İKSV'nin düzenlediği İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde sahnelenen Nederlands Dans Theater 1’in Shut Eye isimli gösterileri üzerine izlenimlerini Özlem Yalım yazdı
The Statement, Crystal Pite, Meng-ke Wu ve Spencer Dickhaus
Herhalde bu ülkede modern dans konusunda yazması beklenen en son kişi ben olurum. Ancak yazı bu, düşünceler içerde durduğu gibi durmuyor.
İyi bir klasik veya modern dans izleyicisi bile değilimdir ama severim çok; izlediğimde de hakkını vererek, hücrelerime dek bütünleşirim dans performansıyla. Onun müzikle, sahneyle, ışıkla, bedenle katmanlı olması benim için çekicidir.
Şimdi, bir yandan Jeff Buckley dinleyip, yağmura karşı kahvemi yudumlarken, geçtiğimiz gece izlediğim Nederlands Dans Theatre 1 hakkında bir kaç kelime dökülecek deneyimimden...
Shoot the Moon, Sol Leon&Paul Lightfoot - Meng-ke Wu ve Olivier Coeffard
Modern yada yeni tanımı ile çağdaş dansı tanımlamak için pek çok ifade kullanılıyor: Dans hareketlerinin serbest olması, dansçının müziğin ritmine kendini kaptırarak hareket etmesi, içinden geldiği gibi, ruhunu yansıtması, kuralsızlık… Bu tanımların başlıca olanları ve hepsi de dans performansını çağdaş yapanın ne olduğunu anlatmak için doğru gibi.
Çağdaş dans, bir izleyici için, aynı bir tiyatro oyununda veya tuval üzerinde sunulan bir resimde olduğu gibi, ancak kendini “yakın” hissettiğinde keyif alabileceği bir tür performans. Çağdaş dansta, klasik dansta olduğu gibi, kurallara, kostümlere ve anlatılan -çoğunlukla uzun- hikâyelere dayalı kurgusal bir estetik veya merak sizi izlemeye teşvik etmiyor. Aksine çağdaş dans izleyiciye anlık bir dahil olma ya da olmama kararı yaşatıyor. “Hücrelerime dek bütünleşirim,” derken tam da bundan bahsediyorum işte: İster sahnede, ister ekranda olsun, çağdaş dans izlerken, gösteri boyunca, müziğe, ritme, dansçıların o “serbest” hareketlerine, ışığa, hatta yüz ifadelerine, adeta kilitleniyor ve oradan çıkamıyorum. Tam bir arınma hali; sanat ile.
Shoot the Moon, Sol Leon&Paul Lightfoot - Chloe Albaret
Dile kolay, bu yıl 22’incisi gerçekleştirilen İstanbul Tiyatro Festivali ile yeniden Türkiye’de izleme şansı bulduğumuz Nederlands Dans Theater 1’i ilk kez 2004 yılında -şu anda tamamen yıkılmış ancak inşaatına son iki yıldır başlanamamış- olan Atatürk Kültür Merkezi’nde izleme şansı bulmuştum. Yine İKSV vesilesiyle, bu kez İstanbul Müzik Festivali için gelmişlerdi. O gösteride beynime kazıdığım sahne tasarımını ve ışığını hâlâ unutamadım. Takip eden yıllarda pek çok kez Türkiye’ye farklı gösteriler için gelen topluluk 1959 yılında Hollanda Kraliyet Balesi’nden istifa eden, hepsi klasik bale eğitimi almış, 22 dansçı tarafından kurulmuş.
Bu kez Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde izlediğimiz gösteri 150 dakika süren, iki kez ara verilen ve dört farklı temadan oluşan bir dans festivali gibiydi. (Bu arada Zorlu PSM’ye çağdaş dansın ne çok yakıştığının altını çizmeliyim; keşke programlarında çağdaş dans biraz daha çok yer alsa.)
