Sanatçı ve yazar Erdal Ateş'in uzun süredir üzerinde çalışmakta olduğu duvarların hikayesini ve hakkında yazdığı metinleri kendi kaleminden çıktığı haliyle yayınlıyoruz.
Onların içi ve dışı
Çocukken eşyasız, boş bir evin içinde olmak beni çok etkilerdi. Bazen mahallemizden birileri taşınırdı. O boşaltılmış, eşyasız ev, hemen kendini gösterirdi sanki. Neyini gösterirdi? Bırakılmışlığını. İşte bu bırakılmışlık, kanayan bir yara gibidir. Bir insanı sarıp sarmalayan giysileri çıkardığınızda nasıl insanın çırılçıplaklığı ortaya çıkarsa, bırakılmış evler de aynen öyledir. Hep giyinik görmeye alıştığımız birini, birden çıplak gördüğümüzdeki şaşkınlık ve merak duygusu gibi. Şaşkınlık ve merak, beni o boş evlerin kıyısına, kirli pencere camlarına çekmiştir hep.
İlk kez yedi yaşımdayken boş bir evle ve onun kırılgan, hüzünlü duvarlarıyla karşı karşıya gelmiştim. Sarı badanalı ev boşaltılmıştı. Gidenleri pek tanımazdım. Genç bir karı koca, benden küçük iki kız çocuğu olan bir aile. Kadınla birkaç kez konuşmuştum. O kadar. Önünden geçerken loş ışıklı mutfağa ve kadına hep bakarak geçerdim. Derme çatma bir mutfak, iş yaparken kollarından şıkır şıkır bilezik sesleri gelen büyük popolu bir kadın. Mutfak penceresinin önünde yağ, salça tenekelerinin içindeki fesleğenler o sıradan eve yaşam katardı… Bir de bazen açık pencereden çok güzel yemek kokular gelirdi ki bu koku, daha çok balık kokusu olurdu. Salonlarını açık pencereden birkaç kez görmüştüm. Duvarlarda çerçeveli siyah beyaz aile fotoğrafları vardı. Bu evin önünden geçtim. Geçerken evin içi beni hiç ama hiç ilgilendirmezdi. Diğer evler gibi bir evdi işte. Bu ailenin taşındığı gün üzülmüştüm. Kısa bir süre sonra boşalan ev ilgimi çekti. Mutfak boştu; yemek kokuları, bilezik şıkırtıları, koca görüntülü popo yoktu artık. Gidenlerin varlığını belleğimde yaşatıyordum.
Bir sabah boş evin salon penceresinden içeriye baktım. Kirli duvarlar, yerlerde değersiz döküntülerden başka bir şey görünmüyordu. İlk kez bu eve, pencere camına burnumu dayayıp bakıyordum. Onlar yoktular artık. Ve ben onlardan kalan boşluktaki imlere kendimce anlamlar yüklüyordum. Kapıya yöneldim. Kapı kolunu tuttum ve yavaşça ittim. Açıldı. Bir hırsız tedirginliğiyle içeri girdim. Beni irkilten o bırakılmışlık kokusu olmuştu. Sonraları bu kokuya alıştım. Ağır ağır evi dolaşmaya başladım. Dolaşırken bu evden taşınan ailedeki insanların yüzleri usumda uçuşuyordu ha bire. Daha önce hiç ilgimi çekmeyen bu aile, evin içinde bir başıma gezinirken istençdışı olarak ilgimi çekiyordu. Sanki taşınmadan önce onlarla ilişkiye geçmediğim için hayıflanıyordum.
Küçücük bir mutfak. Tezgâhta ve duvarlarda yemek lekeleri; yerde tüpün yuvarlak pas izi; beton tezgâhta üstleri barlanmış salça ve turşu kavanozları; kırık, çatlak tabak, bardaklar…
Kötü bir yemek kokusu sinmiş mutfağa. Birden bu mutfakta dışarıdan geçerken gördüğüm o kadının yerine koydum kendimi. Bu yerine koyma birkaç saniye sürdü ancak. Banyo da mutfak kadar bir yerdi. Üzerine oturulup yıkanan tahta tabure, bir köşede öylece duruyordu. Bir başka köşede kullanılmış, ağzı kıllarla tıkalı Permatikler; ahenkli ahenkli damlayan sarı bir musluk. Ailedekilerin banyo olurkenki görüntüleri, kendiliğinden geliyordu gözümün önüne… Duvarların üst tarafı nemden çatlamış, dökülmüş ve kimi yerlerde kabarık kabarık. Tuvalet ne kadar da küçük. Mozaik tuvalet taşının boktan kahverengileşmiş deliği belki de ilk kez kupkuru. Buranın duvarları da banyonunki gibi. Taşınan ailenin bir ferdi gibi işedim. Ve mahrem yere, yatak odasına yöneldim.
