top of page

Konukseverler

Güncelleme tarihi: 16 saat önce

2018 yılında aramızdan ayrılan sanatçı Ali Teoman Germaner, nam-ı diğer ALOŞ’un, 1950’lerden günümüze kadar uzanan sanat yolculuğunu kapsamlı bir şekilde ele alan ALOŞ: Dün, Bugün, Yarın isimli sergi, 30 Mart 2025 tarihine dek CerModern’de devam ediyor. ALOŞ’un görsel düşüncelerini anlamak, onun yaratım serüvenine daha yakından bakmak isteyenlere bir kapı aralamayı amaçlayan serginin küratörü Burak Fidan’ın Konukseverler adını verdiği konseptiyle evlerine ödünç verdiği ALOŞ yapıtlarına dair izlenimlerini derledik


Dosya: Burak Fidan


ALOŞ: Dün, Bugün, Yarın konuksever konsepti, sergi zamanının ve mekânının dışına taşmasını istediğimiz bir deney. CerModernBlog, Art Unlimited sayfaları ve başka yayın organlarında paylaşılacak konuksever deneyimlerinin içeriği konusunda hiçbir yönlendirmem yok.


Bu bir deney. İsteyen bir çığlıkla, isteyen bir metinle, isteyen bir fotoğrafla, bir şiirle, isteyen bir resimle bu deneyimini paylaşabilir. Konukseverlerin farklı disiplinlerden oluşmasına özen gösteriyorum. Beklentim, bir antropoloğun sanat okuması değil, bir antropologla bir sanat eseri arasındaki yabancı bir dostluk. Süreç boyunca konukseverlerin heyecanını gözlemlediğim bu fikrin iki babası, bir anası var. Babalar, Ferit Edgü ve Behçet Safa. Ferit Edgü’den çok sık duyduğum “sanat eserlerini sadece kendi gözlerimize hapsetmeye hakkımız yok” cümlesini, Safa’nın atölyesinde, arkasında No-Copyright damgası olan bir kartpostalda göreli çok olmadı. Yakın bir zamanda, bu kartpostalı, İspanyol şair Rebeca Tamas’ın, Ucubeler adlı kitabındaki Konuksever denemesinin arasına koydum. Bu denemede, Antik Yunan’da kültürel ve dini yaşamda önemli bir yeri olan bir sözcük vardı. Philoxenia. Bir yabancıyla dostluk demek. Antik Yunan’da, diyordu Rebeca Tamas, her Yunan evinin kapısı, yoldan geçen yorgun düşmüş yabancıya açık olurdu. Ona yiyecek ve içecek vermek, yatacak yer göstermek ve karnı doyuncaya kadar soru sormamak esastı, çünkü bu yorgun düşmüş yabancı, her an kılık değiştirmiş bir Zeus ya da Athena olabilirdi. Tamas’ın metnine bir soru cümlesi ekledim: “Neden aynı konukseverliği bir sanat eserine göstermiyoruz?” Böylece ALOŞ’un eserleri için konuklar aramaya başladım. Elbette, ilk amacım sanat eserlerine bir hayatiyet vermek, onların yaşam öykülerini daha görünür kılmak. Her sanat eserinin bizim gibi bir yaşamöyküsü var, değil mi? Konukseverleri seçmek zor olmadı. Çoğu evlerinde konuk olduğum arkadaşlarım. Ben, uzun yıllar boyunca, iyi yürekli konuksever insanların konukları olarak yaşadım. Bu konuda deneyimim var. İyi bir konukseveri seçmek için -konuğu için uygun gördüğü köşeyi/yatağı/yastığı/nevresimi görmeme- ya da akşam yemeği için giriştiği hazırlığın teferruatını gözlemlemeye ihtiyacım yok. Tatlı bir gülümseyiş -konukseveri hemen ele verir. Dolayısıyla -ALOŞ’un eserlerinin iyi evlerde konuk olduğuna hiç şüphem yok.


