Türkiye operasına hayat vermiş sanatçılara ve etkinliklere değineceğimiz serimizde bu hafta Soprano Ayşe Şenoğul ile kişisel tecrübeleri ve sanat yolculuğu çerçevesinde yaptığımız röportajı sizlerle buluşturuyoruz
Röportaj: Buğra Poyraz
Ayşe Şenoğul
Türk operaseverlerin önce La Traviata (G. Verdi) ve İnci Avcıları (G. Bizet) eserlerinde üstlendiği başrollerle tanıdığı İzmirli genç Soprano Ayşe Şenoğul, şu sıralarda Gaetano Donizetti’nin Lucia di Lammermoor’unda Lucia’ya kelimenin tam anlamıyla “hayat veriyor”.
Geçtiğimiz haftalarda İzmir Devlet Opera ve Balesi çatısı altında sahnelenen Gaetano Donizetti’nin Lucia di Lammermoor eserinde üstlendiğiniz başrol (Lucia) çok beğeni topladı. Eğitim hayatınızı ve profesyonel geçmişinizi kısaca anlatır mısınız? Örnek aldığınız, size ilham veren hocalarınız kimler?
İzmir doğumluyum, Karşıyakalıyım. Müzik yaşamıma Devlet Senfoni Orkestrası’nın çocuk korosunda profesyonel olarak başladım. Sonra Buca Işılay Saygın Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’nde viyola eğitimi aldım. Güzel sanatlar liselerinin en altın çağında öğrenciydim. Bilirsiniz, güzel sanatlar liseleri özellikle eğitim fakültelerine öğrenci yetiştirirler. Ama benim döneminde çok öğrenci konservatuvarın opera-şan bölümlerine girdi. Ben de lisansta Dokuz Eylül Üniversitesi Opera-Şan Bölümüne girdim. Okul öncesi ve sonrasında değerli hocam şan pedagogu Sebahat Tekebaş ve okulda onun yetiştiği ve İzmir’in en büyük solistleri olan Birgül Su Arıç’in öğrencisi olmak benim için büyük bir şanstı. Birgül Su Arıç yıllar boyu verdiği ve vermeye devam ettiği eğitimle, İzDob’a girişimle Aytül Büyüksaraç ve Aydın Uştuk hem tecrübe ve idarecilikleri ile hep benim yanımda oldular ve hepsine minnettarım.
La Traviata operasında Violetta rolünde
Küçük yaşta sizi operaya ilk çeken ne oldu? Aileniz destek oldu mu?
Aslında ben ilkokul 2. sınıfta öğrenci iken, 1998 yılında annem beni George Bizet’in Carmen temsiline götürdü. O gün bir şey oldu. Küçük bir çocuk için çok büyük bir şeydi bu. Belki oradaki dramaturjiyi çocuk aklım anlamıyordu ama duygusal aklım anlıyordu. Ve Elhamra Salonu’nun o büyüsü, o freskler, o ambiyans… Devlet Operası’nın elinden bu salonun alınması bizim çok büyük kaybımız ve çok acı. O bina İzmir’de opera dünyası için bir mabet gibiydi.
Müzik yolculuğumda ailem her zaman yanımda oldu. Ülke koşullarında sanat yapmaya karar vermek, sanata dahil olmaya çalışmak, her zaman “keşke”lerle yaşamanıza sebep olabiliyor. Lisede bu mesleği yapmaya karar verdiğimden beri “keşke”lerin peşinden gittim. Bu yolculukta ailem hep yanımda oldu. Bu meslek emek ve para harcamak gereken bir meslek. Bu anlamda hep yanımda oldular. Annem de babam da çok yetenekliler, nota bilgileri var, kulakları var. Ben ailemle birlikte bu yolu beraber yürüdüm.
Donizetti'nin Lucia di Lammermoor eserinde başrol olan Lucia'yı yorumlamak size neler hissettirdi?
Ben öğrenciyken Lucia’ya göz koydum o zamanlar ergenlikte sesim daha yukarda idi. Ben gençken, daha öğrenciyken sahneye çıkmaya ve para kazanmaya başladım. Farklı farklı ülkelerde Lucia’yı 17 kez izlemişim, Rusya, Letonya, Avusturya, Almanya, İtalya… Bu ülkelerdeki seyahatlerim sırasında Lucia temsillerine denk geldim hep. Daha önce La Traviata ve İnci Avcıları eserlerinde de başrol söyledim ama Lucia benim için çok özeldi, çok uzun yıllardır Lucia’yı söylemeyi istiyordum.
Sanki Lucia’da bir parçam ait olduğu yeri buldu. Çok uzun yıllardır özümsediğim bir eserdi. Gerçi hep bir eksik vardır… Lucia’nın konusunu oluşturan roman henüz Türkçede yok ama bir kopyasını ben yurt dışından edinmiştim. Çok uzun yıllar üzerinde çalıştığım bu eserin benimle beraber hayat bulması çok özeldi.
