiirini okuduğunuzda, resmini gördüğünüzde Lale’nin bir arada olduğu varlıklara dair de bir imge beliriyor zihninizde. Bu dostlar çoğunlukla insanlar, ama bazen de kediler gibi hayvanlar veya kaktüs gibi, sukulent gibi bitkiler... Ve tabi otoportrelerinde kendisi...

Deniz’in ise, metinlerinde, sözünde, dilin hareketinde doğan, sezilen kişileşmeler, heykel veya yerleştirmelerinde neredeyse hiçbir zaman bir figür olarak görselleşmiyorlar. Bu kişilerin, bu eyleyişlerin, temas ettikleri maddi dünya, fiziksel var oluş onlardan sıyrılmış bir yeğinlik olarak mekanda var oluyor. Deniz’in yapıtlarında yazı, yazanın kim/ne olduğuna, yazılan yüzeyin kim/ne olduğuna dair bir ilgiyle birlikte beliriyor diye düşünüyorum. Kitaplarında kağıt üstüne basılmış harflerle okuduğumuz yazısı, duyduğumuz sözü, bedene yazılan fiziksel, toplumsal başka yazılara kuvvetli bir biçimde bağlı, kuvvetlice o yazıları da çağırıyor.. Yazı bir yüzey fikrine dair ve bu yüzey yazıdan taşan bir yüzey; hazzın, şiddetin, temasın, zamanın, imgenin belirdiği yüzey.


Kolektif olanla, birlikte var olanla, birikenle, tortulaşanla ilişki kurma yollarında başka olanaklardan bahsedebileceğimizi düşünüyorum.


SK: Sanatçıların düşünme, görme ve üretim biçimlerine dair konuşacak olursak ilk olarak zihninizin katmanlarında hangi sözcükler canlanır?

KG: Bu sorunun cevabı birlikte çalışma sürecimizin başka anlarında bambaşka olurdu. Bugün daha çok şöyle düşünüyorum. Tarihsel, toplumsal, bireysel, kolektif, maddi, manevi bin yazıyla yazılı dünyanın katmanlarında, Lale kişilerle geziniyor, kişileri resmediyor, portreler yapıyor. Var oluşu kat etmenin biricik bir yolu olarak bir insana, bir yaşama, odaklanıp resmediyor. Deniz heykel ve yerleştirmelerinde, nesneleri, malzemeleri, mekanı ele alıyor, onlarda yazana bakmayı, cisimselliğin yoğunluklarını, etkileşimlerini, dönüşümlerini duymayı öneriyor. Belki bir figürün nasıl bir cisim olabileceğini, bir heykelin nasıl eylem imkanları yüklenen bir figür olabileceğini düşünmeye davet eden bir aralık doğuyor burada. Figürün kaygan, dönüşen bir yüzey olarak, yüzeyde ve yüzey için var olduğu bir aralık belki. Bu aralık, sözcüğün akışıyla, izlekleriyle, orada görünen ve görünmeyenle ilişkilenmenin, çeşitli mevcut olma tarzlarıyla temas etmenin yolunu da açıyor.


Belki şunu da ekleyebilirim, hem Lale’yle hem Deniz’le ettiğimiz sohbetlerde, bugün ikisi de kendi üretimlerine baktıkları bir dönemden geçtiklerini paylaştılar. Lale resme yoğunlaştığı bir dönemde. Deniz nesneyle kurduğu ilişkiye bakıyor.


SK: Sergilerin yerleşimi ve binaya yayılımı üzerine konuşabilir miyiz?

KG: Sergiler iki ayrı katta izleyici ile buluşuyor. Yapı Kredi Kültür Sanat’ın Beyoğlu’nda bulunan binasının ikinci katına Meydan’da Deniz Gül’ün yapıtları yerleşiyor, üçüncü katına ise Milat ile Lale Müldür’ün. İki serginin iki ayrı kataloğu olacak.