Shoot the Moon, Sol Leon&Paul Lightfoot - Jorge_Nozal
Koreografisi Sol Leon ve Paul Lightfoot tarafından yapılmış olan ilk gösteri Shut Eye, bize dansçılarla birlikte ışığın ve gölgenin dansını da sundu. Chopin başta olmak üzere pek çok tanıdık tını eşliğinde, oldukça pesimist bir ruh halinde bu gösteriyi izlerken sürekli olarak sahneye bir kapıdan girip çıkan dansçıları izledik. Bu kısım, Nederlands Dans Theater 1’in dansçılarından olan Georgi Milev’e ithaf edilmiş. Temelini ünlü ressam Paul Gaugin’in “Görmek için gözlerimi kaparım” sözünden alan gösteri boyunca dansçıların şiirsel hareketlerini, yer yer çıkardıkları seslerle harmanlanmış biçimde gördük. Asıl olan/görünen ile arka planda olan/görünmeyen’in bir dansı gibi anlatılmak istenen: Yer yer koşulsuz bir harmoni, yer yer de bir çatışma içinde. Duvarlara dev olarak yansıtılan ve bizleri hayaller kurmaya iten gölge misali işleyen projeksiyon, ustalıkla hikâyeyi bütünlüyor. Ressamın yaşamı sorguladığı başyapıtı “Nerden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?” soruları kafamda beliriyor; karanlıkla aydınlık arasında gidip geliyorum. Günlük elbiseleriyle dans eden dansçılar sahnedeyken günlük yaşantımdaki beni, siyah kostümlü dansçılar sahnedeyken iç dünyamdaki “asıl ben”i düşünüp duruyorum. Müziğin de etkisiyle içimi hüzün kaplıyor.
Sonra, Jeff Buckley’in, çocukluğumuzdan kulaklarımıza yapışmış, tanım yerindeyse, “kadife ses”iyle kendime geliyorum. Woke up Blind isimli gösteride sahnede kırmızı pantolonlarıyla dans eden yedi dansçı var. Ortam retro bir atmosfere dönüşüyor; artık hepimiz akustik müzik dünyasının samimiyeti içindeyiz. Daha önce Siyah Kuğu’sunda büyülendiğim Marco Goecke koreografisinde beni asıl çekenin dozu çok iyi ayarlanmış bir mizah duygusu olduğunu bu kez daha iyi anlıyorum. Anlatmak istediğini -bu gösteride aşk- o konunun kara mizah yönlerini vurgulayacak biçimde, müthiş bir ritim ve hareket bütünlüğü içinde anlatıyor. Akustik müzik sesin bize ulaşan en saf halini sunar; burada da bu yaklaşım ile saf aşka başka başka uçlardan bakabiliyoruz. Gösterinin öyle etkisinde kaldım ki, son iki gündür Buckley dinlemekten kendimi alamıyorum:
“Ruhunu kapattığın yerde, senin için açacağım” diyebilecek bir aşığı hayal etmekten daha güzel ne olabilir?
Woke up Blind, Marco Goecke - Lydia Bustinduy ve Luca Tessarini
Üçüncü gösteri The Statement ile şaşırıyoruz. Çünkü kelimenin tam anlamıyla bir “dans tiyatrosu” ile karşı karşıyayız. Müziğin yerini sanki danşçılara aitmiş gibi lirik hale dönüşmüş replikler alıyor. Seyirci -belki de- ilk kez karşılaştığı bu deneyime başlarda gülerek karşılık veriyor; zira insan beden dilindeki keskinlik ve dış ses olarak her bir dansçıya atanmış olan repliklerin durumu yadırgayabiliyor. Ne var ki, bu gösteri, aksine, insanın sadece en güçlü duygularla karşılaştığı anlarda sayıkladığı “Aman Tanrım, aman Tanrım, aman Tanrım” sözleriyle başlayan ve aslında hiç de gülünç olmayan bir içeriğe sahip. Cyristal Pite tarafından koreografisi yapılan bu oyunda karakterlerin “görevlerinin uzak bir ülkede bir çatışma çıkartmak olduğunu” gösteri broşüründen okuyorum.
