top of page
Fatih Tan

Kayıt Dışı Cinayetler No:1 Jean-Michel Basquiat

Yazar Fatih Tan’ın sanat dünyasının tanınmış ressamlarını birer “maktul” olarak konuk ettiği Kayıt Dışı Cinayetler yazı dizisi iki ayda bir unlimitedrag.com'da okuyucuyla buluşuyor. Kayıt Dışı Cinayetler’in kriminal kurgu dünyasının ilk kurbanı: Jean-Michel Basquiat


Yazı: Fatih Tan



Jean-Michel Basquiat


Jean-Michel Basquiat 1960 yılında Brooklyn, New York’ta doğdu. Amerikalı grafiti sanatçısı ve Neo-Ekspresyonist ressam olan Basquiat, dört yaşında okumayı ve yazmayı öğrendi. Sekiz yaşında ise üç dili (İngilizce, Fransızca, İspanyolca) çok akıcı konuşmaya başladı. Yedi yaşındayken sokakta bir arabanın ona çarpmasıyla ağır yaralanıp hastanede de uzun bir süre yatağa mahkûm kalmaya başlamasıyla, zamanını iyi değerlendirsin ve sıkılmasın diye annesi ona bu süre zarfında Gray’s Anatomy (Gray’in Anatomisi) isimli kitabı hediye eder. Leonardo da Vinci’nin anatomik plakaları gibi, bu kitaptaki ayrıntılı anotomik çizimler de sanatçıyı çalışmalarının ilk dönemlerinde çok güçlü bir şekilde etkiler. O dönemki eserleri, organik bütünün kaybolduğu, vücut estetiğinin hasarlı, yaralı, parçalanmış, eksik veya noksan olan kompozisyonlardan oluşuyordu. Bu kompozisyonlar esasında, sanatçı ile benlik veya kimlik duygusu arasındaki olumlu bir bedensel değerin paradoksal eylemini temsil ediyor. Sanatçı, ilerleyen zamanlarda yine bu kitaptan ilham alarak müzik grubuna "Gray" ismini verir. Sanata karşı duyarlı olan annesi genç Basquiat'yı düzenli olarak MoMA’ya götürerek çizim becerilerini geliştirmesi için onu cesaretlendirirdi. 15 yaşındayken ise Brooklyn’deki sanata odaklanan ve öğretimi pratik öğretmeyle destekleyen lüks bir kuruluş olan Saint Ann’s özel okuluna gönderilen Basquiat, orada yakın arkadaş olduğu grafiti sanatçısı Al Diaz ile tanışır. Al Diaz ile birlikte, SAMO takma adı altında Güney Manhattan sokaklarında grafitiler yapmaya başlar ve o çevrede bir anda ün kazanır. Para kazanmak için New York’taki müzelerin önünde ve muhtelif sokaklarda kendi yaptığı tişörtleri ve kartpostalları satar ve bir dönem de giyim mağazasında çalışarak geçimini sağlamaya çalışır. Önce New York’ta grafiti sanatçısı olarak ün kazanır, ardından 1980’lerde yeni Neo-Ekspresyonist tabloları çizmeye başlar. Basquiat, ressam olarak ilk defa Haziran 1980’de birçok sanatçının katıldığı (Charlie Ahearn, Peter Angermann, Jane Dickson, Keith Haring, Joe Lewis, Alex Katz vs.) The Times Square Show (Times Meydanı Gösterisi) isimli sergiye katılarak, adından sıkça söz ettirir. The Radiant Child (Parlak Çocuk) tablosunun 1981’de Artforum dergisinde basılmasının ardından, uluslararası bilinirliğe sahip ilk Afroamerikan ressam olur. Sonraki birkaç yıl boyunca ressamın eserleri New York’taki önemli galerilerde sergilenir. 22 yaşında ise çağdaş ve kavramsal sanatın birçok önemli ismiyle birlikte (Marina Abramoviç, Ulay, Andy Warhol, Vitto Acconci, Joseph Beuys, Günter Brus, Keith Haring, Donald Judd, Joan Jonas, Joseph Kosuth, Pierre Klossowski, Barbara Kruger, Sol LeWitt, Anselm Kiefer, Gerhard Richter, David Salle, Cindy Sherman, Richard Serra vs.) 1982’de Kassel’deki documenta 7'nin o efsanevi kadrosuna katılarak, eserleri sergilenen en genç sanatçı olur. 1982’li yıllarda Basquiat, Julian Schnabel, David Salle, Francesco Clemente ve Enzo Cucchi gibi sanatçılarla birlikte Neo-Ekspresyonist akımının içinde yer alır. Yine o dönemlerde henüz ün kazanmamış Madonna ile birlikte aynı evi paylaşır ve Andy Warhol ile çok derin bağları olan bir dostluk kurarak 1984-1986 yılları arasında birçok defa beraber ortak projelere imza atar. 1985’te ise Basquiat, The New York Times Magazine'in New Art, New Money: The Marketing of an American Artist (Yeni Sanat, Yeni Para: Amerikalı Bir Sanatçının Pazarlaması) başlıklı sayısının kapağında yer alır.