Herkesin deneyi kendine. Bu deneyimlerle ne yapacağımı henüz bilmiyorum. Bilmemek, gözlem yapmak çok güzel. ALOŞ, bir yıldan fazla bir süredir benim konuğum, daha doğrusu ev arkadaşım. İyi anlaştığımız söylenebilir. Çünkü sessiz biri ve dinlemeyi biliyor. Alıngan değil, kendi tarzında bir esprisi var. Daha çok bir gece kuşu. Bazen çok eski bir dostun özlemiyle gece yarısı uyanıp kütüphaneme doğru yöneliyorum. Gece kuşunu da kütüphanemin başında görüyorum. Uzun boyuyla, dupduru yüzüyle gözlerini açmış bana bakıyor. İyi bir insanın yüzü bu. Bana çok özlediğim ustamı, Orhan Duru’yu hatırlatıyor…


 

Yerini yadırgayan ALOŞ

Yasemin Çongar


İki büklüm olmuş canavarlar geldi eve, ne yaşayabilen ne ölebilen ihtiyar ceninler. Yerlerini yadırgayacaklarını hiç düşünmedim. Tanıdıktılar çünkü. Açamadıkları gözleri, ağrılı eklemleri yabancım değil, o kol değneğini de biliyorum. Yine de misafir telaşına kapıldım. Salonda hep oturduğum koltuğun yanı başına aldım onları. ALOŞ’un kuşaktaş -hem de sanki duygudaş- olduğu iki ressama, yıllardır benim her hâlimi sineye çekmiş birkaç resme komşu olacaklardı. Olmadı. İstemediler. Sustular. Peki, dedim, o zaman, şöyle ön tarafa geçin. Gündüzleri bir kısmı envai çeşit mavi, geri kalanı bu mevsimde az yeşil, bol kahverengi, her zaman da bol gri olan manzarayı görün o zar zor araladığınız gözlerinizle. Akşamları güneş çekilir çekilmez yoksul arka mahallemizden suya doğru yükselen kara is bulutunu, ön cephedeki sıra sıra otellerin neyi kutladıklarını kendileri de bilmeyen sarı ışıklarını seyredin. Suyun dibine bakın. Yok. Yine aynı itiraz sessizliği. Tamam, şöyle geçelim o vakit, şurada ağaçlar var. Yemek masasına aldım canavarları. Cam kapıya doğru döndürdüm. Bakın dökülmeyen yapraklar, bakın zeytinler, bakın limonlar, bakın sizin gibi toprağa bakan ters aşılı bir sedir. Olmadı. İğreti ve sessizdiler. İlk haftanın sonuna doğru bir gün, iyice artan beceriksiz ev sahipliği endişem ara ara gelen dertop krizimle birleşince salonun altını üstüne getirdim. Canavarları da kaptığım gibi misafirlerin girmediği kendi dağınık odama çıkardım. Çevirdiğim şairin birkaç şiirini, günlüklerinden birkaç sayfayı gelişigüzel iliştirdiğim büyük ölçüde çıplak bir duvara yasladım sırtlarını. Gözleri hizasındaki masada yine o şairin kitapları, günlükleri, mektupları vardı. İşte o zaman bir ses işittim, belli belirsiz bir mırıltı. Yerlerini bulmuşlardı sanki. ALOŞ, Alejandra’yı bulmuştu. Kuşaktaş oldukları dank etti birden. Duygudaş da olabilirler miydi? Karanlıkları benzer miydi birbirine, canavarları akraba mıydı? Henüz bilmiyorum. Ama bir mırıltı var, kendi aralarında konuşuyorlar, dinliyorum, anlamaya çalışıyorum.


 

