top of page

Kendi kendimize yetemezken

Küratörlüğünü Yasemin Elçi'nin üstlendiği Earth Is Not Flat But Soon Will Be 27 Haziran- 30 Eylül 2024 tarihleri arasında Lüksemburg’da, Neumünster Abbey’de gerçekleşiyor. Serginin iklim krizi üzerine söylemlerini Elçi ile konuştuk


Röportaj: Berfin Küçükaçar


Yasemin Elçi


27 Haziran- 30 Eylül 2024 tarihleri arasında, Lüksemburg’da, Neumünster Abbey’de gerçekleşen Earth Is Not Flat But Soon Will Be sergisinin küratörlüğünü üstleniyorsunuz. İklim krizinin üzerinde duran sergi, bu sorunsala nasıl yaklaşıyor? Bize ana akım medyanın bu konuya dair söylediklerinden farklı olarak ne söylüyor?

 

İklim krizi, diğer toplumsal ve ekonomik krizlerden bağımsız, tek başına duran bir konu gibi algılanıyor, oysa izleri çok katmanlı. Uzun vadeli ekonomik girişimleri, iç çatışmaları, göçmen krizini, kadına şiddeti ve sınıf ayrımını direkt olarak tetikleyen bir mesele.  Bazı coğrafyalarda büyük resim daha iyi okunuyor. Bu fotoğraf sergisi iklim krizinin göz ardı ettiğimiz etkilerini beş sanatçının dokuz farklı ülkede ürettiği işlerle göz önüne getiriyor.  

 

Serginin amacı küresel ısınmanın bir efsane olmadığını, hayatımızı tam ortasından etkilediğini göstermek ve dalga halinde yayılan sosyo-ekonomik belirtilerini geniş bir çerçevede ele almak. Fakat benim başlatmak istediğim bir başka tartışma da çevrenin bir anda yaşam kaynağından “kriz” kaynağına nasıl dönüştüğü ve bunun altında yatan sebepler. Earth Is Not Flat But Soon Will Be insanlığın bitmek tükenmeyen üstünlük takıntısını; doğaya, hayvanlara, atalarına ve hatta yeryüzünü paylaştığı kendi türünden canlılara karşı hakimiyet kurma arzusunu deşiyor. Başka canlılara verdiği zararın sonunda kendisine döndüğünü unutarak geçmiş alışkanlıklara esir yaşamasının sonuçlarını araştırıyor. Çünkü insanlık bugün geleceği yönetmek için icat ettiği tüm teknolojilere rağmen kısa vadeli planlarının sonuçlarını öngöremiyor.

 

Bizden önce yaşamış insanların bugünkü bilgiye ve algı yetisine ulaşamadıklarını varsayarak kendimizi medeniyetin zirvesinde görüyoruz. Bu özgüvenle de doğayı sömürmenin doğal olduğuna inanma cüretini gösteriyoruz. Fakat tarih her zaman doğrusal ilerlemiyor. Henüz bu çağda yarattığımız problemleri çözemezken, yani kendi kendimize yetemezken, ne kadar “gelişmiş” olabiliriz?

 

Kerem Uzel, Ömür Boyu Esaret (Lifetime Captivity)


Serginin ismi, insanoğlunun bir yanılgısına işaret ediyor. Bu yanılgı ve insanın yanılgıları, serginin kavramsal çerçevesinde bir yer buluyor mu?

 

Serginin başlığı bu algılar çizgisinde geçmişte herkesin düz bir dünyaya inandığı yanılgısını vurguluyor. Oysa M.Ö. 3. yüzyılda dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlayan matematikçiler var. Bizim de geçmiş medeniyetlerden ve antik çağ geleneklerinin izlerini bugün hala taşıyan kültürlerden öğreneceğimiz çok şey var. Hatta bu kültürler, doğayla olan derdimize derman olabilecek bilgelikler taşıyor.

 

Solda: Nichole Sobecki, Toprağımızın Olduğu Yer (Where Our Land Was)

Sağda: Andrea Montavani, Kuğunun Şarkısı (Le Chant du Cygne)


İklim krizinin varlığı ve getireceği felaketler herkes tarafından kabul edilse de insanlar bu krizin doğurduğu olumsuz sonuçların uzak gelecekte olduğunu var saymaya meyilli. Bu durum da sorunu gerçekçi bir bakış açısıyla ele almaktansa efsaneleştiriyor. Sergideki işler, krizin halihazırdaki etkilerini nasıl ele alıyor? Earth Is Not Flat But Soon Will Be; Nichole Sobecki, Andrea Mantovani, Natalya Saprunova, Mathias Depardon ve Kerem Uzel’i bir araya getiriyor. Sanatçıların işleri, ortak bir söylem barındırıyor mu? Sizce sanatçılar bu sergide birbirleriyle nasıl bir diyaloğa giriyorlar?


