top of page
Elvin Vural

İmkansızlıklar Ülkesi’nde mümkünlere aralanan bir kapı


Seyhan Musaoğlu ve Anna Zizlsperger küratörlüğünde gerçekleşen Trans-ID sergisi, Odakule’nin hemen bitişiğindeki Surp Yerrortutyun Kilisesi’nde, 15. İstanbul Bienali’nin sorguladığı komşuluk olgusunu, zorunlu bir durum olarak ele alıyor. Sergi 24 Ekim’e kadar devam ediyor.

Trans-Id sergisi, Surp Yerrortutyun Kilisesi

İstanbul’un komşuluk üzerine sorulabilecek her soruyu uzun uzadıya tartışmaya açtığı bir zamanda, yolumun hemen hemen her gün düştüğü bir caddenin kenarındaki eski bir kiliseyi mesken bellemiş bir sergi, benim de kendi sorularımı sormama vesile oluyor. Küratörlüğünü Space Debris’nin kurucusu Seyhan Musaoğlu ile exhibist magazine’in direktörü Anna Zizlsperger’in üstlendiği, Odakule’nin bitişiğindeki Surp Yerrortutyun Kilisesi’nde 15 Ekim’e kadar görülebilecek trans-ID sergisi; komşuluğu bir ‘durum’ olarak ele alıyor. Sergi Murat Adash, Autumn Ahn, Nancy Atakan, Luna Ece Bal, Mehtap Baydu, Bashir Borlakov, Sinan Bökesoy, Melis Bursin, Şakir Gökçebağ, Allen Grubesic, Selin Kocagöncü, Servet Koçyiğit, Suat Öğüt ve Julie Upmeyer'in heykel, yerleştirme, çizim, fotoğraf, video, ses ve performans gibi farklı medyumları kullanarak ortaya koydukları eserlerden oluşuyor.

Serginin ele aldığı komşuluk “durumunda,” tarafların birbirlerine karşı sorumlulukları, aradaki ilişkinin getiri ve götürüleri değil, daha çok bu komşuluğun oluşma şekillerine değiniliyor. Daha kısa bir cümleyle sergi, izleyiciye komşuluğun “zorunluluktan” doğan bir durum da olabileceğini anlatıyor.

Bu zorunlu komşuluğun en belirgin olduğu işlerden biri, Sinan Bökesoy’un ses enstalasyonu. Eser, hem mimari hem varoluşsal olarak çevresine kıyasla bir tekillik içindeki kiliseyi ve çevresini temel alıyor. Bundan çok da uzun olmayan bir zaman önce çok daha kalabalık bir cemaatin uğrak yeri olan, şimdilerde ise kuytu köşede kalmış, hatta özellikle bakmadığınız sürece belki de göremeyeceğiniz, yine de ayakta durmaya çalışan, direnen Ermeni kilisesinin iç sesiyle İstiklal Caddesi’nden gelen kakofoni aynı potada eritiyor. Bökesoy bu iş için çan sesini de hariç tutmayarak kilisenin içinin sesini kaydetmiş. Sonra sıra cephelere gelmiş: Kilisenin dört cephesinden gelen ses, iç sesin aksine hiçbir ruhani yönü bulunmayan, ham şehir gürültüsü. Duvarlara uzaklığınıza göre dışarıdaki ses içerideki sesle karışarak kulağınıza geliyor. Yani enstalasyon, dış sesi içeriye almak suretiyle, bu tekil mimari yapının cephelerini transparan hale getiriyor. Bökesoy’un herhangi bir ses müdahalesinde bulunmaktan kaçındığı, sese tamamen çıplak haliyle yer verdiği bu iş, Surp Yerrortutyun Kilisesi’nin orada bulunduğu süre boyunca değişen çevresiyle “zorunlu komşuluğunu”na dikkat çekiyor. Bu iş aynı zamanda, sergide yer alan diğer eserlerden geriye kalan ve bu işlerin tekil olarak var olmasına imkan tanıyan boşluğu nazik bir biçimde dolduruyor.

Kulağınızda Bökesoy’un enstalasyonu, neyin sanat eseri neyin kiliseye ait bir nesne olduğunu anlamaya çalışır halde, apsise doğru nef boyunca yürürken sol tarafta Şakir Gökçebağ’ın estetik olarak dikkat çeken, hem çok yalın ve minimal hem anlam bakımından kuvvetli Reorientation işini görüyorsunuz. Gökçebağ’ın otantik halı parçaları kullanarak ortaya koyduğu işin ortasında kare şeklinde bir boşluk var. Almanya’da yaşayan ve kendi köklerine, içinden geçtiği dönüşüme referanslar taşıyan işler ortaya koyan Gökçebağ bu işinde; dolu ile boş, desenli ile düz, daire ile kare, Türk ile Alman arasındaki “ikiliği” ve zorunlu komşuluk halini ele alıyor. Sanatçı ayrıca kilim desenleri ile sıva yavanlığını bir araya getirerek, Almanların sabit fikirli olduğu kabulünden hareketle Almancada baskın hale gelmiş “kare kafa” sıfatına da muhtemelen göz kırpıyor. Reorientation’ın karşı çaprazındaki yine Gökçebağ imzalı Üç temel dua, geometrik şekiller şeklinde dizilmiş tespih boncuklarından oluşan, yine yalın bir iş. Reorientation’daki ikilik burada da karşımıza çıkıyor, bu sefer ölçülemeyen ruhani dünya ile cetvellerle ölçtüğümüz gerçek hayat arasında. İlk kez bir din çatısı altında sergilenen bu eser, mekanın kudretini arkasına alarak izleyici üzerinde daha da kuvvetli bir etki yaratıyor.