Basquiat plastik olarak, renk, işaret, biçim ve metinle titreşen büyük tuvalleri odağına alır. Sürekli tekrarlayan görüntüleri, sanki konuşuyormuş gibi ağzı açık insan kafalarını kolajlarla karakterize eder. Resimlerinde akrilik, sprey, yağ çubuğu ve grafitilerle yoğun renk skalalarını yakalar ve bunlarla New York’un alt kültürünü yansıtır. Basquiat için kelimeler önemlidir. Kelimeler, tuval veya kâğıt yüzeylerini manipüle etmek ve başka politik anlamlara göndermede bulunmak için örtük bir şekilde kullanılır. Hatta fenomen olan SAMO isminin çıkışı da bu durumun bir sonucudur. SAMO önce bir takma ad olarak sanatçı tarafından tercih edildi, fakat sonra bizzat onun imzası haline geldi. “Aynı Eski Bok” anlamına gelen SAMO, beyaz kültürün referanslarına ve rejimin siyahilere yönelik rijit asayişine bir eleştiridir. Sanatçı bu eleştiri bağlamında sıklıkla aynı formları yapar. Yuvarlak gözleri, alüvyonlu burunları ve görünür dişleri olan çökük, kafatası benzeri insan yüzlerini çizer. Bu anatomik çizimler, diyagramlar ve tıbbi terminolojik imgeler, belirgin bir şekilde birbirini tekrar eder. Basquiat’nın kısa yaşamına sığdırdığı uzun ve çetrefilli kariyerinin en belirgin faktörü de problemli aile ilişkileridir. Bu durum, onun genel ruhsal bozukluğunun ve kriminal kişiliğinin temel unsurlarının en önemlisidir. Hızlı ve underground yaşamı, uyuşturucu bağımlılığı ve anksiyete bozukluğu onu erken bir ölüme götüren süreç olur. Dolayısıyla da Jean-Michel Basquiat’nın tüm çalışmalarının gömülü dünyaları, karanlık atmosferleri, okült simyaları, tanrıları ve düşmüş ama asla fethedilmemiş kelimelerin ihaneti buradan gelir. Kimliksel -siyahi- bir dirençle bakışını hayata döndürerek, sanat yoluyla tahakküm eleştirisinin gücünü sürekli kılar. Resimlerindeki çizgilerin birbirine geçmeleri, biçimleri, dikişleri, tekrarları, birer çağdaş hiyerogliflerin bitmez tükenmez yankısına dönüşür. Bu yankıyla, insanlığın açık ve herkesçe bilinen gizemlerinden başat olan ırkçılığınkutsallığını tüm dünyanın gözleri önüne sermektedir. Basquiat – bilinçli ya da değil – çizdiği her işarete ve temsile giden çok sayıda gizli yolu kutuplaştırdı. Sokağın kendisini sanat için bir estetik direniş öznesi yapmayı grafitileri üzerinden başardı. Başka bir deyişle, sokağa estetik temelinde politik bir direnişin ve mübadele alanının kimliğini kazandırdı. Özellikle de Afroamerikan tarihi ve Afrika kökleri onun sanat entropisinde birincil öneme sahip bir yer tutar.