Solda: Deniz Gül, KK, 2013, Demir köşebentten iskele, kurşun atılmış kurşun geçirmez camlar, el yapımı dantel örgü, yeşil çuha kumaşı, toplanmış gazete kağıtları, 285 x 420 x 320 cm, “B.İ.M.A.B.K.R.” Galeri Manâ,

Fotoğraf: Korhan Karaoysal

Sağda: Apartman, 2013, Altın yaldız cam yazısı , 7’li set, Değişik ölçülerde , “B.İ.M.A.B.K.R.” Galeri Manâ, Fotoğraf: Korhan Karaoysal



SK: Deniz, benzer bir patika üzerinden ilerleyerek Meydan serginizin düşünsel anlatılarına dair bir soru yöneltmek isterim. Sizin için Meydan ne ifade ediyor? Şimdiye kadar olan sanat üretiminize bütünlüklü bir bakış getirip, bu perspektif üzerinden okuyacak olursak sizce yeni serginiz nerede duruyor?

Deniz Gül: 5 Kişilik Bufet’in kasa, hapishane, tabut gibi simgesel temsillerinden, B.İ.M.A.B.K.R.’nin KK, Vitrin gibi otoriter, dikey heykellerinden, Loyelow’a geldikçe yataylaşan manzaraya… Meydan’da uçuculaşan, her yere dağılarak mekânı açan bir tavır söz konusu. Soyut, çevreleyen çevre, kişiyi çıplaklaştıran bir eylem. Aynı zamanda, 5 Kişilik Bufet’in ağır, ağdalı dilinden ve akabinde gelen arketiplerden (Beyaz İlmekli Manyel, Albay Bicol, Kornatlı Raziye) özgürleşme, kendini araştırma… “Şey” artık kendini bulurken bir anlatıya sıkışmıyor. Bu sergi benim beraberinde kitap servis etmediğim bir ilk. Meydan’ın bir anlatısı, karşılığı (correspondence), imleyişi (kendinden başka) yok. Henüz sokaklarda kendini arayan Loyelow (öznesi sadece ona çarpan bakışla belirlenen); ve karakter, imge, arketip olarak kurgulanan Beyaz İlmekli Manyel, Albay Bicol ve Kornatlı Raziye’den sonra 5 Kişilik Bufet’in beşinci kişisi olan kimdi? Benim de o dolaptan çıkmam, yüzeyde belirmem: Eylem böyle bir eylem. Çevreleyen ağızdan sıyrılıp meydana açılan, meydanı açan sese odaklı. Bir sessizlik kesinlikle, daha boşluklu. Aynı zamanda sergiye eşlik eden, yazdığım bir anlatının/metnin olmaması da bunun bir parçası. Bu hissi güçlendirmek için ortaya koyduğum izlekler, bakışmalar, karşılaşmalar… Şu soruları soruyorum kendime, bu parçalar yüzeyde belirirken (beliriş), ne kayboluyor? Parçaların eksikliği (işlevin ve kullanışın bertaraf edilişi), yüzeyde belirişi ve hatta nesneden kayboluş, aradığım. Nesnenin nesne oluşunda -bu, yıllardır dile getire getire “kullanılışını” yıprattığım bir mevzu- kaybedişi, aradığım. Kavramın kavram oluşunda kavramı kaybedişi aynı zamanda. Bir erozyon, bir elek. Metinde yıllarca araştırdığım akışkan yapı da buydu. Lafın laflığı, sesin sesliği, sözün sözlüğü. İşlevini, tanımını, imgesini kaybettikçe -onu kullanan ağızların çokluğu, bakışın çokluğuyla açılan potansiyel neydi? Bir nevi, malzemenin zamanla, mekânla, bir başka malzemeyle buluşuşu pek tabii ki izleyicisiyle, üreticisiyle, küratörüyle de… Sergi için tasarladığımız kitapta Kerem Ozan Bayraktar’ın bu ontolojik okumaya dair sunduğu metin paydaşlığa bakıyor keza. Meydan’da beliren yüzeyler, parçalar, fragmanlar, boşlukta, kendiliklerinde, hiçbir şey için orada değiller. Bu bir dizilim; hem uzaktan bakıldığında beliren, aynı zamanda içindeyken, göbeğinde beliren. Wittgenstein’ın söylediği gibi, kişinin kendi halinde, gündelik aktivitesi içinde izlenirken vasat gelen, başka bir bakışla izlediğinde süblim bir şekilde beliriverir. Kişinin kendini boşlukta bulması bana sorarsan bu bakışı geliştiren yegâne şey.


