İpek Duben’in 2021-2022’de Salt Beyoğlu’nda düzenlenen ve erkek şiddetinden toplumsal cinsiyete, yerinden edilme ve göçten tüketim alışkanlıklarına uzanan konuları irdeleyen aynı isimli sergisinden adını alan yayın İpek Duben: Ten, Beden, Ben Salt tarafından yayımlandı. İpek Duben’in pratiğini kapsamlı olarak ele alan ve Türkçe ve İngilizce dillerinde ayrı olarak hazırlanan yayın üzerine sanatçıyla konuştuk
Röportaj: Merve Akar Akgün
Fotoğraf: Ani Çelik Arevyan
İpek Duben
Kitabı aynı zamanda yayıma hazırlayan Vasıf Kortun’la kitap için yaptığınız Benim Hikâyem başlıklı söyleşiyle başlamak istiyorum. Pratiğiniz üzerine daha önce hiç bu kadar kapsamlı bir söyleşi yapılmamıştı, öyle değil mi?
Evet, yapılmamıştı. Vasıf ’la söyleşimizi ayrıca özel kılan unsurlardan biri de Vasıf ’ın beni çok uzun zamandır tanıyor olması. Onunla New York’ta geçirdiğimiz 90’lı yılları paylaştık. Beni birebir tanıyan biridir. Ortaklıklarımız da bulunur, de İngiliz Orta Okuluna ve Robet Lisesi’nin erkek ve kız bölümlerinde okumuş olmamız gibi. Bu müştereklik çok özel bir şeydir aynı zamanda.
Kitapta bu uzun söyleşinin yanı sıra çeşitli yazarların yazıları da var. Bu yazarlardan biri de Marianne Hirsch, Columbia Üniversitesi profesörlerinden. Siz Marianne’le önceden tanışıyor muydunuz? Sizin işlerinizi biliyor, takip ediyor muydu? Birlikte çalışma süreci nasıl gelişti?
Ben Marianne’i New York’taki bir arkadaşım vesilesiyle tanıdım. Onun hikâyesi de çok ilginç. Ailesi soykırımla yakından ilişkili, özellikle eşi. Hem kendi hem eşi Avrupa’dan göçerek Amerika’ya gelenlerden. Uzmanlığı ise bütün bu alanları içeriyor: Yersizlik, yurtsuzlaşma, kadın hakları, kadın hareketleri, insan hakları, kimlikler… Ben de bunlarla ilgilendiğim için bizi tanıştırdılar. Ondan bir yazı istediğimizde Marianne İstanbul’a geldi ve işlerimi gördü. Ardından ben New York’tayken bana nasıl bir şey yazmayı düşündüğünden bahsetti. Ne çıkacağını bilmiyordum tabii. Psikanalitik bir metin bu. İlginçti, bana sadece birkaç soru sormuştu. Sonra yazıyı gördüğüm zaman hayret ettim. İşleri görerek okumuş ve duygularıyla da hissetmiş. Marianne’in işlerimi algılayış şekli benim için çok özel. Üstelik benim çok hoşuma giden bir şey yapmış ve yazısına benim şiirimle başlamış. Bu işleri yaparken New York’ta oturuyordum ve bir nedenden benden bir sanatçı beyanı yazmam istenmişti. Green Street’te oturuyordum. Hiç unutmuyorum, bir sabah, bir anda uyandım ve o şiiri yazdım. Sonra kendi kendime acaba bu bir sanatçı beyanı olabilir mi, diye endişelendim. Edebiyatçı bir dostuma danıştım. Şiiri kullanabileceğimizi düşündük. Çünkü şiir de sessiz cümleler kuran bir iş. Şiirde cümleler olsa da rasyonel anlamının ötesinde bir duygu ifadesi barındırıyor içinde. İşte Marianne bu şiir yoluyla işlerimin içine dalıyor ve kullandığı bölüm şöyle diyor:
(...) dışa diktiğimde gözümü
ve içte
ta derinlerde
hiçbir dilin var olmadığı
dağlarla anının dibinde
keşfediyorum birden
beni çevreleyen her şeyi (...)
