Tasarım süreçlerini şekillendiren farklı teknolojik bileşen örnekleriyle Selçuk Artut, tasarım ve teknolojinin günümüzde ne denli iç içe geçtiğini ve insanın bu ilişkideki rolünü sorguluyor
Yazı: Selçuk Artut
Generative Design, Havacılık alanında yapılmış bir uygulaması, @ flickr.com
Tasarım kavramı yakın dönemde pek çok kişinin ilgi odağına yerleşti. Neredeyse tasarım kelimesi; yaratmak, üretmek gibi alışılagelen kelimelerin dahi büyük ölçüde yerini aldı denebilir. Artık restoranda yediğiniz yemek veya yola çıktığınız yaz tatili bile bir tasarım hadisesi olarak değerlendirilebiliyor. Tasarımın bu derecede yaygınlaşmasına sebep olan temel unsurlar nelerdir diye sorguladığımızda yaşanılan bu sürecin, dijital teknolojilerin yaygınlaşmasıyla aynı dönemlerde örtüşüyor olması elbette bir tesadüf değil. Endüstrileşmeyle giderek yaygınlaşan çeşitli teknolojik aparatların hayatlarımızın temel bileşenleri haline gelmesinin peşi sıra zihin odaklı yeteneklerimize yönelik kolaylaştırıcı ve destekleyici gelişmelerin de dijital evrimle birlikte günümüzde sıklıkla boy gösterdiğini görmekteyiz. Bilgisayarlar insanların çözüm bulmaya çalıştığı konularda en sık danıştıkları teknolojik aparatlar haline geldi. Bu gelişmeler ışığında konuya tasarım odaklı baktığımızda ise yüzyıllardır devam eden tasarım disiplininin, dijital teknolojiler beraberinde ortaya çıkan zengin simülasyon ortamları, farklı düşünme biçimlerine fırsat veren geliştirme bileşenleri, üretim yöntemlerindeki yenilikler gibi gelişmeler neticesinde geçmişe oranla oldukça farklı boyutlara doğru hareket halinde olduğunu söylemek gerekiyor.
İnsan nasıl tasarlar sorusunun cevabını bulmak hayli güçtür. Tasarlamak, bir tasarımcının sahip olduğu bilgi birikimi ve becerileri neticesinde yapılandırılmış bir düşüncenin somutlaştırılması olarak yorumlansa da bu tanım günümüz için artık yeterli olmamaktadır. Çünkü tasarım uğraşı, işin başında bir kişi de olsa artık salt insana dair bir etkinlik olmaktan oldukça uzaklaştı. İstisnalar olmakla beraber, günümüze baktığımızda bazı tasarımcılar tek başlarına iş üretiyor gibi gözükselerde bu sürecin olmazsa olmazı haline gelmiş olan teknolojik bileşenleri göz ardı etmemiz haksızlık olur. İnsan ve teknolojinin birlikte üretmeye ve yaratmaya olan ortak çabasındaki diyalektik uğraşı anlamaya çalışmadan teknolojiyi halihazırda varsayılan bir girdi olarak kabul etmek, hem tasarımcının hem de teknolojinin operasyonun basit birer parçaları olarak görülmesinden öteye geçilmediği kısır bir yaratım sürecine sebep olabilmektedir. Oysa insan teknoloji birlikteliğini operasyonel anlamdan öteye taşıyan yaratıcı yaklaşımların da gün geçtikçe arttığını görmekteyiz. Kanımca tasarım ve teknoloji konusu zaten işte tam bu noktada heyecan kazanıyor.
Özellikle güçlü bir bilişim alt yapısına sahip olan birçok uygulama tasarımcılara hayallerinin ötesinde yer alan ve çoklu sayıda seçenek barındıran birçok ihtimali kolaylıkla sunabiliyor. Bu tür uygulamaları kullanan tasarımcılar ise içine girdikleri teknolojik tasarım yolculuğunda şahsi müdahaleleri ve fırsat koşullandırmaları neticesinde ortaya çıkan tasarım sonuçları karşısında sürekli bir geri bildirim haliyle özgün biçimlerde tasarım yapmaya devam ediyorlar. Bu noktada tasarımcıların sergiledikleri karar verme süreçleri nihai sonuca ulaşmada oldukça önemli bir yere sahip olsa da işin söz konusu kararlar ışığında birlikte ilerleyen bir de teknolojik iterasyon boyutu var.