Belki de sırf bu politik tavrından dolayı tüm dünyada en bilinen, bilhassa sömürge ülkelerinde sevilen, Afrika’da sayılan ve eserleri dünyanın dört bir yanında bulunan, Jean-Michel Basquiat'nın sanat kariyeri üzerine benzer şeyleri doğrusu tekrar etmek istemiyorum. Bu bakımdan mevcut ezberin dışına çıkarak, özellikle de hayat hikâyesindeki en son epizodu, yani nesnel “ölümünü” yapısöküme tabi tutmaya çalıştım. Basquiat’nın ölümünü kendi öznel bakışımın anakronik kurmacasına dâhil ederek, bir sanatçının ölüm anının mekânını ve geniş zamanını değiştirdim. Bu da, ister istemez sanat tarihinin nesnel akışına ve yeni bir estetik bakışın sözcesinin inşasına yönelik bir hamledir.


Jean-Michel Basquiat, Kayıt Dışı Cinayetler serisinin “No: 01” maktulü olarak dosyada yer buluyor. Cinayetin birinci dereceden şüpheli faili olarak, 20. yüzyılın en sansasyonel ressam “Salvador Dalí”nin ismiyle karşılaşıyoruz. Basquiat ile Dalì’nin Paris’te tesadüfi bir otel odasında girdikleri “sanat ve resim” tartışmasının sonucunda, ortaya kriminal bir cinayet anatomisinin başlangıcı çıkıyor.


Salvador Dalí, beslediği Karıncayiyen ile metrodan çıkarken. Paris - 1969


-Kayıt Dışı Cinayetler No:01-


Yer: Le Meurice Hotel – 101 no’lu oda, Paris

Tarih: 09 Ağustos 1988

Maktul: Jean-Michel Basquiat

Şüpheli: Salvador Dalí’nin “Üç Ayaklı Taburesi”

Ölüm nedeni: Cinayet


Resmi kayıtlar Basquiat’nın New York Manhattan’daki Great Jones Caddesi’ndeki evinde, birkaç uyuşturucuyu birlikte kullanmasına bağlı zehirlenme sonucunda 27 yaşında öldüğünü yazar. Resmi kayıtlardaki bazı bilgiler gerçek, bazıları ise gerçeği yansıtmamaktadır. Oysa Basquiat, Paris’te Le Meurice otelinin 101 numaralı odasında Salvador Dalí’nin de olduğu bir zaman diliminde, üstü yarı çıplak bir vaziyette ölü bulundu. O gün 101 numaralı otel odasında kayıtlara düşmeyen kriminal hadisenin, Kayıt dışı cinayetler anatomisindeki dosyası sayesinde, hem orada asıl olan-biteni bambaşka bir perspektiften göreceğiz hem de gerçekte iki sanatçı arasında neler yaşandığını öğreneceğiz. Sanat tarihinde sansürlenen bu vakayı bir de bu açıdan okumaya çalışalım.


Le Meurice, 1835


PROLOG – DEKOR


Basquiat’nın, 1987’deki Galerie Templon'da açtığı sansasyonel sergiden bir yıl sonra, galerinin sahibi Daniel Templon, Basquiat’yı tekrar Paris’e yeni bir sergi projesi için davet eder ve onu, birçok ünlü ismin (İran Şahı, Galler Prensi, Fernandel, Elizabeth Taylor, Bette Milder, Qanadê Kurdo, Rudyard Kipling, Paul Morand vs.) konakladığı Le Meurice otelinin 104 numaralı “süit” dairesinde ağırlar. Kaldığı odanın iki kapı ilerisinde, koridorun sonunda yüzyılın en popüler ressamı Salvador Dalí kalmaktadır. Dalí’nin kapı koluna bağlı bir “Karıncayiyen”i gören Basquiat, o kapının ardında Dalí'nin olduğunu tahmin edip kapıyı çalar. Çünkü Dalí’nin bir Karıncayiyen ile Paris’te zaman zaman dolaştığını bütün sanat dünyası bilir. Kapı açılır ve karşısında dalgıç kostümüyle duran bir kişi belirir. Kafasındaki başlığı her iki eliyle avuçlayıp çıkaran kişi Salvador Dalí’dir. Basquiat, büyük ve çılgın Dalí’yi anında tanır.


