Hale Güngör Oppenheimer'ın 14 Ekim-11 Kasım tarihleri arasında Pg Art Gallery'de gerçekleşen sergisi Subaquatic, ev kavramı ve ona yüklediğimiz anlamlar üzerine inşa edilmişti. Sanatçı, serginin detaylarını Liana Kuyumcuyan'a anlattı
Hale Güngör Oppenheimer
Subaquatic serginizin çıkış noktası neydi?
Bu sergiye hazırlanırken aklımda iki şey vardı. Çocukluğumun büyük bir kısmını geçirdiğim ve eve dair ilk fikir ve hatıralarımın oluştuğu İsviçre’nin çok küçük bir kasabası olan Mollis ve önceki serilerimde bütünden kopup varlıklarına devam eden taş ve kaya parçalarının yerine aynı mantık çerçevesinde kullanmak istediğim buz dağları. Önceki serilerimde içerisi ve dışarısı ile ilgili yaptığım yerleştirme ve yerinden edilmelerin izinde devam ederek Mollis evlerini de ait olmadıkları buz kütleleriyle bir diyaloğa soktum bu sergide. İşlerimde çoğu zaman ele aldığım “olduğu yere tam oturamamak” ve “havada kalmışlık hissi” bu şekilde devam etti diyebilirim.
Serginizde gördüğümüz “bütünden kopup kendi başına olma” durumunun, yurt dışında yaşamanızla bir paralelliği var mı?
Kesinlikle. Bir bütünden ya da toplumdan kopmuş olduğunun farkında bir birey olarak yaşamına devam eden insanlarla ana buzuldan koptuktan sonra varlıklarına tek başlarına devam eden buz dağları arasındaki paralelliğin altını çiziyorum bu işlerimde. Bu fikrin nereden geldiğini ve nasıl bir şekilde ana parçadan koptuğunu unutmadan, kişisel tarihini yanında taşımak, fakat aynı zamanda ana parçadan uzaklaştıkça şekil değiştirmek üzerine kurulu diyebilirim.
Hale Güngör Oppenheimer, Subaquatic sergi görseli, Pg Art Gallery
Subaquatic’in hazırlık aşamasında, Google Maps üzerinden gerçekleştirdiğiniz sanal Mollis yürüyüşlerinin Subaquatic'in temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz sanırım. Ev gibi soyut ve çok katmanlı bir kavram üzerine çalışırken sanal bir mecradan beslenmek nasıl bir deneyimdi?
80’li yılların sonundan beri Mollis’e geri dönmedim. Fiziksel olarak orada bulunmadığımdan için Google Maps teknolojisinden faydalanarak yaptığım geziler kasabaya ve hatırladığım ilk evime bir geri dönüş oldu. Bu sayede küçücük bir kasaba olan Mollis’in neredeyse her köşesini yeniden ziyaret etme, yıllarca geçtiğim yollardan bir daha geçebilme ve sokaklarından ev görselleri toplama şansım oldu. Bu yürüyüşler, aslına bakarsanız belki de Mollis’e bizzat gitmiş olsaydım yaşayacağım deneyimden daha yoğundu. Bunun arkasında birkaç sebep yatıyor. Birincisi, bu sayede Mollis’in ev ve sokaklarını daha önce hiç görmemiş olduğum açılar ve uzaklıklardan görme fırsatım oldu. Bir haritayı giderek daha fazla büyüterek, çizgilerden uydu görüntüsüne geçmek, sonra kuş bakışı görünümden kendini tanıdık bir sokağın ortasında duruyorken bulmak oldukça etkileyici ve gerçeküstü bir deneyimdi. Bir evin çatısını, balkonunu, bahçesini ve içini aynı şekillerde görebilmem ileri düzeyde akrobatik hareketler ve vinçlerin eksikliğinde gerçek hayatta mümkün olamazdı.
Google Maps deneyiminin ikinci bir avantajı ise bizzat Mollis’te bulunuyor olsaydım deneyimleyemeyeceğim, aynı anda iki yerde birden olma hissiydi. Fiziksel olarak Stockholm’de, “ev” dediğim yerde bulunmak, fakat aynı zamanda ilk gerçek evimin olduğu kasabayı masamın üstünde karış karış gezebiliyor olmak ev konusunda kafamı daha da karıştıran ve bu işleri üretmeme yol açan ayrı bir araç oldu. Bu bağlamda Mekânın Poetikası adlı kitabında Gaston Bachelard’ın bahsettiği kabuğundan çıkan yaratığı evinden ya da evlerinden ayrılmış insana benzetecek olursak, “Kabuğundan çıkan bir yaratıkla ilgili her şey diyalektiktir. Bütünüyle dışarı çıkmadığından dolayı, dışarı çıkan kısmı içeride kalan kısmıyla çelişir.” söylemindeki dışarıyı şu an için Stockholm, İsveç, içeriyi ise Mollis, İsviçre olarak düşünebiliriz.