Bir yıl boyunca ALOŞ’un eseriyle yaşamak…

Alex Dawe


Ne olacak, genciz. Kendimizden geçmeye çalışıyoruz, derslerimizden, hocalarımızdan, sıradan bir dünyadan kaçmaya çalışıyoruz. Cadılar Bayramı partisi düzenlemiştik, eğlencenin doruk noktasında, uzun tahta bacaklarıyla sallana sallana yürüyen bir palyaço geliyor, kafasında renkli bir peruk, suratını teatral kanla boyamış, dengesini hiç bozmadan trompetinden neşeli bir parça çalıyor; Azizler Cennette Gittiklerinde. Amerikan Güney’inden gelen çok meşhur çok eski bir ezgi, ahireti kutsayan bir ilahi. Perili Ev Turu bitmişti ve herkes genel parti kaosu içine sürüklenip kendinden geçmeye çalışıyorlar, bol bol içerek dans ediyorlar, flört ediyorlar, şarkı söylüyorlar, palyaçoluk yapıyorlar, amuda kalkıp ıslık çalıyorlar, karanlık bir odaya çekilip albenisi yüksek biriyle sevişmeye çalışıyorlar, dolabın arkasına sinip gıcık olduğu birinin geçip gitmesini bekliyorlar, kımıl kımıl kalabalık mutfakta yüksek sesle kahkahalar atarak utanmadan dedikodu yapıyorlar. Trompetçinin kıvrak melodisini duyduklarında evin önündeki çimenlikte takılanlar coşuyorlar. Korkuluğa benzeyen uzun saçlı açık tenli bir erkek deli gibi nara atıp ıssız sokakta koşmaya başlıyor; elma yanaklı, çilli bir kız, narin ellerini havada sallayarak St Vitus dansı yapıyor; yanındaki siyah takım elbiseli cılız biri yere çöküp ağlamaya başlıyor, cin çarpmış bir vaiz gibi.


Kiraladığımız dört katlı evde altı kişiyiz. Hepimiz Ohio eyaletinin uykulu bir kasabasında bulunan prestijli Liberal Sanatlar Üniversitesi’nin öğrencisiyiz. Hem de uzun mesafe koşucularıyız. Aşırılıklarla dolu bir hayat yaşamak istiyoruz. Sonuna kadar gitmekten, uçurumlarda gezinmekten hoşlanıyoruz. Burası imtiyazlı çocukların diyarı. Bir fantezi dünyası. Burada kimse ölmez kimse kolay kolay yaralanmaz. Burası bir kampüs. Gerçek dünyanın sınırları dışında. O meşhur partiden sonra ev sahibimiz etrafa verdiğimiz hasarın fotoğraflarını çekip, ne kadar düşüncesiz olduğumuzu göstermek için annelerimize göndermişti. Menteşesinden çıkmış bir kapı, yırtılmış bir sineklik, yanmış bir tencere, duvarda baltayla açılmış bir delik, pencereden atılmış bir televizyon, halının üzerine dökülmüş mum, yamulmuş bir musluk, çatlatmış bir ayna, kırılmış bir küvet, bahçede çamaşır ipinden sallanan iyice ıslanmış bir kitap. Annem bunlara bir göz atıp gülmüş, “Ne olacak” demiş, “çocuk işte bunlar.”


Aşağı yukarı bundan otuz yıl sonra Burgazada’da, yine Cadılar Bayramı için eşimle buna benzer bir Perili Ev partisi vermeye karar verdik. Konuklar evimizi dolaşırken her odada devam eden bir oyunla karşı karşıya kalacaktı. Tanıdığımız herkesi davet ettik. Burak (Fidan), kalabalık bir arkadaş grubuyla geldi partiye. Ali Teoman Germaner’in, nam-ı diğer ALOŞ’un desenlerindeki tuhaf yaratıklarla. Bu yaratıklardan çok etkilendim. Tamamen belirsiz bir dünyada hem muzip hem marazi hem eğlenceli hem çaresiz mahluklar dans ediyorlar, şarkı söylüyorlar, dua ediyorlar, eğleniyorlardı.


Partimiz ekim ayının son gününe denk geliyor ve annemin ölümünün birinci yıl dönümü. Bir ay önce küllerini almak için Amerika’ya gitmiştim. Annem Hristiyanlığın en açık fikirli bir cemaatine mensuptu. Basit kiliselerinde kürsü ya da rahip yoktu. Yakılmasından kısa bir süre sonra arkadaşları bir Quaker töreni düzenlediler. Aslında annem bunu istememiş ama arkadaşları ısrar etmiş. Böylece o berrak sonbahar gününde kilisede banklardan birine oturdum. Çevremdeki insanların çoğu altmış yaş üstü, eğitimli, beyaz kadınlar. Sessizce bekliyoruz. Ta ki birisi konuşuncaya kadar. Bunun bir tür korkunun üstesinden gelme fırsatı olduğunu düşünüyorum, “hadi kalk ve konuş” diyor içimden bir ses, annem hakkında anlamlı cümleler söylemeliyim, zarif, dokunaklı cümleler. Ama hayır sessizliğe geri çekiliyorum sonra biri ayağa kalkıp annemin keskin zekasını ne kadar sevdiğini söylüyor, sonra bir diğeri aşk hakkında kendine has bir felsefesi olduğunu anlatıyor, sessizliği, kitaplara olan saygısı, çalışkanlığı, bağımsız karakteri övülüyor. Benden de bir konuşma yapmam beklendiğini hissediyorum. Ayağa kalkıp konuşacak cesareti bulamıyorum, sessizlik ile söz arasında kalarak oturmaya devam ediyorum.