Bir evden yeni taşınan bir ailenin kokuları, sıcaklığı uzunca bir süre kaybolmaz. İşte bu koku ve sıcaklık insana ailenin hiçbir yere taşınmadıklarını, hâlâ burada olduklarını duyumsattırır. Bunu en çok da yatak odaları duyumsattırır. Ve bu durumda siz ya eve giren bir hırsız ya da bir hayaletsiniz. Ben ne hırsız ne de hayalettim. Bir çocuktum. Ve çocukluğumun masumiyetini, bilisizliğini kullanıyordum ama bir “hırsız” nitemi de beni pek rahatsız etmiyordu doğrusu. Bırakılmışlıktaki imleri, kederi ve yapayalnızlığı çalan bir “hırsız…”
Oto tamirhane duvarları
1.
İskitler Endüstri Meslek Lisesi’nin etrafına her pazar günü kurulan bitpazarı, belediye tarafından yasaklanınca satıcılar, yeni yer olarak –belediye tarafından yakın zamanda boşaltılmış olan- oto sanayi sitesini keşfettiler. İyi ki eski yer yasaklanmış, iyi ki satıcılar burayı keşfetmişler… Yeni yerin insanı irkilten ve meraklandıran (benim gibileri belki!) bir havası var. Sanki yüzyıl öncesinden kalma ya da savaşta yerle bir edilmiş bir görünüm…
Boşaltılmış onlarca tamirhane… Pazardaki öteberiye bakarken tamirhane duvarları bir paratoner gibi beni kendine çekiyor. Her zaman bana itici gelen bu yerlerin boşaltılmış (belediye tarafından) hali ne kadar da etkileyici… Bu oto sanayi bir müze olmalı bence. Ve sanatçılara farklı tamirhanelerde yerleştirme sergileri düzenlemeleri sağlanmalı.
Tek tek her tamirhaneye girdim, çıktım… girdim, çıktım… Bazılarının kapıları kapalıydı. Oralara kapıların açık yerlerinden baktım.
Tamirhaneler normalde pis mekanlardır. Terk edilmiş halleri ise sanki şehir çöplüğünü andırıyor. Bu biraz da zorla çıkarıldıkları için kırılan, parçalanan kapılar, duvarlar gibi -işe yaramaz öteberiyi etrafa dağ gibi yığma- bir çeşit protesto… Terk edilmiş evlerde, binalarda olduğu gibi buralar da birilerinin yeni mekânı olmuş/oluyor ve kirlilik, izbelik daha da artıyor.
Birçok tamirhanede, yerlerdeki dünya kadar ıvır zıvırdan yürünmüyor bile. Hele o iğrenç bok, sidik ve leş kokuları… Ve bu pis yerlerin o muhteşem duvarları… Daha önce gördüğüm duvarlara benzemiyor tamirhane duvarları. Boya, polyester ve ziftleme işi yapan atölye duvarları tam bir görsel şölen…
Sanayi, tamirhane denince usuma hep o mahzun, kırılgan çıraklar gelir. Ya sınıfta kaldıkları için ya da yoksulluktan, sanayinin hoyrat çalışma yaşamına, birileri tarafından, “Eti senin kemiği benim” denilerek getirilir/düşürülür. İşte o körpecik çocukları düşünüyorum, duvarlara bakarken. Tamirhanelerin bana itici gelmesinin nedeni bu belki de.
Darp izleri; yağ, boya lekeleri; kışın ısınmak için yakılmış sobanın isleri; alet edevatların asıldığı çiviler çengeller…
Derin bir hüzün gizliyor, çırakların çocuk hayatlarını zindan etmiş bu duvarlar. Ne çok çırak dayak yedi, ne çok çırağa hakaret edilip onuru kırıldı, ne çok çırak gizli gizli ağladı bu duvarların bir yerlerine sığınarak ve ne çok çırak buralarda hayaller kurdu güzel günlere dair…
Elimi kolumu sallayarak o tamirhaneden bu tamirhaneye girip duvarlarla göz göze gelmek, beni çok mutlandırıyor. Duvarlara dokunuyorum; kimi kavlak sıvaları, boyaları söküyorum; fotoğraflar çekiyorum… Diğer günlerde böyle dolaşamıyorum. Birileri mutlaka karşıma dikiliyor:
“Ne var, ne arıyorsun?”
“Niye bakıyorsun o duvarlara?”
“Niye fotoğraf çekiyorsun?”
“Belediye görevlisi misin?”
“İzin aldın mı buraya girmek için?”
Pazar günleri bitpazarındaki kargaşadan dolayı böyle şeyler olmuyor. Kimi bitpazarı esnafı da bu tamirhanelerde tezgâhlarını açıyor.
Duvarlar ah duvarlar!
Duvarların dili olsa da anlatsa öykülerini, söylese türkülerini…
Duvarların elleri olsa da yazsa tarihlerini…
2.