Bir masa etrafında toplanan kişiler içinde bulundukları durumu meşrulaştıracak bir “açıklama” (the statement) yapmak durumundalar ancak kişilerin farklı ahlaki değerlere sahip olması aralarında çatışmaya sebep oluyor. Bir “yukardaki” kavramı oyun boyunca hakim, hep hissediyoruz varlığını. Gösteri süresince sahneler sorgu masasını simgeleyen bir masa ve kuvvetli bir ışık altında sergileniyor. Hatta bu ışık kullanımı ilerleyen sahnelerde gerilimi öyle bir ustalıkla arttırıyor ki, vücudunuzdaki tüm tellerin kopma noktasına geldiğini hissedebiliyorsunuz. Dansçıların kelimelerin her birini bedenleri ile nasıl ifade ettiğini bunca steril bir biçimde görmek bir çağdaş dans gösterisinden izleyici olarak almayı bekleyebileceğiniz en büyük haz. Kişilerden biri oyunun bir kısır döngüye işaret eden sonunda, “Ben bu hale nasıl geldim” diye soruyor. Farklılığı ile güçlü ve büyüleyici bu gösteriden etkilenmeden ayrılmak mümkün değil; bir kez daha izlemek istediğime eminim.
The Statement, Crystal Pite - Cesar Faria Fernande, Spencer Dickhaus ve Lydia Bustinduy
Performansın son bölümü olan Shoot the Moon, yeniden Leon ve Lightfoot’un koreografisi ve eşsiz Philip Glass’ın Triol Konçertosu, Bölüm II’si eşliğinde sergileniyor. Bu duygu yüklü müzik, bir aşk çekişmesine ancak bu kadar yakışabilirdi. Çekişmesi diyorum çünkü, sahnede dönerek birbirini kovalayan üç farklı ev var. “Ev duygusu duvar kağıdı ile nasıl da özdeş” diye geçiriyorum içimden, mesleki bir hissiyatla. Bu üç farklı evde üç farklı ilişki sunuluyor; ancak çoğu ilişkide olduğu gibi görünenin ötesinde başka ilişkiler de var. Görüntüdeki ilişkiler ne kadar “anlaşmazlıklarla dolu” görünüyorsa, gerçek (belki de kaçamak) aşk da o kadar mutluluk verici, hafifletici görünüyor bize. İnsan bu gösteriyi, bu dansçıları izlerken kendi ilişkilerini düşünmeden edemiyor. Evlilik, sevgililik, aşk, tutku, kaçamak, ve bunlarla gelen çekişmeler, anlaşmazlıklar, hazlar... İki insan arasındaki o en özel yakınlaşmadaki tüm aydınlıklar ve karanlıklar hepimize özgü çünkü.
Boğazım öyle düğümleniyor ki yarım saatlik bu performans tek bir dakika kadar daha uzasa gözümden yaşlar süzülecek gibi oluyorum.
Tüm dans, bu döner sahnenin yanında, üst ekranda oyunla senkronize biçimde sunulan ve finalde alkışlar sırasında iki kameraman tarafından canlı kayıt edildiğini anladığımız videolar eşliğinde ilerliyor. Böylelikle kendi hanemizdeyken, asla ulaşamadığımız duvarın öte yanındakini görebiliyoruz.
Yan evdeki mutluluğa bir kapı aralığından bakan adamın gözünde, aynı sevdiğine doğru uzanırken bir anda duvarda yok olan kadın dansçı gibi yok oluyorum.
Hatırlamadan geçmek olmaz, ne demişti Pina Bausch:
“Kırılganlıklarınız, güçlü olduğunuz yanlarınızdır aynı zamanda”
Comments