ALOŞ’un bu insan olmayan varlıklarında değişik mitolojilerden gelen yaratıkların izlerini görüyorum. Bir bilinmezliğe yuvarlanmanın hemen öncesinde, tuhaf bir coşku içindeler. Bir teslimiyet, bir ölüm dürtüsü taşıyorlar sanki. Duyulmayan bir müzik... Bir ayin içindeler ama bütün dinlerin, dünyevi arzuların, cinselliğin ötesinde. Bu mekanik hayvanlar bir tanrıya değil karanlık bir bilinmeyene yalvarıyorlar. Uzun bir yolculuğun sonunda buraya gelmişler. Yorgun ve yaralanmış. Bir ayak yerine bir tekerlek, kafalarında garip kasklar, bazılar ancak bir koltuk değnekleriyle ayakta durabiliyorlar. Belli olmayan bir yere bakıyorlar, bazılarının gözleri kapalı. Kendilerini tatlı bir kıyametin içinde bulmuşlar, omuzlarından yük kalkmış. Kasvetli havaya rağmen yüzlerinden coşku okunuyor, bu da insana bir tür dönüşüm olacağını düşündürüyor. Evet bu ölmekten öte bir şey, bu bir geçiş, devam eden bir yolculuk. Bir nabız, belirgin bir müziğin temposu yükseliyor ve hızlanan bir girdap içine girmişçesine dans etmeye başlıyorlar. Bırakın kendinizi, bir an için onların gözlerinden görmeye çalışın, başka bir dünyada olmaya çalışın. Kıyametin kapısında dans eden bu tatlı mihmandar bize neler söylemeye çalışıyor herkes perili evimizi keşfederken?


İkinci katta loş bir odaya giriyorsunuz. Tam ortasında kurulmuş bir çadırın içinde bir lamba yanıyor. Kimse yok. Bir ses bir hikâye anlatıyor. Bir gece genç bir kadın tek başına Martha Koyuna gitmiş fakat huzurlu sessiz sakin bir gece geçireceğine tam bir kâbus yaşamış. Neler yaşamış? Kadın kiminle konuşmuş? Yoksa o yaratıklardan biriyle mi buluşmuş? Çekinerek çadırın içine bakıyorsunuz ama bir hayaletin tortusunu görmekten korkuyorsunuz. Bir adım geriye çekiliyorsunuz ve gözlerinizi duvara çevirdiğinizde aydınlanmış bir tabloyu görüyorsunuz. İki yaşlı yaratık bir ateşin başında konuşuyorlar. Keyifleri yerinde sanki. Bir yerden bahsediyorlar. “Çok uzak değilmiş” diyor biri kocaman ellerini ovuştururken, “şu ateş sönsün sonra gidelim”. Öbürü, “yok hemen kalkalım” diyor, “ben karanlıktan korkarım.”


Partiden sonra ALOŞ’un yaratıkları bir sene boyunca duvarlarımızda kaldı. Bambaşka ruh halleri içinde bu acayip varlıklarla beraber yaşadık. Ne büyük bir şans ne büyük nimet ama sonunda ayrılık zamanı geldi. Şimdi o eski dostlar acaba hangi galeride, hangi müzede, hangi dolapta, hangi sokakta, hangi güneşin altında, hangi evin loş koridorlarında dans etmeye devam ediyorlar. Belki de bir gün bir yerde derken Kadıköy çarşısında rastladığım şapkalı gülümseyen bir adamın kolunun altında ALOŞ’un bir tablosunu gördüm. Deniz kabuğu gibi açılan iç içe geçmiş fantastik dinozorlar sanki doğurmakta. Şapkalı adam bir tabure üzerine oturmuş, taşıdığı tablodan sanki biraz utanmış gibi poz veriyordu. Nereden bulmuş, kim vermiş, orası bir muamma.