Bu anlamda sorunuza gelirsek, yazıdan nesneye varan eylemin aksine yöneldiğim bir dönemdeyim. Bu Loyelow’dan (2016) sonra oldu. Nesneden yazıya dönelim; varalım, nesnenin yazılışını okuyalım… Bugüne dek yazı-nesne birlikteliği, 5 Kişilik Bufet’le başlayan B.İ.M.A.B.K.R. ve Loyelow’la süregiden nesne-metin okuması, kavramsal imleyişin ötesine taşan ve referans kayıtlarını kendinde tutmayan ancak düşünsel sürecini nesne oluşa aktaran bu durum, şimdi şuraya evriliyor: Nesnenin nesne oluşuyla değil, nesnenin nesne olmayışıyla ilgileniyorum. Peki ya yazı? Bunu şöyle açalım: Artık orta boşlukta beliren hacimsel nesnelerle karşılaşmıyoruz. Duvarın yüzeyinde, uzamla ilişkisi nesnenin tekilliğinden gayrı, bir negatif alan olarak meydanı açan parçalarla karşılaşıyoruz. Yüzeyle ilişkiye odaklanan. Buradaki karşılaşma, duvarda yazıyla karşılaşma kadar direkt ve sokakta; çıplak, politik bir karşılaşma. Derya Bayraktaroğlu’nun sergi kitabına yazdığı metni heyecanla buradan duyurmak istiyorum. Yazı yüzeydedir.


SK: Deniz, Arapça daftar yani "yazı tableti" sözcüğünden dilimize gelen ve Eski Yunanca diphthéra ilk anlamı ile tabaklanmış deri, ikinci anlamı ile ise yazı tableti olarak kullanılan kesilip perdahlanmış deri tabakası anlamına gelen defter sözcüğünün sizin sanatsal üretiminizin içinde ayrıcalıklı yeri ver. Öte yandan sanatınızı tanımlarken seçtiğiniz sözcükler arasında dikkatimi çeken anahtar sözcüklerden biri de kazı. Buradan hareketle defterler ile olan ilişkinizi ve kazı sözcüğünün kişisel arkeolojinizin içindeki yerini anlatır mısınız?

DG: Bahsi geçen kazma eylemi her seferinde kazıdıkça beliren bir yüzey. Bu defteri soruşuna da bağlanıyor. Defter hep bir yüzey; sayfa, gününü kazıdığın, derinliklerinden duyduğun düşünceleri kazıdığın -aktardığın- bir yüzey. Bir tasarı değil, fakat bir oluş. Evet, bir beliren. İmleyen aynı zamanda. Belki burada beliriş ile imleyiş arasındaki ilişkiye bakarken kayboluşa bakmalı. Öyle meyilliyiz ki pozitif alana bakmaya. Şeyde belirmeyen, görünmeyen, oysa onun vücuduna girmiş bu spirit denen şey… Şeyin aurası, affect’i… Bakın bu çok geçici, çok tanımlanmamış, yakalanamayan. İşte bu his hafiflik arz etse ne hoş olur! Bu sergiyi, son on yıllık üretimin külliyatından bir miktar da ayrıştıran bu olsa gerek. Çok sıkıldım ağırlıktan, mücadelesini verdiğimiz meydanlardan. Meydanda görünmek değil, meydanı oluşturan yapıda belirmek, bir meydan arz etmek, bir meydan çevrelemek… Köşeyi, sokağı, duvarı. İç kalmadı, iç-dışın sınırlarında dolaşırdım nesnelerde bahsettiğim erozyonu yakalamak için… Vardığım yerde yüzeyin içi, dışı yok. Buluşuşa odaklanan (zeminle duvarın buluşuşu, cepheyle duvarın buluşuşu, nesneyle duvarın buluşuşu) bir bakış var. 5 Kişilik Bufet’te klostrofobi ve agorafobi arasında oluşan sürtünmenin bükülmezliğiyle ilgilenmeyen, izlerle -defter anolojinizde imlediğiniz gibi- tende/deride beliren işaretler (yazı) ile ilgilenen bir düşünceyi araştırıyorum. Ve meselem dil ile. Şunu da söylemek mümkün, 5 Kişilik Bufet - tam anlamıyla, çılgının, kuirin, bastırılmışın, çığlığın, kokuşun, sürülmenin bir dışavurumu - HAYIR, asla dışavurumu değil, COMING OUT’uydu (dışa çıkışıydı). Aktif bir eylemdi. Bu yüzden nesne oluştu. Dilden, ağızdan kopup gelmek isteyen, arketiplerinden arınmak isteyen ancak bu çevrede kendi olarak nasıl belireceğini bilmeyen çocukların derdi var. Kendini var etmek, kendini yok etmektir. Beliriş, kayboluştur. Bugün şeylerin erozyonun belirginleştiği, sınırların tanınmaz hale geldiği bir dönemde, ölüm politikalarının dallanıp budaklanıp başlı başına kürsü haline geldiği, meydan muharebelerinde kimliğe ve kemikleşmiş (ihtiyarlamış) anlatı bir hafızanın hayaletlerini çığırtan/çağıran tellallara kulak tıkamak/asmak yerine, ilgimizi neye yöneltebiliriz? Bellekle ilişkim 5 Kişilik Bufet’ten bugüne, kazdıkça yüzeyi gördüğüm bir bakışa evrildi.