Sergi, Kerem Uzel’in Lifetime Captivity isimli serisi ile açılıyor. 20. yüzyıla kadar yerlileri kafeslerde sergileyip, insanları soğuktan veya hastalıktan ölmeye mahkûm bırakan zihniyet, bugün aynı pratiği hayvanlar üzerinden devam ettiriyor. Hayvanat bahçelerini öyle benimsemişiz ki, bunun kolonyal bir alışkanlık olduğunu fark etmiyoruz bile. Kerem Uzel’in ilk bakışta tanıdık gelen ancak karşısındakini kendine çekerek klostrofobi hissi uyandıran fotoğrafları, hayvanlara karakter katıyor. Bizi, çevre krizi tartışmalarının yükseldiği şu dönemde halı altına süpürülen hayvanat bahçesi meselesiyle yüzleştiriyor.

 

Hayvanlar üzerinden kurguladığımız hükümdarlıktan tabii ki bitkiler de payını alıyor. Doğayı sömürmek, hayatta kalma kılıfı altında insanlığın kendine biçtiği en doğal hak. Andrea Mantovani’nin Le Chant du Cygne (Kuğunun Şarkısı) isimli serisi Polonya ve Belarus arasında yer alan, Unesco korumasında olan Białowieża Ormanı’nın Polonya hükümeti tarafından ihlal edilmesini konu alıyor. 2016-2018 yılları arasında yaşanan bu krizde yüzlerce çevre aktivisti, Avrupa’nın son ilkel ormanını korumak için harekete geçiyor ve iki yüze yakın davayla karşı karşıya kalıyorlar. Sonunda Avrupa Komisyonu tarafından durdurulan son yılların en büyük politik çevre krizi, sanatçının fransızcada “ölmeden önce söylenilen en güzel şarkı veya en son eylem” metaforu anlamına gelen Kuğunun Şarkısı isimli serisine konu oluyor. Binlerce yıllık bilgelik taşıyan Białowieża Ormanı, ona hükmetme çabalarımıza sessizce katlanıyor.

 

Doğal kaynakları sınırsızca ve kuralsızca sömürmek üzerine ana akım medyada bulamayacağımız bir başka hikâye de Mathias Depardon’un Moving Sand isimli serisiyle ortaya çıkıyor. Bu, iklim krizinin sosyo-politik katmanlarını çok net yansıtan bir iş. Ne kadar tükettiğimizi fark etmediğimiz, günlük hayatımızın bir parçası haline gelmiş bir doğal kaynak olan kumun yolculuğunun sahne arkası, Depardon’un uzun yıllardır Hindistan, Amerika, Maldivler ve Cape Verde’de sürdüğü projeyle ilk kez karşımıza çıkıyor. Depardon, sudan sonra en çok tükettiğimiz kaynak olan kumun yasa dışı yollarla bizlere nasıl ulaştığını belgeliyor. İnşaatlar, ekranlar, kozmetik ürünler gibi modern hayatın standart oyuncakları aslında yüksek miktarda kum kullanılarak üretiliyor. Kumun denizlerden çıkartılıp bize gelme süreciyse yalnızca küresel ısınmaya ve doğal plajların yok olmasına yol açmakla kalmıyor, aynı zamanda deniz erozyonuna, bu bölgelerdeki sosyal eşitsizliklerin artışına ve zorunlu göçe sebep oluyor.