 

Yerküre ve ucubeler

Ece Baykal Fide


Yıkılan binaları, yarılan toprakları, suya kapılan araçları, yanan veya kesilen ağaçları düşünüyorum, gözlerim kapalı. Şairin İstanbul’u düşündüğü gibi. Gözlerimi açıp evin salonunda bir süredir “konuk ettiğimiz” ALOŞ’un “ucubeler”ine bakıyorum. Bu çizgiler bana Donna Haraway’in Ucubeler’ini hatırlatıyor ilk gördüğüm andan itibaren. Evrim sürecinin bir yerinde denizden karaya çıkan semender olamamış balık ya da değişip dönüşen dünyanın derin ve hilekâr yapısını temsil eden “çakal” benzetmesini. ALOŞ’un yarattığı zamansızlık hissi biraz da buradan geliyor. Bu evrimin geçmişteki bir sekansı gibi ama tam da değil. Ellerinde doğanın karşısındaki kültürü temsil eden müzik aletleriyle sanki arkalarındaki yıkılmış medeniyete ağıt yakıyorlar. Ama hayatta kalışlarına, bunun için geçirdikleri dönüşüme de şükranlarını sunuyorlar sanki distopik bir gelecekte. Yoksa geçmiş sömürgecilik dönemlerinden, yakılıp yıkılan yerli kültürlerinden ve yok olan türlerden kalan bir iz mi bu sahne? Doğa-insan; nesne-özne ikiliğini alaşağı etmiş ALOŞ’un ucubeleri. Bu bakış ikiliklere dayalı yerleşik düşünme biçimlerini zorluyor. O yüzden de “sesi duyulmamış” ALOŞ’un. Ana akımın dışında kalmış. Doğadaki her şeyin metaya dönüştürüldüğü bu çağda ucubelik arada kalmışlık biraz da. Nesne ya da özne olmak değil. Yeri geldiğinde her ikisi olduğunu kavramak. Haraway’in daha sonra Chthulucene olarak adlandırdığı çağda dünya bir kompost olarak düşünülür. Dünyanın, coğrafyanın da en az bizim onu şekillendirdiğimiz kadar bizi şekillendirdiğini anlatır aslında bu tanım. Sabit ikiliklerin yerine diyalektik bir ilişki kurar doğa ve insan arasında. Kompostun nasıl karışacağı belirsizdir. Bu biraz doğanın metalaşma süreciyle, toplumsal ve ekolojik adaletsizliklerle nasıl mücadele edeceğimize ve yer küreye farklı bir şekilde -nesne gibi değil- bakıp bakamayacağımızla ilgili. Komposttan nasıl ucubelerin çıkacağı buna bağlı. ALOŞ’un ucubelerinin hangi makamda müzik yaptığını bilemiyoruz o yüzden.


 

Benim Zümrüdüanka’m

Milena Koreneva Lishchuk


Yedi yıl dünyayı dolaştıktan sonra hayat beni Burak Fidan’ın evinde konuk etti. Bu ev, her bir köşeye yayılmış kitaplar ve sanat eserleri aracılığıyla “tarihle” doluydu ve gezgin bir fotoğrafçı olarak orada olmak benim için Altın Dağ’da olmakla eşdeğerdi.


Misafirliğim boyunca, evdeki her bir sanat eseriyle farklı bir “ilişki” geliştirdim. Resimlerin, heykellerin ve el yazmalarının kendi ruhları olduğunu, onlarla etkileşime giren kişiyle bir tür ortak uyum yarattığını düşünme eğilimindeyim. Bu, hem insanın hem de tanrının bilincini aktaran bir diyalog, bazen de bir monologdur. İlk ve önemli temas, hissetmektir. Bir sanat eseriyle yalnız kaldığınızda görünmez bir iplik beden ve ruh üzerinde sessiz örüntüsünü işlemeye başlar. İlk önce, Ferit Edgü’nün, İç Yangını resmiyle temas kurdum. Karşısında trans halinde saatler geçirirdim. Onun resmi beni sanki bedenimin özüne sesleniyormuş ve oradan gereksiz bir şeyleri söküp alıyormuş gibi etkilerdi. Nefes alışını duyabiliyordum. Bazen bilmediğim bir dilde, belki kendi hikâyesini, belki de benim hikâyemi anlatıyordu. O konuşuyor, ben susuyor; dinlediğim hikâyeyi içime alıyordum, sanki kendime bu ruhla enerji veriyordum. Bu bana her şeyin bir temas ve diyalog içerdiğini düşündürüyor.