-Dalí: Evet, buyurun siyah çocuk, ne istemiştiniz?

-Basquiat: Saygıdeğer Dalí, ben sizin büyük bir hayranınızım... (Basquiat tebessümle konuşmasına devam eder.) Her türlü çılgınlığı yapmama rağmen sizin kafanıza yetişemiyorum!

-Dalí: Herkes benim hayranım, ben de kendime hayranım. “Narcissus’un Metamorfozu” eserimdeki “ben” olan Narcissus’da Dalí'ye hayran! Bu döngü böylece devam eder. Eğer imza ya da fotoğraf için geldiysen öyle bir vaktim yok, bilen bilir, benim bir saatim $25bin dolar (Dalí, tam kapıyı kapatmaya çalışırken, Basquiat araya girer.)

-Basquiat: Saygıdeğer Dalí, bende ressamım! Bir saniye kapıyı kapatmayın lütfen! Şuan Paris’e bir sergi programı için gelmiş bulunuyorum. Geçen yıl da bu vakitlerde bir solo sergim olmuştu. (Dalí kapıyı kapatmaktan vazgeçer.)

-Dalí: (Dalí küçümseyici bakışlarla Basquiat’yı süzer.) Ressam mısın? Sergin mi var? Kimsin sen? Adın nedir siyah çocuk?

-Basquiat: Ben Basquiat... Jean-Michel Basquiat efendim, Afroamerikalıyım.

-Dalí: (Dalí bir müddet düşündükten sonra, kapıyı birden sonuna kadar açar, kafasıyla içeri geç der gibi bir harekette bulunur.) Buyur, siyah kral! Geçebilirsin. (Basquiat kapı eşiğinden içeri geçtiği sırada, Dalí eğilip dizlerini kırarak, saçma sapan el hareketlerinde bulunur. Sözde Basquiat’ya yönelik saygınlığını ifade eder.)

Projeksiyon 1: Basquiat içeri girer. Dalí, onu deniz kabuklarından yapılmış tasarım bir koltuğa oturtur. Hemen yanında sivri boynuzlarıyla duran gergedan kafasından bir sehpa ve onun üzerinde de bir telefon, ama telefonun ahizesi ıstakozdan yapılmış. İçerdeki tüm tasarımlar Dalí’nin imzasını taşımaktadır. Ve her şey o kadar gerçek ki sanki nefes alıp vermektedirler. Oda çok dağınık, her yerde sanat-magazin dergilerinin yırtık sayfaları ve Dalí’nin rutin çalıştığı model kadınların rengârenk iç çamaşırları saçılmıştır. Dalí, üstündeki dalgıç kıyafetini değiştirmek için Basquiat’dan izin ister. Koltuğun karşı duvarında, asılmış bir tüfek durmaktadır. Duvar, bedevi motifleriyle bezenmiş, arabesk hatlarla resmedilmiştir. Yan taraftaki odadan ise bir kadının buğulu sesi gelmektedir. Anlaşılmayan bir dil ile benzer cümleleri tekrar eden ve radyo sesini andıran bir ses...

-Dalí: Şu koltuğa oturabilirsin. Ben üstümü değiştirip geleceğim.

-Basquiat: (Basquiat, heyecanını gizleyemez.) Çok teşekkür ederim efendim. (Basquiat etrafını incelemeye başlar, gözü sürekli duvardaki tüfeğe ilişir, içtiği cigaradan kaynaklı ilk başlarda hayal gördüğünü sanır, sonrasında onun bir tüfek olduğuna emin olur ama yine de onun o duvarda asılı durduğuna hiçbir anlam veremez. Otel yönetiminin böyle bir şeye nasıl izin verdiğini düşünür. Sonra söz konusu olan şey eğer Dalí ise, bu durumun çok normal bir “kurmaca” olduğuna ve buna otel yönetiminin göz yumduğuna hemen ikna olur. O sırada Dalí gelir.)