Sanayiye her hafta düzenli olarak gittim. Daha önce gördüğüm, incelediğim mekânlar ve duvarlar, birkaç hafta içinde sanki bambaşka bir görünüme dönüşüyordu. Duvarların ve boşaltılmış mekânların en sevdiğim yönü de bu. Sürekli bir dönüşüme uğramaları. Bazen kendiliğinden çoğu zaman da insanların eliyle. Bazen muhteşem bir duvar, ısınmak için yakılmış bir ateşin dumanıyla sıradan siyah bir duvar olurken, bazen de sıradan bir duvar sürülen boyalarla, yazılarla, darp izleriyle ya da ateşin çıkardığı dumanlarla etkileyici olabiliyor.
Atölyelerde yerlerdeki o çerçöp, pislik ile duvarların bir bütün oluşturduğunu ilk kez sanayide duyumsadım. Etle tırnak gibi –tavanlar da dahil- bu uzamdaki imler/imgeler/simgeler… Çoğu zaman duvarları bırakıp sadece yerdeki o çerçöp dağına odaklandım. Neler yoktu ki? Atölyesine göre kırık metal parçaları, yağlı bezler, teller, parçalanmış lastikler, yedek parça kutuları, kullanılmış fırçalar… Daha sonra bir yerlerden buralara getirilmiş değersiz birçok ıvır zıvır…
Onlarca boş atölyeleri –geçici de olsa- herkes farklı amaçlar için kullanıyordu. Kimileri buralarda kalıyor, kimileri kafa çekiyor, kimileri de kerhane gibi kullanıyordu. Sonuncusu benim bu mekânları hissetmemi, görsel notlar almamı sonladı. Her yer fahişelerle ve pezevenklerle doldu. Her atölyenin önünde kadınlar ve onlara gelen müşteriler. Artık atölyelerdeki yerler kullanılmış kondomlardan, spermli peçetelerden geçilmiyordu.
Bir pazar sabahı sanayiye gittiğimde yalnızca zabıtalar ve polis minibüsleri vardı. Buranın sonunun geldiğini anlamıştım. “Adam öldürmüşler gece” dedi, tezgâh açan genç bir adam. “Karı getirmişler. Sonra birileri gelmiş. İçkili miymişler ne… Tartışma başlamış. Birini bıçaklayıp öldürmüşler. Polisler de tezgâhları kaldırıp attı. Yasakladılar burayı. Olacağı da buydu.”
Gerçekten de o günden sonra pazar bir daha hiç kurulmadı. Yollara moloz yığını döküldü. Hafta içi uğradığımda da bu mekânlara uzaktan bakıyordum. Ortalık seks pazarına dönüşmüştü. Beni gören fahişeler de buraya seks için geldiğimi düşünüyorlardı.
Belki de bir anlamda, “kırık pencereler tezi”(broken windows thesis)* burada yaşananların bir tanıtıydı. Önce mekânlar boşaltıldı. Boşalan mekânların camları, pencereleri, kapıları kırıldı. Sonra buraları birilerinin mekânları oldu. Ve kendilerine buraları mekan tutanlar, toplum tarafından onanmayan, hoş görülmeyen işler yaptılar… Ve kan döküldü!
Kendime başka yerler, duvarlar bulmuştum artık. Hızla apartmanlaşan semtlerdeki yıkılan gecekondu semtleri ilgi odağım olmuştu. Ayrıca merkezi yerlerdeki boşaltılmış büyük binaları da hiç kaçırmıyordum. Boşaltılmış bir eve, binaya dayanamayıp girdiğimde bazen kötü sürprizlerle karşılaşıyordum. En kötüsü de toplu halde uyuyan sokak köpekleri…
Bir gün yoksul bir Çingene mahallesinde yıkık bir dükkânın duvarlarını incelerken genç birisi bana sokağın karşısındaki iki katlı harabe binayı gösterdi. Birlikte gittik. Eskiden evleriymiş. Ev her an çöktü çökecekmiş. Binanın pis kokulu, loş ışıklı kapısından girdik. Genç adam bana bir oda gösterdi. Donakaldım odaya girdiğimde. Hayatımda hiç böyle etkileyici duvarlar görmemiştim. Kavlamış pembe boyaların altından yeşiller görünüyor… Yeşillerin altından
maviler… mavilerin altından sarılar… sarıların altından… Muhteşem lekeler; müthiş bir dekolaj eser.
Genç adam iki eski sandalye getirdi yan odadan. Oturduk elini uzattı. Tokalaştık, tanıştık.
Ve bir filmin can alıcı sahnelerini izler gibi kendimizi duvarlara verdik…
* “Düzensiz davranışları suç korkusuyla, ciddi suç potansiyeliyle ve Amerikan şehirlerindeki çürümeyle ilişkilendiren bir tez.”dir. “Özetle, küçük düzensizlikler daha büyük düzensizliklere ve nihayet ciddi suçlara davetiye çıkarmaktadır.”
Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü
Comments