Şakir Gökçebağ, Reorienation 10, Halı, Karışık teknik, 2015, Sanatçının izniyle

Nefin karşı ucundaki çitli bölmenin ardında Allen Grubesic’in Şark Hayali adlı eseri, yerde yatar halde sizi bekliyor. Karşınızdaki bir beden. Dört yıl İstanbul’da yaşadıktan sonra yurtdışına taşınmaya karar veren bir sanatçının, bu süre boyunca kullandığı kıyafetlerden oluşturduğu, hayali bir beden. Grubesic, bu iş aracılığıyla İstanbul’da bıraktığı kişiliğiyle vedalaşıyor evet ama bir tarafıyla hâlâ burada olduğunu ve burada kalmaya devam edeceğini söylemeyi de ihmal etmiyor: Arkanıza dönüp kilisenin zıt taraftaki cephesine baktığınızda aynı sanatçının imzasını taşıyan bir diğer işi görüyorsunuz. Siyah fon üzerine beyaz puntolarla yazılmış metin şöyle diyor: “I am still here” (Hâlâ buradayım). Devletlere ait sınırların ötesine geçilmiş (en azından geçilmiş olması gerekirdi) uluslaraşırı düzende insanların bir orada bir burada, aynı zamanda her yerde ve hiçbir yerde olduğunu anlatan iş, sanatçının kişisel anlatısı üzerinden “ev” ve aidiyet kavramlarını da tartışmaya açıyor. Julie Upmeyer’in tavandan sarkan bakır çay tepsileri de bu işle adeta diyalog içinde. Upmeyer de kendi kişisel hikayesi üzerinden milletlerin, devletlerin sınırlarını aşan kimliklere, aidiyetlere dair bir okuma yapıyor. Çay tepsilerinin birinin üzerine bir konuk olarak İstanbul’a taşındığı tarih, diğerinde ise artık buralı biri olarak İstanbul’dan ayrıldığı tarih işlenmiş. Yine bir ikilik (konuk ve ev sahibi) ve yine bir veda.

Allen Grubešić, Hala Buradayım, 2017, Tuval üzerine sentetik pigment, serigrafi mürrekkebi ve akrilik, 110 x 154 cm, Sergi içi yerleştirme, Fotoğraf: Nazlı Erdemirel

İki dünya arasında: Kapıcık

Sergide eskiden iki bitişik ev arasına inşa edilen ara kapıya, yani “kapıcığa” da yer verilmiş. İki ayrı evde sürüp giden ayrı hayatları birbirine bağlayan küçük bir kapı bu. Ortak hayatlar sürme düşüncesinden hareketle eskiden çok sık kullanılan bu mimari öğeye artık neredeyse rastlanmıyor. Günümüzde komşuluk ilişkilerinin nasıl değiştiğini sorgulayan Selin Kocagöncü’nün kilisenin balkonuna çizdiği hayali kapıcık, önceki örneklerden farklı olarak, bu sefer kurgusal olmayan, gerçek bir zoraki komşuluğu gözler önüne seriyor. Bundan 20 sene önce kilisenin işleriyle ilgilenen zangocun eşi, kilisenin hangi noktasında durursanız durun başınızı biraz yukarı kaldırınca görebileceğiniz sahanlıkta yaşamaya devam ediyor; zangoç evlenmelerinden çok kısa bir süre sonra hayatını kaybedince, kiliseyi terk etmeyi reddetmiş. Hâl böyle olunca üst kattaki koridorlar onun kişisel alanları haline gelmiş: Yatak odası, yemek masası, balkonu... Gel zaman git zaman bu bahtsız insan, üst kattaki uzun koridoru kapattırmış; Kocagöncü’nün hatlarını çizdiği kapıcık, işte tam bu koridora açılan, daha doğrusu açılması gereken kapının yerinde duruyor. Kilisenin restorasyonu tamamlandığında bu kapının yeniden açılıp açılmayacağını, yaşlı hanım efendinin halinin ne olacağını ise kimse kestiremiyor.

Trans-Id sergisi, Surp Yerrortutyun Kilisesi

Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede, Seyhan Musaoğlu ile Anna Zizlsperger’in Surp Yerrortutyun Kilisesi’nde düzenledikleri sergi, Türkiye’de de hâlâ bazı şeylerin sorgulanabildiğini gösteriyor ve bizler için bir kapı aralıyor: İmkansızlıklar Ülkesi’nin mümkünlere aralanan kapısını.

Comments


bottom of page