1988’de Almanya’da bulunan Osnabrück’de yapılan Avrupa Medya Sanatı Festivali’ndeki röportajında Flusser sistemleri iki kompleksite seviyesinde tanımlamaktadır: “Yapısal kompleksite” ve “İşlevsel kompleksite”.(1) Yapısal kompleksiteye sahip sistemler sahip oldukları bileşenler açısından incelendiğinde (örneğin bilgisayar) anlaşılması son derece zor ve karmaşık bir alt yapıya sahiptirler. İşlevsel kompleksiteye sahip sitemlerde ise bu sistemlerin kullanımı neticesinde son derece karmaşık sonuçlar elde edebilmek mümkündür. Flusser işlevsel kompleksiteye örnek olarak ise aslında yapısal kompleksitesi son derece basit bir oyun olan satrancı göstermektedir. Satranç, belli stratejilerle kurgulanan ve farklı biçimlerde ortaya konulan oyunların geliştirilmesine yönelik sahip olduğu zengin işlevsel kompleksite açısından dünyanın en kompleks yapılarından biridir. Ancak tasarım açısından Flusser’in bu gözlemindeki en can alıcı nokta yapısal ve işlevsel kompleksitenin yaratıcılık üzerindeki etkileridir.
Yukarıda belirttiğimiz üzere bilgisayar yapısal kompleksitesi oldukça yüksek bir teknolojik aparattır. Ancak bu sistemin işlevsel kompleksitesinin hangi seviyelerde oluşacağı meselesi ise tamamen kullanıcıların davranışlarına bağlıdır. Örneğin, bilgisayar karşısında basit anlamdaki günlük ihtiyaçlarını gidermekten öte bir ilişki içinde olmayan bireyler doğal olarak bu kompleksiteyi son derece zayıf olarak hissetmektedirler. Diğer yandan ise bilgisayar ile tasarım uğraşı içinde olan bir kişinin deneyimlediği işlevsel kompleksite ve ortaya çıkan olası sonuçlar önceki örneğe kıyasla çok daha gelişmiş bir yapıya sahip olacaktır. Fakat bu kompleksiteyi ve beraberinde oluşan sonuçları daha da ileriye taşımak, bilişim ve tasarımı -aslında daha genel anlamda teknoloji ve insanı- birbirine yaklaştırmak ile mümkün olabilmektedir.
Tasarımcı neredeyse tasarım ortamını tasarlayacak seviyede tüm ihtiyaçlarına yönelik bir sistemin gelişmesine imkân verecek bilgi, beceri ve esneklikle kuşatıldığında, insan ve teknoloji birlikteliğinde saklı duran diyalektik yaratıcılık olgusu bir anda son derece belirgin bir etkinlik kazanmaktadır. “Diyalektik Yaratıcılık” haline dönüşen karşılıklı etkileşimler bilgisayarın sahip olduğu yapısal ve işlevsel karışıklığın farklı boyutlarında meydana gelmektedirler.(2)
Bu alanda somut bir örnek vermek gerekirse Autodesk firmasının geliştirdiği Fusion 360 yazılımı içinde yer alan Generative Design(3) tanımını incelemekte fayda var. Kullanıcılara tasarım açısından konforlu bir keşif süreci sunan Generative Design, tasarımdan üretime tüm süreci hızlandırırken bulutun ve makine öğreniminin gücünden yararlanan bir yapay zekâ biçimi olarak tarif edilmektedir.(4)
Bu uygulamada tasarımcılar, performans veya mekânsal gereksinimler, malzemeler, üretim yöntemleri ve maliyet kısıtlamaları gibi parametrelerle birlikte birçok tasarım hedeflerini yazılıma belirtmektedirler. Yazılım, hızlı bir şekilde tasarım alternatifleri üreterek bir çözümün tüm olası permütasyonlarını araştırarak neyin işe yarayıp neyin yaramadığını her yinelemede yeniden test etmekte ve kullanıcıların tercihleri neticesinde tasarım kararlarına ortak olmayı dahi kendiliğinden öğrenmektedir.
Günümüzden yaklaşık yirmi yıl önce İtalya’daki Ivrea Etkileşim Tasarımı Enstitüsü’nde yazılan bir yüksek lisans tezinin gerçek bir ürüne dönüşmesi sonrasında tasarım tarihinde yeni bir rönesans devri yaşanmaya başlandı. O güne kadar kullanılması için ciddi seviyede uzmanlık gerektiren mikroişlemciler yerine programlaması ve üzerinde çalışılması kolay hale getirilmiş Arduino isminde yeni bir sistem geliştirildi. Bu sayede ürün ve etkileşim tasarımı disiplinleri arasında işlevsel kompleksitesi oldukça yüksek diyebileceğimiz önemli bir bağlantı gerçekleştirilmiş oldu. Tasarımcılar geliştirdikleri fikirlerde Arduino’yu özgürce kullanarak yaratıcılıklarında yepyeni boyutlar elde ettiler. Açık donanım lisansı ile Arduino’nun tüm üretim detaylarına dair kaynakların özgürce paylaşılması neticesinde ürünün geliştirilmesinde ciddi bir kitlesel katılım oluştu. Belki de hiç beklenmedik bir biçimde Arduino, tasarım kavramının bugün bu kadar çok konuşulmasına sebep olan önemli etmenlerden biri haline geldi. Artık etkileşimli bir ürün tasarımı projesinde prototip geliştirme anlamında ilk akla gelen tasarım aparatı olan Arduino, her yaştan insanın kolaylıkla ulaşabileceği ve yeni fikirler geliştirebileceği önemli bir platform olarak tasarım dünyasında hatırı sayılır bir yere sahip oldu. Bu başarının altında Flusser’in altını çizdiği işlevsel kompleksite yapısının yattığını da tekrar belirtmekte fayda var. Teknolojik sistemler işlevsel kompleksite kazandıkça onlarla birlikte geçirdiğimiz tasarım süreçlerinin neticeleri bizim hayal ettiğimiz boyutların ötesine geçebilmekte ve diyalektik yaratıcılık özgün fikirlerin ortaya çıkmasında son derece etkili bir hale gelebilmektedir.
