Bu yılki Bienal’in ‘komşu’ etkinliklerinden biri olan Ağustos Böceğini Savunmak Gerek adlı sergi, Bienal’in sorduğu temel soru (‘iyi bir komşu’ kimdir / ne yapar?) için alternatif bir düşünce alanı açıyor. Bu düşünce alanının orta yerinde, La Fontaine’nin meşhur ağustos böceği – karınca dikotomisi var. Sergi, adıyla yaptığı çağrıdan da görüleceği gibi, çalışma etiğini (ve doğurduğu yıkımları) sorunsallaştırılıp, tembellik hakkına çağrı yapıyor.
Mahmut Celayir, Ağustos Böceğini Savunmak Gerek, Pekerun
Herkesin çocukluktan hatırlayacağı üzere, bu iki insansılaştırılmış hayvan ‘komşu’dur ve La Fontaine’in masalı ‘ideolojik’ bir hamleyle, karıncanın, yani çalışma etiğinin tarafını tutar. Buna göre ‘iyi’ komşu karıncadır, ‘kötü’ komşu ise diğer aylak böcek. Karınca disiplin, itaat, ölçülülük, görev, tektip uyum gibi ‘militer’ değerlerin cisimleşmiş haliyken, ağustos böceği aylaklık, esriklik, tembellik, yaratıcılık, öngörülemezlik gibi kendiliğinden değerlerin temsilidir. Karınca yeryüzünde ‘rasyonel’ inşa faaliyetinin temsili iken, ağustos böceği ‘irrasyonel’ duygulanımların hayvanıdır. Karıncalardan bir okul binası, fabrika ya da ordu kurabilirsiniz, ağustos böcekleriyse ancak şenlikli bir komün kurabilir. Karıncalar konusunda disiplin aygıtlarının eleştirel düşünürü Foucault’yu, ağustos böcekleri konusunda ise akışların ve kaçış çizgilerinin esrik filozofu Deleuze’ü hatırlamak işten bile değil.
Bu iki hayvandan hangisini iyi ilan ettiğiniz önemli: İyi bir komşu olarak karıncayı seçtiğinizde, karınca-komşunun bütün disipliner sosyo-ekonomik-sembolik düzenini de yeniden yaratmış olursunuz, ağustos böceğini seçtiğinizde ise, disiplinin dışına çıkan ve hayat denilen şeyi bir yaratıcı-yoğunluğa taşıyan kaçış çizgilerini derinleştirmiş olursunuz. Bu basit dikotominin dışına çıkıp, şunu da söylemek lazım: iyi bir komşu ‘işe yaramazlığı’ ve ‘abject’ haliyle sistemi afallatan bir Kafka-böceği de olabilirdi. Kafka’nın böceği ağustos böceği gibi ‘şenlikli’ ve ‘esrik’ değildir, hoş sesler de çıkarmaz ama tam da bu ‘negatif’ ve her şeyi yadsıyan haliyle, özgürleşmiş bir figürdür, bir kaçış çizgisidir, odasına kapanmış bir ergendir, dış dünyayla bağını koparmış bir katatoniktir, işe yararlık etiğini bozan bir punk, hatta bir junky’dir, yeraltıdır vesaire. Bu üçüncü ihtimali sanatta tembellik hakkının ve etiğinin, şenlikli değil asık suratlı savunucu Mladen Stilinoviç çok iyi göstermişti. Stilinovic’in meşhur Artist at Work’ü sanatçı figürünü yatağında yoğun bir miskinlik içinde yatan, kalkıp kimseye şarkı söylemeye hiç de niyeti olmayan bir negatif figür olarak gösteriyordu.