Manuscript için 1994’ün başında 200’e yakın küçük boyutta kâğıt plakaları dışa vurumcu bir uslupla boyadım. Her sabah uyanır uyanmaz ilk iş bu boyama işlemini yapıyordum. Bu yöntemle bilinç altı duygularıma yakınlaşacağımı düşünmüştüm. Bu aşamadaki boya katmanı işimin fonunu oluşturacaktı. Sabahları kalkıyordum, hiçbir iş yapmadan derhal dışavurumcu teknikle çalışarak o kâğıdı fon olarak boyuyordum. Şöyle düşünmüştüm bilinçli olarak uyguladığım bu yöntem ile bilinç altını keşfedebir miyim? Daha sonra fon üzerine eklediğim imajlar ile dan imajları kullanarak daha da geliştirerek ürettiğim işlerde, bilinçaltıyla hesaplaşma daha doğrusu onu keşfetme arzum vardı. Marianne de bunu süreci fark ediyor, yakalıyor. Benim akıp giden üretimim içinde, çoğunlukla karar verip yapılan değil de karar vermeden birçok şeyi yaparak keşfettiğim ve sonrasında da kararlı bir şekilde uyguladığım yöntemin katmanları içindeki anlamları nüanslarıyla anlatıyor.
Duygu ve duyarlılık düzeyinde hissedilen birtakım zıtlıklar var işlerimde. Bunları katmanlar kullanarak iletiyorum. Bu katmanları, bu birbiriyle çelişen etkileri, bordürlerle çevrili olan katmanlarla oluşturuyorum. Dolayısıyla bütün bu çelişkilerin içinde var olabilmek ve işlevsellik kazanabilmek için yol arıyorum. Bunların bir kısmı Doğu-Batı, var olma yok olma gibi çelişkiler, zamanın ilerlemesi, durması, süreklilik... Bütün bunlarla aslında son yaptığım işin, Suspended’in, kenarından bakıyoruz. Yani bunlara bir çözüm bulmadan var olabilmek meselesi var Manuscript 1994’te. Seyirciye bir çözüm sunmuyorum. Bu zıtlıkların içinde var olma çabamı gösteriyorum. Bu durumu işte Marianne çok güzel anlatıyor.
İpek Duben: Ten, Beden, Ben*, ©2024 Salt/Garanti Kültür A.Ş. (İstanbul)
Kitaptaki yazarlardan biri de Kaelen Wilson-Goldie, yazar ve sanat eleştirmeni. Beirut ve New York arasında yaşadığı için onun da işleri çok iyi okuduğunu düşünüyorum. Bir şekilde Ortadoğu’yu daha iyi bilen bir insan. Bizim burada yaşayabileceğimiz bir takım şeyleri bir Batılı’dan bazen daha derinlemesine okuyabiliyor. Belki de bir Batılı’nın anlayamayacağı şeyleri görebiliyor. Bunların yanında Işın Önol işlerime çift kültürlü çift kentli olmak perspektifinden bakıyor. Bu yazılarla birlikte Beral Madra’nın moderatörlüğünde, Gülsün Karamustafa, Vasıf Kortun, Jale Parla, Yalçın Sadak, Deniz Şengel, Sezer Tansuğ ile Canan Tolon’un katılımı ve katkılarıyla, 1991’de Maçka Sanat Galerisi’ndeki serginiz sırasında düzenlenen Modernizm ve 1980’lerde Sanat başlıklı panelin dökümü de kitabın içeriklerinden biri. Bize o sergiden ve panelden bahsedebilir misiniz?
Sergiyi New York’a gitmeden önce açmıştım ve benim için bir dönüşüm noktası olmuş bir sergidir. Kendi dilimi bulduğum, bulmaya başladığım dönemdir. O panel benim de için çok unutulmazdı ve bence sanat tarihi açısından da önemli bir belgedir. Kıymetli bir dizi düşünür ve yazarın beraber olup o sergiye bakmaları benim için çok yararlı ve değerli oldu.
Panele bu kitapta yer verilmesini çok faydalı buldum. Size Türkiye’deki sanat sahnesiyle ilgili görüşlerinizi de sormak isterim. Vasıf Kortun’un sunuş yazısında söylediğine göre 2019’da buluştuğunuzda buradaki kurumların feodal yapıları ve sınırları hakkında duyduğunuz mutsuzluktan bahsediyorsunuz. Son beş sene içerisinde görüşlerinizde bir değişiklik oldu mu?