Sanatın değeri, bu temas yoluyla kendimizi keşfetmemize izin vermesinde saklıdır. Bazen, bir sanat eseri karşısında yüzümü çevirip susuyorum, bazen de açılıp bana nüfuz etmesine izin veriyorum ve esere kendi hikâyemi anlatıyorum. Bazen de, eserin bilmediğim dilinin işaretlerini akıl ve spekülasyon merceğinden okuyor ve bulmacanın çözümünü bulduğumda Arşimet gibi tatmin edici bir “EVREKA!” çekiyorum. Bir sanat eserini hayatınıza davet etmek ve onunla aranızdaki ince bağı gözlemlemek bir tür teropatik deneyim sunuyor.


Burada daha çok sanatın alışılmadık ve örtük bir şekilde benlik durumumuzu nasıl iyileştirebileceğini ve bizi belli bir şekilde yüksek bir bilinç alanının saflığına nasıl uyumlandırabileceğini keşfetmekle ilgileniyorum. Bu müziğin titreşimsel etkisine benziyor. Klasik müzik dinlediğimde zihnim berrak ve açık oluyor. Sanki insandan daha yüksek bir yapıyla derin bir bağlantıya dalmışım ve algımı ilahi olana yükselten bir tür maneviyatla dolmuşum gibi. Tanrı’nın frekanslarına bağlanmanıza yardımcı olan birçok farklı müzik türü var. Pop, Indie ve herhangi bir modern müzik, bizi yaratıldığı gerçekliğin frekanslarına taşıyacaktır. İnsani duyguların, dramın ve diyelim ki çatışmanın frekanslarına. Bununla birlikte, tüm bu türler kendi tarzlarında, bilinçli veya bilinçsiz, ihtiyaçları doğrultusunda belirli bir benlik ile çalışacaktır. Bir resmin ya da bir heykelin karşısındayken başlayan sessiz diyalog için de aynı şey geçerli. Her bir sanat eseri, belirli bir kişinin yaşamına yeni bir enerji potansiyeli getirerek, alanlarını ihtiyaçlarına göre değiştirir. Bu durum, enerji olarak, evinize bir nemlendirici getirilmesine ve birkaç gün sonra zar zor görünen buharın tüm astım belirtilerini ortadan kaldırdığını fark etmenize benzer. Bu harika, değil mi? Ya da her gün gözünüze bir anlık bir görüntü ilişir, önünüze gelen bir nesneye düşünceli bir şekilde bakar ve kendinizi daha önce hiç fark etmediğiniz derin düşünceler içinde bulursunuz. Zihnimiz yeni bilgileri özümseyerek, yaşamla tam da bu temas halini alarak harekete geçer.


Arayışçıların Yuvası’na ilk geldiğimde, Burak şehir dışındaydı. Ali Teoman Germaner’in, sonradan adının Zümrüdüanka olduğunu öğrendiğim bronz kuşu salonun ortasındaki cam sehpanın üzerinde, kanatlarını açmış bir biçimde, sanki gökyüzünde ya da gökyüzüne benzer bir yerde, evdeki tüm diğer sanat eserlerini bir arada tutmak, ya da onları açılan kanatlarıyla kucaklamak ister gibiydi. Salonun neresine oturursanız oturun, size hoş geldin diyen bir ev sahibiydi. Şık bir galeri salonunda ya da bir müzede karşılaşabileceğim bu kuşun anıtsal güzelliği ona hemen dokunmama izin vermiyordu. Dokunursam, sanki bu anıtsal nitelik çözülecek, kuş sehpanın üzerinden sıçrayıp uçuverecek gibiydi. Ona dokunmam için, bir aydan fazla bir sürenin geçmesi gerekti. Bu süre içinde, bu “bana dokunma” diyen kuşla, doğal olarak sessiz bir diyalog sürdü aramızda. Eve gelen başka misafirlerde de, kuşla ilgili aynı deneyimi gözlemliyordum. Hemen herkes, evde istediği her bir objeye, esere, kitaba dokunabiliyorken, hiç kimse, sanki evrenin merkezindeymiş gibi duran bu kuşa dokunmak istemiyordu. Ta ki bir gün, sehpanın tozunu almak için onu iki elimle kavrayıp kaldırdım. Birdenbire içimde pek çok duygu su yüzüne çıktı. Tüm bedenimde hissettiğim kuşun ağırlığı, benim ağırlığımı temsil ediyordu. Sanki kendimi kucaklamış, bir yerden başka bir yere taşıyor gibiydim. Bedenim kadar ağır bu kuşun taşıdığı bilgelik benim yaşam hakkındaki bilgisizliğimin hafifliğini hissettiriyordu. Kendi duygu ağırlığım birdenbire yok olmuştu, uçabilecek kadar hafiftim. Bu çok büyüleyiciydi. Bazen aşk olur. Ve bazen aşk bilgiyle olur. İnkâr edilen ve sorgulanan şeyi bilmekle.