SK: Yazı ve sözcükler çevresinde gelişen eylemler ya da ona referans veren her türlü üretim, bazen şiir ya da düz yazı sanatınızı ifade ederken kullandığınız araçlar arasında. Peki yazıya böylesine yoğun bir ilgi duyan birisi olarak, sizde iz bırakan ilk metni, ilk sözcüğü hatırlıyor musunuz? Ya da geniş anlamı ile sizde iz bırakan metinlerden bazılarını seçmek isterseniz hangileri olurdu? Ve elbette üretiminize nasıl yansıdı?

DG: Hiç böyle bir soruyla karşılaşmamıştım. Sorunuz beni düşündürdü. Sanırım ilk geniş çapta etkileniş Sefiller’i (Victor Hugo) okuduğumda olmuştu. Sürekli yer değiştiren bir bakış, tanıyış, beliriş. Düşününce, ben amansız bir romantiğim! “Soyut dışavurumcuyum” demişti Agnes Martin bir röportajında, bu benim çok hoşuma giden bir ilham, döneminin özellikle rijit erkek minimalistleriyle karşılaştırıldığında. Martin’i, Georgia O'Keeffe ile birlikte düşünmek örneğin… Harika! Bahsi geçen tekil ilhamlar ve kaynaklar, spot etmek ve trendler yakalamak için yetersiz. Daha geniş zamanda derlenen bir şeyden bahsediyoruz. (Walter) Benjamin’in, kütüphanesindeki bir araya gelişi okuduğu harika bir metni vardır, Illimunations kitabında. Bir araya geliş… Bu fragmanlar, parçalar için olduğu kadar, zamansal bir araya geliş için de geçerli. Loosing My Religion’unu (REM) dinlediğimde ve klibini ilk seyrettiğimde bir şey idrak etmiş, bir hisleniş yaşamıştım elbette. Şimdi bu şarkıyı dinleyip başka bir kavrayış, duyuş yakalıyorum. Klibe baktığımda başka şeyler kapımı çalıyor. Bu nostalji değil. Bu hayat dolu bir şey. Böyle, fikslenemeyen eserler… Ben biraz da insanın yakalanamayacağını düşünenlerden ve dijital çağın despotik distopyasına -panik atağa kapılmıyorsam- karşı eski bir sözcük olan umudu yeğleyenlerdenim. İnsan yakalanamayacak bir beyin evriminde evet ve beyin aynı zamanda çeşitli sinapslerle duygunun işlendiği dahiyane bir yer. Bu anlamda haklısın, sözcükler çok önemli. Hangi sözcükleri tercih ettiğimiz! Buna takılıyorum, buna bozuluyorum. Birisiyle konuşurken, nasıl konuştuğuna tav oluyorum; hangi sözcükleri cümlenin, paragrafın neresinde, nasıl kullandığına… Bu sözcüğü incelikli seçmek değil, sözcüğün ağızda belirişi aynı zamanda. Tercihi asla aklın hizmetine sunmuyorum. Bundan kaçınmak gerek. Tercih, her şeyin, her şeyle buluşuşudur bana kalırsa. Diyeceğim o, hafızamda iz bırakan metinlerden biri Calvino’nun Bir Miyobun Serüveni’ydi. Çocukluğumda okumuştum. Yıllar sonra bu sene, karantina dönemi yazdığım bir kitapta (Aramızda Hayat Var), şeffaflık üzerine düşünürken belirdi. Hiç dönüp bakmamıştım. Aklımda kalan gözleri bulanık gören bir adamın gözlük takınca yaşadığı netliğe dair bir deneyimdi. Niçin o hikâyeden böylesine etkilendiğimi hatırlamıyordum. Dönüp metne baktım. Bu acayip bir metindi, çocuk halimle kim bilir ne anlamış, yıllarca ne biriktirmiştim. Her şey apaçık oldu. Kitaba dahil ettim. Hafızanın yüzeyde belirişi böyle bir şey. İlhamları ya da çağrışımları bir yere kilitleyen, sabitleyen bir yanım yok. Onlar gerektiğinde, bir ses, bir çağrı olarak gerçekten de beliriyorlar! Hatırlamıyorum zaten çoğu zaman, unutuyorum.