2001’de Türkiye’ye döndüğümde rahatsızdım bu bahsi geçen durumdan. Tektipleşme olduğunu fark ettim. Tabi her yerde kurumlar etrafında dayanışma, cemaatler içinde “klikleşme” olur. Benim için zor olan şey burada dışardan gelen sanatçıyı kolay kolay aralarına almamaları oldu. Uzun yıllar yurt dışında yaşamış olmam bu durumla karşılaşmamın bir nedeni tabi. Aynı zamanda yurtdışından Türkiye’ye gelen küratörlerin de, sanat çevresinden gelen tavsiye ve önerileri takip ederek bağımsız olarak sanatçıları tanımak konusunda çok gönüllü olmadıklarını düşündüm. Bir örnek vereyim size, o zamanlar benim çok ilgimi çeken sanatçılardan Alaettin Aksoy kara mizah kültürümüzü resimle ifade eden önemli bir sanatçıdır. Kendisini hiç yurtdışında bir bienalde veya büyük bir sergide görüyor musunuz? Şimdiyse eskisinden farklı olarak sanatçılara çok fırsatlar açıldı. Sanatçılar uluslararası konuk sanatçı programlarına kendi çabaları ile katılabiliyor, dünyanın her yerinden sanatçıları tanıyor ve birlikte çalışabiliyorlar. Genç sanatçılar dünyayı tanıyor, dünyaya açılıyorlar. Avrupa’da sayıları artan küratörlerimiz var orada yerleşip başarılı oldular. Bunlar önemli değişiklikler, sanatçıların dünya sanatını görebilmeleri çok, çok iyi bir şey. Tabi Türkiye’de de İstanbul Bienali ile başlayan ve devam eden çok önemli bir değişim kaydedildi; alternatif mekânlar, konuk sanatçı programları, gönüllü eğitim veren atölyeler ve dernekler, sanat fuarları ve sayıları artan müzeler. Ayrıca sanat üretimi, sergileme, koleksiyon yapma ve piyasa oluşturma gibi alanların büyük emek, yatırım, süreklilik ve bilgi gerektiren işler olduğu farkındalığı giderek artmakta. Bunlar çok sevindirici ve umut veren şeyler.
Geleneksel kavramlara meydan okuduğunuz pratiğiniz bu kitabın içinde birleşiyor ve kitabın tasarımını da Esen Karol yapıyor. Kitabın tasarımında röportajların yerleşimi, yazıların sayfanın yarısından başlaması, dipnotların kolaylığı gibi detayları fark ediyorum, çok beğeniyorum. Kitapta bütün işlerinizi görüyor muyuz?
Bütün işleri görmüyoruz. İşlerimin bütünü Retrospektif sergiye de girmemişti ama kitapta sergide olmayan bazı işler var. Yüzlerce desenim olmasına rağmen kitapta az sayıda desen var. Bazı küçük işler de dışarıda kaldı ama temel işler burada. Kitaptaki LoveBook, LoveGame ve Farewell My Homeland arşiv üzerine yapılmış işler. Yani benim kendi bedenimden çıkan işler değil. Dolayısıyla insanlar benim resimle anlattığım işlerle, işlerin yorumuyla daha çok haşir neşir oluyorlar ve standart konseptler birçok yazar tarafından daha kolay anlaşılıyor.
Farkındaysan Merve, ne kadar çok insan Şerife’yi yazdı. Diğer işleri şimdilerde, konuşuyoruz ilk defa. Traces, Register, Manuscript1994 gibi. Arşiv işleri daha kolay anlaşılıyor. Ama benim işim arşiv belge göstermek değil, arşivi bir duyarlılığa çevirerek seyirciyi içine çekmek. Dolayısıyla bunun üstünde durarak, Farewell My Homeland dizilerini ve LoveGame ile LoveBook’u konuşmak gerekiyor. Yerleştirme sanatı olarak mekân düzenlemesi olarak, ışık, ses, ritim gibi faktörlerin yapısını, etkisini fark ederek anlamlandırmak gerekiyor. Farewell My Homeland farklı formatlarda sergilendi ama retrospektifte ve kitapta tam olarak tartışılamadı.
Peki sizin bu kitapla ilgili en sevdiğiniz şey ne oldu?
Kitabın her tarafını sevdim ben. Esen öyle bir kitap yapmış ve öyle şeyler yakalamış ki… Çok duyarlı bakıyor işlere ve kitaba. Marianne’i anlatırken işlerimi nasıl algıladığından bahsetmiştim, Esen için de aynı durum söz konusu. Kullandığı işlerin dizgisi, ritmi, eserin bütününü göstermek, ayrıntısını göstermek, zamanlaması, konseptlerle yaptığı geçişler... Sonra mavi bir mürekkep kullanıyor. Niye mavi tercih ettiğini sorduğumda “Sizin saçınız benim için çok önemliydi. Bu saç önemli değil mi? Bu sizsiniz.” dedi.
Siz bu aralar neler yapıyorsunuz? Üzerinde çalıştığınız yeni işler var mı?