Yakın dönemde önemli bir ilgi odağına dönüşen bir başka olgu olan yapay zekâ kavramı ise tasarım dünyasında geleceğe dair önemli bir potansiyel olarak karşımızda durmakta. Yapay zekâ, bilişimsel tasarım aparatlarımızda farklı biçimlerde boy göstermeye başladı. En basitinden bir resmi olduğu çözünürlükten daha çok büyütmek için dahi artık yapay zekânın algoritmalarını kullanarak tatmin edici sonuçlar elde etmek mümkün hale geldi. Gerçek olan ve olmayanı birbirinden ayırmamızın imkansız hale geldiği birçok görsel öğeyi yapay zekânın nimetlerini kullanarak kolaylıkla elde edebiliyoruz. Ancak insan ve teknoloji birlikteliğindeki bu simbiyotik ilişkiyi iki taraftan okumakta fayda var. İnsanlar teknolojiyi olabildiğince özgür bir biçimde kullanırken aynı biçimde teknolojinin de insanlara karşı zaruri ihtiyaçları bulunmakta. Özellikle yapay zekâ konusu ele alındığında, makinaların öğrenmelerine imkân veren bilgi külliyatının insan medeniyetinin geçmişten bugüne kadar aralıksız süregelen gelişiminden beslendiğini göz ardı edemeyiz. Ve hatta bugün belki de geçmişe oranla teknolojinin insanlara çok daha fazla ihtiyacı bulunuyor. Bu konudaki en çarpıcı çalışma alanlarından biri olarak otonom sürüş sistemleri üzerine yapılan araştırmalardan bahsedebiliriz. İçlerinde MIT, Max Planck Enstitüsü, Exeter Üniversitesi gibi birçok bilinen kurumun yer aldığı Ahlâk Makinası (Moral Machine) isimli projede otonom sistemlerin olası bir kaza anında nasıl hareket etmeleri gerektiğine dair kararların tespit edilmesine çalışıyor.(5) Bu tespitlerin geliştirilmesinde ise kitlesel bir görüşün oluşturulabilmesi için içeriğinde kullanıcılara yönelik birçok sorunun bulunduğu bir internet sitesi geliştirilmiş bulunmakta. Sitede verilen bilgiye göre;
Bu çalışmada, ahlâki ikilemlerle karşı karşıya kaldıklarında makinelerin nasıl karar vermesi gerektiğine dair insan görüşünün kitle kaynaklı bir resmini oluşturmak ve kitle kaynaklı potansiyel senaryoların tartışılması için bir platform sağlayarak tartışmayı daha ileriye taşımak amaçlanmaktadır.
Ancak bahsettiğimiz size yöneltilen bir seri soruyu cevaplamaya kalktığınızda üzerinizdeki sorumluluğun ne kadar ağır olduğu gerçeği ile karşılaşıyorsunuz. Size sorulan sorularda örneğin bir kaza anında karşıdan karşıya geçmekte olan yaşlı bir bireyin mi yoksa genç bir bireyin mi hayatının tehlikeye sokulması gerektiği gibi içinden çıkılması oldukça zor kararları vermeniz bekleniyor. Tüm bu kararlar neticesinde de makinaların ahlaki modelinin geliştirilmesi hedefleniyor.
Psikoloji’de Vagon İkilemi (Trolley Problem) olarak da bilinen etik karar verme süreçlerini inceleyen bu meselede insana dair ahlak, sağduyu, vicdan, inanç, hukuk gibi birçok kavram bulunmaktadır. İşte bu noktada otonom bir araç tasarımı üzerine çalışacaksanız teknolojinin de insanlara gereksinimi kaçınılmaz bir hale gelmektedir. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz insana dair kavramlar teknolojinin ruhunda yer edinmesi muhtemel olmayan şeylerdir. Tasarım ve teknolojiler özelinde baktığımızda insan ve teknoloji arasındaki birlikteliklerin sağlıklı kurgulanması meselesi üzerinde çok daha fazla düşünülmesi gereken bir konu olarak karşımızda durmaktadır.
Comments