SK: Sanat tarihi boyunca William Blake’in, Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Düşü için yaptığı çalışmalar ya da Salvador Dalí’nin Alice’in Harikalar Diyarındaki Maceraları’ndan ilhamla ürettiği bir dizi çizim gibi edebiyattan yola çıkarak üretilmiş birçok eser söz konusu. Peki sizce 21. yüzyılın ilk çeyreğine yaklaştığımız şu dönemde edebiyat, güncel sanatın neresinde? Dünyadaki ya da Türkiye'deki çağdaş sanat üretimi merceğinden bakacak olursanız edebiyat ve çağdaş sanat ilişkisine dair neler söylemek isterseniz? Bir yanı ile de kendi üretim pratikleriniz bağlamında elbette.

DG: Buna dair çok yakın zamanda bir davet aldım. M HKA’nın BookLovers projesi. David Maroto ve Joanna Zielińska tarafından derlenen, sanatçı romanları kütüphanesi. Böyle bir seçkide yer almak gerçekten beni acayip mutlu ediyor, Türkiye’de bu ilişkiye bakan bağlam bulmak güç; konu kişisel okumalara, deneysel araştırmalara muktedir. Tiyatro ve sinema, edebiyat ve görsel sanatların kesişiminde format açısından bilindik -gerek endüstriyel örgütlenme gerek form açısından tanımlı. Bu formları deneysel kılan çok çalışma var burada da. Zine’lar, okuma/performans, müzik/ses araştırmaları deneysel biçimlerde de yazıyla hep kesişiyor, daha konvansiyonel biçimlerde de… Biliyorsunuz bizim ürettiğimiz alan bir kesişim kümesi olarak, formatların iç içe geçebildiği bir temas noktası. İzleyiciyle buluşma (onu yapıya dahil etme) açısından da beklenmedik ve özgürleştirici olabiliyor. Yine David’le olan sohbetimizden biliyorum ki edebiyat metnini bir yerleştirme, bir heykel vs. gibi sanatın bambaşka dinamiklerinde geçer yapısal/kuramsal yanlar ile düşünmek son yıllarda çokça karşılaşılan bir dinamik. Kendi adıma söyleyebileceğim, her şeyi birlikte düşünmek, iç içe akıtmak, ifadeyi bulmak adına oyun oynadığım ve oyun oynarken kendimi iyi hissettiğim alanlar buralar.



Lale Müldür ve Yapı Kredi Kültür Sanat'ın izniyle



SK: Öncelikle Milat serginizin sizdeki hem görsel hem de sözcüklere dair anlamlarını sorarak başlamak isterim. Sergide gerek yazınsal gerekse görsel üretiminiz üzerinden nasıl bir yapı kuruyorsunuz?