Olmaz olur mu? On yıldır göç meselesiyle uğraşıyorum. Son dönemde Farewell My Homeland’i, in via incognita adıyla duvarda filmatik bir fresk olarak, Londra Pi Artworks’de sergilemiştim. O serginin bazı parçalarını yeni bir işe dönüştürüyoruz. Bu arada da 2023’te Bakü’de, Fırat Arapoğlu’nun sergisine yerde ışıklı bir iş yaptım, benim için farklı bir iş, bir heykel. Atölyemde biriken bir sürü proje var. Onlara da yakında girişeceğimi umuyorum.
Sanatsal pratiğiniz genel olarak etik ve adalet konularında, toplumun sosyal değişimi konusunda ne tür felsefi tartışmalara katkıda bulunuyor?
Kadın hakları konusunda, Türkiye’de ve her yerde mesela Hindistan’da veya modern gelişmiş endüstriyel toplumlarda kadının ikincil konumu, erkek egemenliği altında denetilmesi gerçeğini topluma acıtan ve utandıran bağlamlarda sunmak, tekrar tekrar bunu söylemek, göstermek yavaş da olsa bir farkındalık yarattığını düşünüyorum. Sosyal içerikli sergilerim ne kadar interaktif ise o kadar seyirciyi etkiliyor olabilir. Aslında sizin sorunuz sanatın toplumu ne kadar etkilediği, değil mi? Kimlerine göre etkilemez, kimilerine göre çok etkiler. Sanat yapmasak ne olurdu, diye sorabilirsiniz. Çok farklı olurdu, eksik kalırdı. Çünkü sanat toz gibi havayı etkileyen bir şey. Siz onu havadan hissediyorsunuz. Buna paralel olarak şunu söyleyebilirim Batı sanatında evrimler, Kübizm, Minimalizm, performans sanatları, Rönesans... Bütün bu sürelerde teknolojik ve bilimsel bulguların, keşiflerin çok önemli rolü var. Sanatçı bilimi takip ediyor mu? Hayır. Ama o bulgular ve keşifler sonucu topluma akıtılan yenilikleri ve onların ortaya koyduğu yeni üretimleri, malzemeleri, işlevsellikleri düşünmelisiniz. Halkın, insanların, toplumu, sezdiği bir şey var havada. Az da olsa yaşamına aktarılan etkileşim var. Mesela Kübizm belli bilimsel keşiflerin sonucunda çıkmış bir şeydir. Rölativite teorisiyle, Kübizm yan yanadır, üst üstedir, paraleldir. Picasso ve Braque Kübizm’i icat ederken, Afrika heykellerini incelerken rölativite teorisinin yankıları bilinç altını etkiliyordu. Dolayısıyla insanlar toz gibi havada uçuşan farkındalıkları, sezdiler ve onlara görsel, ruhsal olarak tozlar eklediler. Bu tozlarla değişiyor toplumlar. Türkiye’deki sanata geri dönersek çok daha iyi bir gidişat var. Daha fazla sanat etkinlikleri oluyor. Gençler bunları izliyor. Dolayısıyla tozlar yayılmaya başladı. Zihniyet değişimi bu şekilde oluyor. Bizim yaptığımız şeyin değeri budur. Biz sanatçılar bundan anında bir geri dönüş bekleyemeyiz. Bizim için geri dönüşü olmayan bir şeydir bu. Biz sanatı yapmadan duramadığımız için yapıyoruz. Geri dönüşü de olacaktır diye düşünüyoruz.
İpek Duben’in üretimine dair belge ve fotoğrafları bir araya getiren ve yayın ile eş zamanlı olarak bir arşiv de erişime açıldı. QR kodu okutarak arşive erişebilirsiniz.
*İpek Duben: Ten, Beden, Ben
Türkçe, 272 sayfa ©2024 Salt/Garanti Kültür A.Ş. (İstanbul)
ISBN: 978-605-69760-9-4
Editör: Vasıf Kortun
Yayın Koordinatörü: Sezin Romi
Metinler: Işın Önol, Kaelen Wilson-Goldie, Marianne Hirsch
Söyleşi: İpek Duben, Vasıf Kortun
İngilizceden Türkçeye Çeviri: Çağla Özbek
Düzelti: Özlem Altunok
Tasarım: Esen Karol Baskı: Ofset Yapımevi
Satış noktaları: Robinson Crusoe 389 Kitabevi (Salt Beyoğlu ve Salt Galata)
Bu kitap, Banu ve Hakan Çarmıklı’nın desteğiyle yayımlanmıştır. Kitabın kâğıdı Umur Basım A.Ş.’nin desteğiyle temin edilmiştir.
Comments