ABDO, "isimsiz", Ağustos Böceğini Savunmak Gerek
Sergiye dönelim; Hülya Emir ve Esra Emir’in mekan için tasarladıkları dev ve dolambaçlı bir masa var. Bu masa-konstrüksiyonu mekana yayılan istilacı bir kuvveti andırıyor ve girebileceği her alana giriyor ve sonuçta, sergi metninde ifade edildiği gibi: “Her yere yayılma eğilimdeki saldırgan inşa felsefesinin saplanıp çıkamadığı bir uzama gönderiyor bizi.” Bu yayılmacı-konstrüksiyonun bir yemek masası biçiminde olması ‘uygarlık’ ve ‘yemek’ arasındaki açık bağlantıyı ifade ediyor. Mevcut ‘uygarlık’ öncesi avcı-toplayıcı hayat, herkesin bildiği üzere, inşa-edici değildi ve yerleşik bir masayı da gerektirmiyordu. Masa çok açık biçimde ‘uygarlık’ (ve hoşnutsuzlukları) demektir. Bunuel’in Burjuvazi’nin Gizli Çekiciliği’nde bütün burjuvaları bir masa etrafında toplayıp gülünçleştirmesi rastlantı değildi. Bu masanın bence iyi bir kavramsal hamlesi daha var: çatal ve kaşıklar doğrudan masa üzerine saplanmış. Yani ima şu: aslında masadaki ‘yemekler’den çok, masanın kendisini yiyoruz. Masanın kendisi (araç) yemek yemeyi (amaç) ikincil konuma atan bir varlık. McLuhan’ının başka bir bağlamda sarf ettiği mottoyu hatırlamamak elde değil: araç mesajdır.
Hülya Emir & Esra Emir, Ağustos Böceğini Savunmak Gerek, Mimari konstrüksiyon
Sergideki bir diğer sanatçı ABDO’nun işleri ise, karıncanın temsil ettiği inşa-yayılma faaliyetinin doğal manzarayla çarpıştığı melez manzaralar sunuyor. Bu resimlerdeki insan ve hayvanlar ve görülmeyen ama hissedilen rüzgarlar, binalar ve trafolarla bir ‘çekişme’ içinde. Bir açıdan distopik görünen, arızalarla dolu bu manzara, bir yandan da doğanın kadim kuvveti karşısında inşa faaliyetini gülünçleştiren bir etkiye sahip. Bu manzalardaki arızi unsurlar, inşaya bir şekilde ‘direnen’ insan ve hayvan figürlerinin çıkardığı ‘arızalar’ (direniş noktaları) olarak da görülebilir.
Mahmut Celayir’in resimlerinin sunduğu manzaralar ise, bir inşa-öncesi yabanlığını gösteriyor. Henüz istila edilmemiş, modern-öncesi, iç açıcı manzaralar. Nefes alma mekanları. Bu ‘natüralist’ resimlerin ütopik bir duygu yaratması da manidar.
Merve Şendil, "İsimsiz", Ağustos Böceğini Savunmak Gerek, Ses enstalasyonu
Bu doğayla ya da primitif manzarayla temas hissi, Merve Şendil’in yerleştirmesiyle tamamlanıyor. İnsan-yapımı karmaşık bir ses-aletinden yükselen doğa sesleri, ilk bakışta (ya da ilk duyuşta diyelim) dışarıda bırakılan ‘komşu’yu, tabiatı içeri çağırıyor gibi. Ama buradaki asıl mühim nokta, seslerin de yapay olarak, insan-eliyle üretilmiş olması. Bu hamle çağrıyı tersine çeviriyor: tabiatı içeri çağırmayın, tabiata çıkın.
La Fontaine’nin ‘komşuluk’la alakalı bir masalı daha var: Şehir Faresi ile Tarla Faresi. Bu iki fare çok iyi arkadaştır, şehir faresi tarla faresini sık sık ziyaret eder, yer içer dolaşırlar, sonra bir gün tarla faresini şehre, kendi evine davet eder. Tarla faresi müthiş lüks bir sofrayla karşılaşır ve acayip mutlu olur. Ama sonra evin kedisi gelir, iki fare korkuyla kaçışır. Bir süre sonra masaya geri dönerler ama bu sefer de evin sahibi gelir, yine kaçarlar. Tarla faresi şehir faresine şöyle der: ben gidiyorum, yemeğimi korku içinde yemek istemiyorum. Çalışkan-karınca ve icraatları işte bu korkunun müsebbibi ve cisimleşmiş halidir. Komşuyu da korku öldürür.
Comments