Lale Müldür: Görme ve dilin ilişkisini anlamla, yapıyla kavramaya çalışmak güç. Belki şöyle başladı benim için. Tıpkı bir oto portreye uzun süre bakıldığında olduğu gibi nesneler uzun süre bakıldıklarında tanıdık, bildik olmaktan çıkıyor, yabancı bir dünyanın kapılarını aralıyorlardı. İnsanlar Bohr’un atomik modelleriydi aslında bir ihtimaller bulutunda kavranabilirlerdi ancak ve spiraller halinde bizden uzaklaşıyorlardı. Bu ışıkta sürrealistlerin çabaları kısır ve kendini beğenmiş bir şarlatanlığa dönüşüyor, pek çok klasik de tekdüzeliğin ve monokrom vizyonun kendinden hoşnut sıradanlığına düşüyordu. Yaşayan her şeyin incinebilirliğini görüyordunuz bu uzun süreli bakışta. Ve bu bakışın yönünü… Bir pencere kenarında durmak, içeri ya da dışarı bakmak bir ressam açısından bunların farkı yoktur, sanıyorum. Çünkü ancak sonsuza kayan bir spiral bulut halinde görür her şeyi ressam.


SK: Lale, sizin hem şiirlerinizde hem resimlerinizde figür belli noktalarda öne çıkıyor. Sıklıkla dostlarınızı resmettiğiniz figürler ve dostlarınıza, yakınlarınıza ithaf ettiğiniz şiirler söz konusu. Merak ediyorum, sizin resminizde ve şiirinizde figür ne anlama geliyor ve onu nasıl yorumluyorsunuz?

LM: Figür her şeydir. Çok kuvvetli bir yoğunluktur. Figüre bakan bir kişi, o kişi hakkında, figürde çizilen kişi hakkında çok malumata sahiptir genelde. Figür bence gerçekçiliğin en üst köşesidir. Buna isim bulmaya çalışıyorum ara ara. Gerçeklik dışı gerçekçilik, gerçekçilik dışı gerçeklik, realizm üstü gerçek dışı… Benim resimde yapmaya çalıştığım şey burada geziniyor. Gerçekliğin belirebilmesinin gerçekçiliğin yokluğuyla ilişkisi. Adeta gerçek gerçekliğinin olmadığı yerde beliriyor. Bunu yakalamak benim resimlerimde belki de nihai amacımdır.


SK: Lale, portre ve oto portrenin 20. yüzyılın ikinci yarısındaki serüveni; sanatçının bilinçaltı yolculuklarından cinsel tercihlerine, sosyal, kültürel, politik konuların iç bükey aynasındaki yansımalarından tinsel meselelere onlarca farklı duraktan geçerek günümüze ulaştı. Fransız sanat tarihçisi ve küratör Jean-François Chevrier “Her portre, en basit ve en az kurgulanmış olanı bile, bir başkasının portresidir” derken eleştirmen ve yazar Mehmet Ergüven “Bir yüzün ifadesini ait olduğu yere mal etmenin en kestirme yolu, ondan uzak durmaktır. Dolayısıyla âşık olduğu kişinin yüzünü görmekte zorlanan sanatçı, narsisizmin tuzağına düştüğü zaman da aynı sorunla karşı karşıya gelir: Kendini görmenin önkoşulu, benzerine dışarıdan bakabilecek denli mesafe kat etmiş olmaktır” der. Merak ediyorum bu bağlamda yaptınız portre ve oto portre çalışmaları sizin için nasıl anlamlar taşıyor? Biraz oto portre ve portre resimleriniz üzerine konuşabilir miyiz?

LM: Bu uzaklaşma fikrinde ezber bir şey var. Vaat ettiği, ilk anda göründüğü kadar katmanlı değil benim için bu fikir… Portreler ve oto portreler bir insanın hakkındaki en gelişmiş detayların bir kristalidir. Ben kaşla gözü yaptığım an resmin bittiğini ya da bitmediğini kavrarım… Oldu mu olmadı mı resim… Ondan sonrası kolay… Yüz evet, fakat gözler çok daha önemli benim için. Gözlerin nereye baktığı da önemlidir. Bazen birini resmederken duruşu bana bakar gibi resmetsem de gözlerinin derinliğini başka bir yere baktırıyorum. Yarı bilincimden yarı bilinçdışımdan gelen bir kararla. Ve tuhaf kaçacak ama şunu da söylemek istiyorum. Bazen gözlerin nereye bakması gerektiğini, nasıl olması gerektiğini kâğıtta görüyorum. Ve o gördüğümü taklit ediyorum, onu ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Model değil de resmin yapıldığı yüzey söylüyor bazen. Beliriyor… Bazen, her zaman değil… Bunu söylemek dehşetengiz bir cesaret istiyor tabi fakat diyorum işte. Kâğıt ve model arasında bir alan açılıyor adeta, birbirleriyle başka düzeylerde temas ediyorlar. Ve kâğıtta oluşanla model benziyorlar da sonunda… Bu belki bana yardım eden göksel varlıkların etkisidir. Beliren gözler… Dehşetengiz bir şey benim için de ve sanırım bunu itiraf etmek de öyle. Bana deli diyorlar. Önemsiz. Ben de deli rolünü oynuyorum bazen. Oysa örneğin burada ben bir delilik göremiyorum. Görüp yapıyorum, burada delilik nerede?