 

Serginin üçüncü odasında çevre krizinin sosyal etkilerini daha net görüyor, özellikle kadın hikayeleriyle bir araya geliyoruz. The Evenki People: Custodian of the Resources of the Yakutia isimli serisinde Natalya Saprunova, Rusya’nın kuzeyindeki altın ve pırlanta madenciliğinin çevreye etkilerini ve Evenki yerlileri üzerindeki ölümcül sonuçlarını belgeliyor. Ruhen ve fiziken doğadan beslenen Evenkiler’in gelenekleri ve şarkıları onlara hayat veren, yol gösteren hayvan sembolleriyle dolu. Elli yıl önce madencilerin doğada maden bulmasına yardımcı olan, onlara yol gösteren Evenki komunitesi, sonunda endüstriyelleşen bölgenin esiri oluyor. Doğal hayatlarını ve hatta tüm yaşam enerjilerini giderek kaybediyorlar. Dünya tarihindeki döngüleri unutup kısa vadeli maddi çıkarlar ve iktidar için doğayı alt üst ederken ortaya çıkan sorunlarda bize geçmiş bilgeliklerin yol gösterebileceğini de unutuyoruz. Saprunova’nın işleri böylece sergi başlığını ve çevreyle olan kavgamızı tekrar hatırlatıyor ve doğayı binlerce yıldır bizden daha iyi tanıyanlar olmadan çözemeyeceğimizi vurguluyor.

 

Son olarak, Nichole Sobecki’nin Where Our Land Was isimli serisi, son otuz yıldır artan sıcaklıkların Somali halkını nasıl etkilediğini, sanatçının yıllarca izini sürdüğü ailelerin hikayeleriyle anlatıyor. Bu süreçte de iklim krizi bağlamında sosyal adalet üzerine önemli bir diyalog başlatıyor. Artan sıcaklıkların Somali topraklarına ve insanına çok katmanlı etkisini her yönüyle su yüzüne çıkarıyor. Ekonominin daralmasıyla yoksulluk ve iç çatışmalar artıyor, gelir kaynağı kalmayan halk zorunlu olarak göç ediyor ve göç sırasında da korsanlık ve insan ticareti bambaşka bir boyuta ulaşıyor. Sanatçı, küresel ısınmanın geri döndürülemez etkileri arasında zorunlu göç sırasında kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddetin artmasının altını çiziyor.

 

Solda: Mathias Depardon, Hareket Eden Kum (Moving Sand)

Sağda: Natalya Saprunova, Evenki Halkı, Yakutistan Kaynaklarının Koruyucuları (Evenki People, Custodians of the Resources of Yakutia)


Serginin sizin küratöryel pratiğinizdeki yeri nedir? Fotoğrafın, sanatçının ve küratörün toplumsal bir soruna yaklaşırken rolü sizce ne olmalı?


Earth Is Not Flat But Soon Will Be son beş senede Lüksemburg’da yaptığım üçüncü sergi. Avrupa’da bir kurumdan yeniden destek alarak bu projeyi hayata geçirmek benim için çok değerli. Çevre hepimiz için ortak payda ve bu konuda çok fazla yanlış bilgi yayılıyor. Hedefim, daha önce Lüksemburg’da sergilenmemiş, çevre krizine yeni bir bakış açısı sunan serileri bir araya getirerek bu konuda farkındalık yaratmaktı.


Neumünster Abbey, Lüksemburg’da, Unesco koruması altında bir kampüste yer alan, devlete bağlı bir kurum. Siz geçen yıl burada gerçekleşen A Room of One's Own isimli bir serginin de küratörüydünüz. Kurumun faaliyetleri hakkında bize bilgi verebilir misiniz? Earth Is Not Flat But Soon Will Be sergisinin Neumünster Abbey’de gerçekleşmesinin önemi nedir?

 

Neumünster, Lüksemburg şehrinin tarihi bölgesinde bulunan, 19. yüzyılda askeri hastane ve hapishane olarak kullanılmış, kendine has bir mimarisi olan geniş bir kültür kurumu. Bugün devlete bağlı, kâr amacı gütmeyen bir kurum olarak sergi projeleri, misafir sanatçı programı ve konserler yürütüyorlar. Irk, din, cinsiyet çeşitliliğine ve sergilerin sosyal etkilerine önem veriyorlar. Ben de son iki senedir onlarla iş birliği yaparak cinsiyet eşitliği ve küresel ısınma üzerine sergiler hazırladım. Earth Is Not Flat But Soon Will Be sergisinin 28 Haziran – 30 Eylül 2024 tarihleri arasında Neümünster’de gerçekleşmesi hem Lüksemburg halkı tarafından hem de komşu ülkelerden çok ziyaret almasını sağlıyor.


Earth Is Not Flat But Soon Will Be, Sergiden görünüm

Earth Is Not Flat But Soon Will Be 30 Eylül 2024 tarihine kadar Neumünster Abbey’de ziyaret edilebilir.

Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page