-Dalí: Söyle bakayım siyah kral, sergin hangi galeride?

-Basquiat: Templon Galeri’de efendim... Geçen yılki sergi açılışında sizin olmanızı çok isterdim, size ulaşmaya çalıştık, sanırım siz o dönem Londra’daydınız.

-Dalí: Hım, demek Templon’da... Sahibi Daniel çok açgözlü bir simsardır, dikkat et seni kazıklamasın. Evet, geçen yıl bir ara bu vakitlerde BBC televizyonuna bir röportaj vermek için Londra'da bulunuyordum. Londra, kızarmış patates, balık, bir bardak çay, yatak, yemek, seks, kötü hava, Mary Poppins... Londra işte, hiç sevmem!

-Basquiat: Daniel konusundaki uyarınızı dikkate alacağım efendim. Peki, size bir şey sormak istiyorum. Siz beni içeri aldınız, çok teşekkür ederim. Benim resimlerimi biliyor musunuz ya da ne çalıştığımı, ne tarz üretimlerde bulunduğumu…

-Dalí: Elbette biliyorum. (Dalí alaylı bir şekilde) Benim yeryüzünde bilmediğim sanatçı ve eser yoktur. Senin Fildişi Sahili’ndeki Fransız Kültür Merkezinde açmış olduğun serginin kataloğu arkadaşın Jennifer Goode tarafından elime ulaştı. Yani anlayacağın çocuk SAMO hareketinden haberdarım.

-Basquiat: (Basquiat kalbi yerinden çıkacak gibidir, Dalí tarafından bilinmek onu müthiş sevindirir.) Çok duygulandım efendim, bunu hiç beklemiyordum.

-Dalí: Öyle mi? O zaman yerinden hiç kıpırdamadan birde şunu dinle, yaptığın işlere bir anlam veremiyorum, birçoğunu anlamlandıramıyorum. Çizgilerin çok kaba, resminde bir derinlik yok. Ucuz sokak afişleri gibi geliyor bana. (Bu sözleri duyan Basquiat şok geçirir, çok şaşırır. Dalí’den bunları duymayı hiç beklemez. Derin bir duygusal çöküntü ve hayal kırıklığı yaşar, biraz bekledikten sonra toparlanır, ayağa kalkar ve bir “Marihuana” yakar.)

-Basquiat: Siz ne demeye çalışıyorsunuz? Benim çalışmalarım, duvar resimlerim, grafitilerim birer sistem eleştirisidir. Ezilen sınıfların, gettoda yaşan insanların, büyük halk kesimlerinin sosyal ve siyasal sokak temsilidir. Ben de alt kültürün bir temsilcisiyim. Tüm Afroamerikan soydaşlarımın, Fransa’da bulunan Kuzey Afrikalıların, Ortadoğu’daki Kürtlerin ve tüm dünya da sömürüye maruz kalan insanların sözcüsüyüm. Sizin gibi, resimsel sanrılara kapılmıyorum, sanrıyı rasyonel ve reel hayatın içinde bizzat bedenimde yaşıyorum. Evet, doğrudur belki de yüksek dozda uyuşturucu kullanarak ya da şuan yaptığım gibi Marihuana içerek... Bedenim rejim [iktidar] için bir sanrı olabilir, ama düşüncelerim ve resimlerim asla! O yüzden Bay Dalí, siz de rejimin bir parçası ve devamı gibi bedenime sahip olabilirsiniz, beni burada şu duvarda asılı olan tüfekle hemencecik öldürebilirsiniz, ama düşüncelerime hâkim olamazsınız Bay Dalí!