Bir kere Burak’ın şöyle dediğini hatırlıyorum: “Bir kuş düşünün. Onu tanımak için hakkında bilgi toplarız. Bir şeyler öğrendiğimizde, onu anlamaya başlarız. Neden göç eder? Neden öter (çiftleşmek için), neden ve kimden korkar? Bilin, anlayın ve sonra sevin. Gözlerinizi kapatın ve şarkı söyleyen kuşları düşünün. Artık bilmeye ya da anlamaya ihtiyacınız yoktur, sadece o sesleri seviyorsunuzdur.”


Şimdi Rusya’dayım. Misafir olduğum bir evde, benim gibi misafir olan başka bir düşsel kuş hakkında yazmak için kısa bir araştırma yaparken yaşamın ya da sanatın başka bir mucizesiyle karşılaşıyorum. Zümrüdüanka’nın tek bir kuş olmadığını, onun bir tür benlik uyanışı için yolculuğa çıkmış gezgin kuşların hepsine birden verilen bir ad olduğunu, kendini küllerinden yeniden doğurduğunu, Kaf dağına varmakla, insanın kendine varmasının aynı sembolik vadilerden geçtiğini öğrenip hayrete düşüyorum. Ancak şimdi fark ediyorum. Bu kuşla, düşündüğümden çok daha yakınmışız. En iyi arkadaşım hemen yanı başımda yaşıyormuş. Onunla geçen zamanın eşsizliğini ancak şimdi anlıyorum. Ancak şimdi olgunlaşan bir meyve. Sadece şimdi ortaya çıkan bir armağan. Böylesine hafif bir temasın ve farklı duyguların bana kendimle ilgili deneyim ve bilgi kazandırabildiğini ancak şimdi fark edebiliyorum. Bunun için yaşamıyor muyuz?


 

Plansız bir yolculuk

Maya Türkdoğan


Fotoğraflamanın benim için ne ifade ettiğini bilmeden bunu yapmaya devam ettim, ediyorum. Kameram hep bir elimin altındaydı ve tanık olduğum çoğu ana bir fotoğraf ya da fotoğraflanma şansı varken kaybedilmiş bir an olarak baktım. Söz konusu anın içinde bulunup fotoğraflamanın neden birbiriyle taban tabana zıt unsurlar olduğuna da hiçbir zaman anlam veremedim. Bir elim deklanşördeyken sahip olduğum farkındalığa başka hiçbir noktada ulaşabildiğimi gördüğüm olmadı. Fotoğraf, benim için o anı yaşamak yerine kaybedilen bir zaman değil aksine o anın kendisi, yaşanmış olduğunun bir kanıtı.