Google Maps yürüyüşlerimin bana yardımcı olduğu bir diğer nokta da bu süreci teknik bir araştırma evresi olarak görebilmemi sağlamaktı. Fiziksel olarak mekânda bulunmadığım için çimenlere dokunma, okul yolundaki inek dışkısının kokusunu alma ya da çan seslerini duyma gibi duyusal uyaranlardan uzak bir şekilde, deneyimi çok kişisel ve duygusallaştırmadan yoluma devam edebildim. Bunun için de bilgisayarıma ve teknolojiye müteşekkirim.
Hale Güngör Oppenheimer, Subaquatic sergi görseli, Pg Art Gallery
Sizin için ev ne demek?
Hâlâ bunun cevabını bilmediğim için işlerimi ve sergilerimi bu kavram üzerine kafa yorarak kurguluyorum. Olur da bir gün bu soruya verecek net bir yanıtım olursa, sanırım kafamı kurcalayan başka bir alana yönelebilirim.
İşlerinizdeki evleri gerçek ve kurgusal bölümlere ayırarak sürekli şekil değiştiren belleğimizi betimliyorsunuz, bu anlamda ev ve bellek ilişkisini nasıl konumlandırıyorsunuz?
Subaquatic'teki işlerimde Mollis evlerini yarı fotoğraf, yarı yeniden kurgulanmış karakalem çizimler halinde kullandım. Bu yarı gerçek, yarı hayalet evler buzdağlarıyla kavramsal olarak bir ilişki içine girdiklerinde ise belleğe dair sorular ortaya çıktı. Ev kavramını neye dayanarak anlıyoruz? Hatırladıklarımızın ne kadarı bunu biçimlendiriyor? Net olarak bildiğimizi, gördüğümüzü ya da hatırladığımızı zannettiğimiz şeyler eğer buzdağının suyun üzerinde kalan kısmındaysa, suyun altında neler var? Buzdağlarının erimelerine benzer bir şekilde eve dair hatırladıklarımızın ne kadarı, hangi hızda şekil değiştiriyor ya da kayboluyor? Subaquatic, yani su altı, bu sorular üzerine kuruldu. Önceki serilerimde görülen içerisi/dışarısı, kişisel/kamusal, insan yapımı/doğal gibi zıtlıklarına benzer bir şekilde bu işlerde de gerçek/kurgusal arasındaki çizgide gidip geldim.
Hale Güngör Oppenheimer, Subaquatic sergi görseli, Pg Art Gallery
Serginizdeki üç çerçeveli eser dışında diğer eserler duvara serpiştirilmiş halde duruyorlar, bu poligonlardan oluşan yerleştirme için kafanızda nasıl bir kurgu vardı?
Bu sergideki bütün işlerde kâğıdı organik ve daha özgür bir şekilde kullandıktan sonra sunum aşamasında işleri tekrar dörtgenlere hapsetmek istemedim. O nedenle her bir iş için nefes alabilecekleri, rahat bir yerleşim bulabilecekleri ve şeffaflığın yardımıyla gölgeler yaratabilecekleri çokgen formlar tasarladım. Bunların tekrar kenarlarını kapatan çerçevelerle kısıtlamamak adına en uygun malzeme pleksiglastı.
İşleri yerleştirirken ve adlandırırken buzdağlarının ana kütleden kopmalarını ve adlandırma tekniklerini baz aldım. O nedenle duvarda görüldükleri şekilde dağılmış vaziyetteler ve koptukları Mollis’i temsilen M ile başlayarak kopma sıralarına ve boyutlarına göre M-1, M-7B gibi numaralarla adlandırıldılar. Bu serpiştirilmiş eserlerin bulunduğu duvarın yeşili, Mollis’i çevreleyen dağlarda görülen en dominant yeşil. Google Maps yürüyüşlerimde bilgisayardan direk alınan örnekle aynı ton boya karıştırıldı ve kullanıldı.
Hale Güngör Oppenheimer, Subaquatic, M-12, Pg Art Gallery
Çerçeveli eserlerinizden olan M-12 isimli eser detaylı bir tanker çizimi barındırıyor, tankerin üzerinde Östanvik yazdığı için detayları ilgimi çekti.
O tanker benim Stockholm, İsveç’teki atölyemin camından haftada birkaç kez ileri geri gitmesini seyrettiğim Östanvik adlı çimento taşıyıcısı. Yaşam alanlarına odaklandığım işlerimle diyaloğa soktuğum bu tankerin evlerin oluşumundaki en büyük rolü oynayan çimentoyu fabrikadan nihayetinde ev olmak üzere başka yerlere götürmesi benim için büyük önem taşıyor. Bir de elbette suyla olan ilişkisi buzdağlarıyla kavramsal olarak örtüşüyor. Bunlara ek olarak Östanvik bu işte Mollis’i çevreleyen Alpler’i de yanında götürüyor.
Comments