"Bence şans çok önemli, ama her insan kendi şansını yaratıyor. Yetenek ve çalışmak, stil bilmek değil bu, 'adanmak' gerek."
En sevdiğiniz opera bestecisi ve eseri nedir? Sanat yaşamınızda, ilerleyen yıllarda mutlaka söylemek istediğiniz hangi roller var?
Ben öğrenciliğimden beri şansı açık olanlardan biriydim, gerek yarışmalar olsun gerek hayatıma dokunan insanlar olsun gerekse sesimin uygun olduğu ve söylediğim repertuvar olsun…
16 yaşında iken Sebahat Hanım’a gittiğimde ona Tosca söylemek istediğimi söyledim ve o bana güldü. O bana gülünce, ben “herhalde benden opera sanatçısı olmayacak” diye düşündüğünü sandım ve üzüldüm. Ama o bana “Bana söz ver, 35 yaşından önce Tosca, 45 yaşından önce de Madam Butterfly söylemeyeceksin” dedi. Ve bana ufak bir hediye verdi, beni (Turandot operasındaki) Liu rolüne çalıştırdı. Böylece Verismo (İtalyan operalarındaki gerçekçilik akımı) hayatıma çok erken girmiş oldu. Üzerinden yıllar geçti ve Liu benim konservatuvar mezuniyet rolüm oldu.
“Lucia ve Violetta (La Traviata’nın başrolü) söylersem ben olmuşum demektir” diye kendimce barajlarım vardı. Öyle değilmiş, hiçbir zaman oldum dememek lazımmış. Yurt dışı tecrübelerimden sonra İzmir’e, yani kendi evime döndükten sonra, kendi evimde bu ikisini de söyledim. Dolayısıyla, sevdiğim besteciler arasında Verdi ilk sırada, çünkü orada her şey var: Bel kanto, oradaki Verismo, oradaki ensemble, oradaki solo, koro, her şey bir bütün. Verdi benim için birinci sırada geliyor.
Mutlaka söylemek istediğim, hayalimdeki roller ise Çaykovski’nin Alexandr Puşkin’in romanından bestelediği, Yevgeni Onegin adlı operanın başrolü Tatyana ve Puccini’nin Manon Lescaut’sunda Manon…
La Traviata operasında Violetta rolünde
Özel konservatuvarların da çoğalması ile opera - şan bölümlerinden günden güne yeni mezunlar veriliyor. Bu gençlere önerileriniz nelerdir?
Bence şans çok önemli ama her insan kendi şansını yaratıyor. Yetenek ve çalışmak, stil bilmek değil bu, "adanmak" gerek. Bir liedin, tekstin anlamını öğrenmek ve bunun için saatler günler harcamak ancak bu işi çok sevmekle mümkün. Çünkü opera tüm sanatların toplamı. İş bazen Stockholm sendromuna dönüyor. Canınız yanıyor ama bir gün mutlaka karşılığını alıyorsunuz. Güneş gerçekten balçıkla sıvanmıyor. Eğitim yıllarında çok umutsuzluğa kapıldığımız anlar tabii ki oldu, ama hocalarımız bizi hep bu “güneş balçıkla sıvanmaz” sözüyle teselli etti. Siz solist de olsanız, korist de olsanız, şef de olsanız opera bir takım işidir. Bizler, sahne üstü ekibi, bu işin vitriniyiz. Bu işin hocaları, rejisörleri, suflörleri, tercümanları, bizim orada olmamız için çalışan çok büyük bir ekip var.
Ülkemizde 100 yıllık konservatuvarlar da var, adını bilmediğimiz konservatuvarlar da var. Dolayısı ile başarı hocaya ve azme bağlı ve sadece okuldaki eğitim hiçbir zaman yeterli değil. Tecrübe sadece söylemek de değil, yaşamak, duymak, hatta rezil olmak bile bu yolun bir parçası. Kötü tecrübelerden de öğrenilecek çok şey var.
Türkiye'de operanın tanınıp yaygınlaşmasını nasıl değerlendirirsiniz? Geleceğe yönelik tahmin ve dilekleriniz nedir?
Genç nesil operayı takip ediyor ve biliyor, bu çok kıymetli. Artan festivaller ile operanın evrensel bir saat olduğu bilinci ve etkileşim gücünün geri geleceği bir döneme girdiğimizi düşünüyorum. Operanın etkileme gücünün daha öne çıkacağına, kemik bir kitleye sahip olacağına inanıyorum ve daha kucaklayıcı olacak. Sanat, gerçekten dünyanın kasvetinden çalınan bir zaman. İki üç saatlik bir masal diyarına bir akşam yemeği gibi bir ücret karşılığında girilebiliyor.
Operanın birliştirici ve iyileştirici gücüne inanmak ve buna tutunmak lazım. Ayrıca operayı tanımayanların operaya bir şans vermelerin diliyorum.
Comments