SK: TRT'nin Hayat Sanat programı ile gerçekleştirdiğiniz bir söyleşide rüyalarınızın şiiriniz için önemli bir kaynak oluşturduğunu belirtiyorsunuz. Peki benzer bir durum resimleriniz için geçerli mi? Rüyalarınız resimleriniz için belli bir noktada kaynak oluşturuyor mu? Ve ek olarak resminizin temel kaynakları üzerine konuşabilir miyiz?

LM: Rüyalarım tabi resimlerim için de belli bir noktada kaynaklık ediyor. Fakat artık eskisi kadar çok rüya görmüyorum, beyin kanamamdan bu yana. Oldukça az rüya görüyorum fakat her birini önemsiyorum. Rüyalarda ortak bilinç altına inebildiğimi hissettiğimden önemsiyorum ve belki bugün çok azını hatırlayabilmemin sebebi de budur… Kaynaklar neler… Figürler, bitkiler, vinç ve demiryolları gibi temel çağdaş oluşumlar, su, bulutlar, benim bebeklerim, saçlar… Saçlar çok önemli. Bu gibi olaylar, şeyler yani…


SK: Fransız ressam Colette Deblé'nin resimleri üzerine yazdığınız şiirler Fransız Enstitüsü tarafından Yağmur Kızı Böyle Diyor adıyla Fransızcaya çevrildi. Gerek görsel sanatlar gerekse yazının var olduğu birçok farklı alanla ilgilenen biri olarak kaçınılmaz olarak bu resimlerin sizin şiirinizde nasıl çözüldüğünü, nasıl dönüştüğünü ve form bulduğunu merak ediyorum. Biraz bu detaylar üzerine konuşabilir miyiz?

LM: Şiirimde yaptığım biçimsel denemeler geliyor aklıma bu soruyu okuduğumda. Örneğin, şu şiirim:


Burada “verev”i yazma biçimim… harf, doğrultu, çizgisellik, imge… birlikte çağırıyor. Burada verev bir düşüş aynı zamanda, dehşet uyandırabilecek bir düşüş. Yani şimdi çok moda ya uçuş… Uçalım falan… Onun dehşet uyandırabilecek bir düşüş olduğundan bahsediyorum. Ve şekli bu şekilde yorumlamaya ihtiyaç duymuştum o zaman. Yani aslında şiiri yazarken de görsel, belki grafik bir ifadeyi önemsiyorsun. Okumak bir akışa, çizgiselliğe dair de bir şey. Harfle oluşan bir yönelime dair. Harfsiz, yalnızca çizgiyle, renkle bunu düşünmek ne demek...

Bir başka şiirim, yine aynı kitaptan, Yağmur Kızı Böyle Diyor’dan


Gözler olarak gelmişler, yazmışım...

Kaynaklara dair olan sorunuz yine aklıma geldi, yukarıdaki. Belki de ona Tevrat’tan bir parçayla anlam vermek, karşılık vermek isterim.


Ne var idi ise yapılacak odur; ve ne yapıldı ise, yapılacak odur; ve ne yapıldı ise, yapılacak odur. Boşların boşu, Vaiz diyor, boşların boşu her şey boş. Güneş altında yapılan bütün işleri gördüm. Ve işte hepsi boş ve yeli kavramağa çalışmaktır. Ve her emeği ve iyi giden işi gördüm ki, bir kimsenin komşusu tarafından kıskanılması bundandır. Boşların boşu, Vaiz diyor, boşların boşu her şey boş.

Comments


bottom of page