-Dalí: En son söylediğin saçmalıktan başlayayım çocuk. O duvarda asılı duran bir tüfek değil, bir tüfeğin resmidir. Çok sevdiğim ve eserlerine hayranlık duyduğum sevgili dostum René Magritte’in Ceci n’est pas une pipe (Bu Bir Pipo Değildir) isimli efsane eserine atıf yaparak çizmiştim. Ama anladığım kadarıyla kafan şuan iyice dumanlanmış çocuk, çünkü bazı şeyleri ayırt edemiyorsun! Yine de sana çok teşekkür ediyorum, gerçek bir tüfek gibi algıladığın için! Gerçi ne diye teşekkür ediyorsam, o kadar “hiperrealist” bir şekilde formu resmetmişim ki ayrıt edilmesi çok zor, hele senin gibi derinlik bilgisi olmayan, yüzeyde gezinen ampirik bir ressam bunu nerden bilsin. Neyse mevzumuza tekrar dönersek, bu tüfeği edebiyata, Çehov’a atfen çizdim, bir hikâyede eğer duvarda bir tüfek asılıysa, o tüfeğin hikâyenin bir yerlerinde patlaması gerekir savından hareketle yapmaya çalıştım. Klişe olan söylemin, öğrenilmiş davranışsal edimin ve ona dâhil olan olay örgüsünün “realist” kutsallığını ironik bir çerçeve içine alarak tiye aldım. Evet, duvarda bir tüfek duruyor ve gördüğün kadarıyla da patlamıyor. Onun patlamasını isterdin biliyorum... (Dalí, boya çantasının yanına gider, çantayı alıp geri döner ve çantayı Basquiat’ya uzatır.) Al şu boyaları, ona patlama efekti yap, zaten en iyi bildiğiniz iş bu değil mi? Bir gün bir yerde zamansızca patlamak! Ne sanrıymış ama!

Bence artık bir hikâyede bir tüfeğin değil, bir öteki bedeninin bulunması patetik bir ölümü kendiliğinden imliyor zaten. Eğer bir hikâyede bir öteki (siyahi, Kürt, eşcinsel vs.) geçiyorsa bilmeliyiz ki bir ölüm gerçekleşecek, birileri ölecek demektir. İçerdeki sesi duyuyorsun, bir video dönüyor. Bir kadının sesi ama sesi hiç mi hiç seksi değil biliyor musun? Tıpkı senin çizgilerin gibi! Onun da konuştuğu dil anlaşılmıyor. Video Kürt bir sanatçıya ait! Geçenlerde burada -Paris'te- Quai de Jemmapes'de (Jemmapes Rıhtımı) Qut isimli bir çağdaş sanat ve edebiyat sergisi açıldı. Tout commence par une interruption (Her şey bir kesinti ile başlar) diye güzel bir başlığı da vardı. İşte bu videoyu -sanatçının da izniyle- arşivime eklemek için oradan aldım. Videonun ismi, The Quests of An Anatolian Leopard in Disquiet (Tedirginlik İçinde Bir Anadolu Parsı’nın Arayışları) Videoya, bir Pars’ın gözünden olan biten tarihsel yıkımın tanığı olarak bir kadının sesi eşlik ediyor. Kadının dilinde ve sesinde bir ölümün derin sessizliği var. Coğrafyada yaşanmış bütün katliamları, sadece bir söz dokusunun yaratımına indiriyor sanatçı. Yaratmadığımızı söyleyerek yaratmak, sanat için üzerinde mutabık olunmuş bir oyun değildir artık. Sanatçının kendisi de bu oyuna dâhil olmuyor. Zaman kendi sonuna varmak için acele etmez. Pars, videoda alegorik olarak “plastik” bir imge ve bu plastik imge, çoklu anlamları barındırıyor. (Plastik=Sanat, Plastik=İnorganik, Plastik=Endüstri) Pars’a gerçekliği veren sözün dirimselliği, zamanın tarafgirliği ve tarihin kurmacasıdır. Pars’ın kurmacası, yaşanmış tarihi olayların kurmacasıyla yer değiştiriyor. Pars, artık bir kurmaca değil, kapıdaki Karıncayiyen gibi dirimselliğin soyut boyutunu maddileştiren unsurun bizzat somut cismine ve yaşanan katliamın karşısında sözün keskin suskunluğuna evriliyor! Sanatçı, bize -yani izleyiciye- etkileyici bir görsel ve duyusal anlatımla yaşamın ve coğrafyanın kırılgan yanını yaşanan trajedilerle birlikte bir reenkarnasyonun plastik tezahürüyle gösteriyor. Plastik olan kim? Bizler mi? Yaşamımız mı? Pars mı? Coğrafya mı? Doğa mı? Yoksa katliam mı? Bir dizi soru! İtiraf etmeliyim ki, bu videoda beni etkileyen bir şey var, bu videoda kendimle paralel kurduğum nokta, Pars’ı izlerken onun imajı, onun o gökyüzündeki boşlukta savrulan görüntüsü bizlerin hiçe sayılan ve plastik (yapay-suni) olarak kodlanan yaşamlarımızın değersizliğini hatırlatıyor olmasıdır. Oysa sana gelince, senin çizgilerin çok safça, çok amiyane. Eleştirdiğin rejimin karşısında çok acıklı kalıyorsun. Sana acıyorum! Çizgilerin, boya kullanımın zihinsel dünyanı çok yüzeyde bırakıyor. İmge yerine yazıyı tercih ediyorsun. Resimde yazı hiçbir zaman bir alegori olamaz. Resimsel alegoriyi sağlayan şey, imgelerin katışıksız çokluğudur. Sanrı, reelde patlayan tüfeğin kendisi değil, zihinde patlayan [sürreal] düşüncenin estetik biçimidir. Dolayısıyla çocuk, al şu boyaları ve git oraya bir patlama efekti çiz, en iyi bildiğin şeyi yap! İstersen basit bir karikatürün baloncuğu gibi istersen de Stalingrad’daki bir askerin son kurşunu gibi, seçim senin!

-Basquiat: Siz bana hakaret edemezsiniz, büyük bir ressam, deha da olabilirsiniz ama bu yaklaşımınızı kabul etmiyorum. Asıl zavallı sizsiniz, sırf ilgi çekmek ve deliliğinizi sürekli teyit etmek için kapıya bir canlı (Karıncayiyen) bağlamışsınız. Çünkü bundan şan, şöhret ve para kazanıyorsunuz. Onun yeri vahşi doğa, o evcil bir hayvan değil. Ruhunuzu arındırmak mı istiyorsunuz, o zaman bu tür saçmalıkları bırakın, benim gibi “sihirli” şeyler alın ve canlıyı habitatına bırakın. Duvardaki resme gelirsek, çok gerçekçi yapmışsınız hakkınızı teslim etmeliyim. Evet, bir patlama olacaksa, bu her zaman olmalı! İster düşüncede ister resimde ama olmalı, Çehov’a katılıyorum... Benim resimlerin bugünün modern dünyasını betimliyor, hem çok kaotik hem de çok yüzeysel. Hem çok karanlık hem de çok şeffaf. Hem çok heterojen hem de çok tekçi. Hem çok gerçekçi hem de çok karikatürist çizgisel gibi birçok dikotomik nüansı taşır ve bu şekilde devam eder. Renkleri rastlantısal kullanıyor olmam, çizgileri gelişi güzel atıyor algılanmam, bana olan ideolojik bakışın düzlemiyle eş değerdir. Beni nerede, nasıl ve hangi bakışla konumlandırıyorsan, bende aynı şekilde seni tasvir ediyorum. İletişimi ve ilişkiselliği böyle sağlıyorum. Asıl sendeki resimsel mükemmeliyetçi tezahürü nasıl değerlendirelim? Hım, ama ben ne sana ne de resimlerine en ufak bir saygısızlık etmeyeceğim. Ve oraya -duvara- bir patlama efekti de çizeceğim.

-Dalí: Kapıdaki canlı, benim zavallılığımı bana hatırlatıyor (tıpkı videodaki Pars’ın alegorik imgesi gibi), benim zavallılığım dışardaki dünyanın duyusal gerçekliğidir ve bu, beni çok korkutuyor, dehşete düşürüyor. O yüzden onu her görüşümde resmin daha derinlerine düşüyorum, içine dalıyorum. Sanata dalıyorum, deminki üstümdeki dalgıç kıyafeti onu simgeliyordu. Kompozisyonumu epizotlara ayırarak ve ayrıştırarak tumturaklı bir hale getiriyorum. Onun yeri vahşi doğa, doğrudur. Onun buradaki varlığı gerçekliğe bir ket vurmaktır, içinde bulunduğum mekânı ve zamanı ilga etmektedir. Onun yeri burası değil biliyorum, burası onun için hiçbir şey ifade etmiyor ancak benim için çok şeyi! O, içinde bulunduğum atmosferi kendi varlığıyla bir kurmacaya dönüştürüyor. Belki de en doğru cümle, onun varlığı benim için gerçeklikten kopmamı sağlayan “sürrealist” bir edimin sürekliliğidir. O yüzden buranın ne ifade ettiğini bana hatırlatıyor, benim yerim burası olmayabilirdi. Ona her baktığımda bulunduğum yerin üstüne daha sağlam basıyorum. Resimlerimde eleştiri yok mu sanıyorsun? Var, hem de çok, tıpkı o duvardaki tüfeğin alegorisi gibi doğrudan veya dolaylı imgelerden oluşuyor.

Projeksiyon 2: Dalí, Basquiat’ya boyaları uzatır, Basquiat bir Marihuana daha içmek ister, Dalí’ye de uzatır, Dalí teklifi geri çevirerek içmeyi reddeder, ama eline bir “Tiruchirapalli” purosu alarak ona eşlik eder. Basquiat, resmi (patlama efektini) yaparken üstünü çıkartır. Dalí’den bir içki ister. Dalí, mini bara doğru ilerler. Basquiat, Dalí’nin tasarımı olan gerçek çıplak insan bacak ve ayaklarından oluşan bir “Üç Ayaklı Tabure” yardımıyla resme (duvara) yaklaşır. Basquiat taburenin hareket ettiğini iddia eder.

-Basquiat: Bay Dalí, sizin bu tabureniz hareket ediyor. Sanki ayakları oynuyor, dengemi sağlayamıyorum.

-Dalí: Çok fazla ot içiyorsun çocuk, kafan çok karışık. O sadece bir tabure! Bekle, içkini hazırlayıp geliyorum.

Projeksiyon 3: Dalí, şişenin kapağını kapatır, bardağı eline alır ve bardan uzaklaşmaya çalışırken üçüncü adımda bardak elinden kayıp düşer. Bardağın yere düşmesiyle içerden “PAT” diye bir düşme sesi gelir. Basquiat geriye doğru sehpanın üstüne düşmüştür. Basquiat kanlar içinde yığılmış, gergedanın boynuzu Basquiat’nin ense köküne saplanmıştır.

-Dalí: Ne olmuş burada! (Dalí, dış kapının açık olduğunu ve sehpanın orada olmadığını fark eder! Kafasını kaldırıp duvara bakar, Basquiat, duvara patlama efekti yerine Le Hara resmini çizmiştir. Dalí, bunu hangi zamansal boyutta yaptığını anlamaya çalışırken konsolun üstündeki saatlerin eridiğini fark ederek şunu düşünür, “zaman kendi sonuna varmak için acele etmez” ve tebessümle kurduğu son cümle şöyle olur.) Basquiat sanattaki son numarasını duvara çizmiş!


Le Hara, 1981, Ahşap panel üzerine akrilik ve muşamba 180 cm × 121,3 cm


La Hara, Basquiat’ın marjinalleştirilmiş kentsel toplulukların karşı karşıya olduğu tarihsel şiddet tehdidini kabul eden pratiği içindeki gizli bir akımı temsil eder. Resim, otorite nişanlarıyla çevrili parmaklıklar ardında üniformalı bir polisin görüntüsünü tasvir eder. “Polis” imgesi aynı anda hem Basquiat’ın mirasına hem de sokak kültürüne gönderme de bulunur.

Mayıs 2017’de, önde gelen koleksiyoncu ve koruma fonu yöneticisi Steven A. Cohen, La Hara’yı Christie’s New York’ta 35 milyon dolara sattı.


Not:

The Quests of An Anatolian Leopard in Disquiet (2021, Videoart, 8.20 min.) isimli eser, sanatçı Mehmet Ali Boran’a ait.




コメント


bottom of page