Burak Fidan’la tanışmam ve bir ALOŞ konukseveri olmam da bu düşüncelerin kafamı en çok meşgul ettiği zamana denk düşüyor. Bir kafede oturmuş portfolyom için fotoğraf seçmeye çalışırken Burak Bey de yan masamda ALOŞ; Dün, Bugün, Yarın sergisi için çalışmalarını sürdürüyordu. Onu gördüğümde bir tanışıklık hissettim. Ama nereden kaynaklandığını anlayamadım. Sonrasında aklım çekmiş olduğum fotoğraflara gitti. Fotoğrafladığınız bir yabancıya, belki de bir yıla yakın bir süre sonra, yan masanızda görmek ve kendisinin sizin için epey merak uyandırıcı bir konuyla meşgul olduğunu anlamak büyük bir tesadüf olsa gerek. Başıma gelen tam olarak buydu. Söz konusu yabancıya yani Burak Fidan’a sergi hakkındaki merakımı giderecek birkaç soru yönelttikten sonra alacağım tepkiden emin olamamanın gerginliğiyle daha önce onun fotoğrafını çekmiş olabileceğimi söyledim. Aldığım şaşkınlık dolu ama olumlu tepki sonrasında bilgisayarımdaki fotoğraf arşivinin derinlerinden o fotoğrafı bulup gösterdim. Burak Bey’le ve ALOŞ ile yollarımızın kesişmesi böyle gerçekleşti. Burak Bey, bana hayata geçirmek istediği fikirlerinden bahsediyor ben de merakla dinliyordum. İlerleyen dakikalarda böylesine sıra dışı bir işin içerisinde yer almak istediğime emindim.


Bu tesadüften kısa bir süre sonra onunla plansız bir şekilde yolculuğumuza başladık. Gidilecek yerler, yolda şekillenecekti. İlk durağımız Yeldeğirmen’i oldu. Çok kültürlü kimliği, zaman içerisinde geçirmiş olduğu kontrol dışı değişimlerle birtakım zararlara maruz kalmış olsa da hâlâ farklı kültürlerin izini görmenin mümkün olduğu bu semtte çokça kişinin kapısını çaldık. Tarihi taş fırından başlayarak kışlık giysiler satan eski tip bir dükkâna, amcaların kesik kahkahalarına ev sahipliği yapan kahvehanelere, düzinelerce kestaneyi özenle tezgâhına dizmiş olan seyyar satıcının arabasına konuk olduk. Ne ile meşgul olursa olsun her bir kişi bir elimizin altında bizimle seyahat eden yapıta dikti gözlerini. O gözlerin altında yatan merak ise yol boyunca bize eşlik etti. Zaman içerisinde Burak Bey’le Yeldeğirmeni’nde başlayan yolculuğumuz Kınalıada’dan Heybeliada’ya, Heybeliada’dan Fatih’e, Fatih’ten Kuzguncuk’un merak konusu olan sokaklarına kadar sıçradı. Bu yolculuk esnasında tanıştığım kişilerden bir tanesi, belki de 70’lerinde oldukça hoş giyimli, kısacık saçlı bir teyzeydi. Kendisi son derece meraklı bakışlarını ALOŞ’un yapıtına yönlendirdiğinde koyu bir sohbete giriştik. Önce birlikte elimde tuttuğum eseri inceledik, ardından neler gördüğümüz üzerine dakikalarca tartıştık. Sohbetimiz kendisinden bir önceki adada inecek olmamızdan kaynaklı sona erdiğinde çokça nasihat, iyi dilek ve övgü de benimle geliyordu. Yine yolculuk esnasında tanıştığım kişilerden bir tanesi Beyoğlu’nun acımasız yokuşlarının birinin orta noktasında konumlanan oldukça eski bir dükkânın sahibiydi. Her yere yığılmış olan resimlerin adım atmayı zorlaştırdığı bu dükkânda güç bela ilerleyip dükkân sahibine ulaştığımızda kendisinin gözleri çoktan Aloşname’nin eşsiz desenleriyle buluşmuştu bile. Vaktinin belki de tamamına yakınını bu duvarlar arasına sıkışmış sayısız resimle geçiren bir kişi için bu yıllardır beklediği bir misafir kadar müjdeleyici ve o misafirin en beklenmedik anda gelmesi kadar şaşırtıcıydı. Belli ki zaman içerisinde kapısını açtığı sayısız resimle kuvvetli bağlar geliştirmiş olan bu küçük dükkânın sahibiyle sohbetimiz gittikçe derinleşti ve yerlerden duvarların bitimine kadar her yeri saran resimler üzerine uzunca konuşup birbirimizin fikrini aldık. Sohbetin bitimine doğru yapıta uzanan elleri eserin üzerindeki desenler boyunca gezindi. Duyduğu merakı ve hayranlığı gizlemek için uğraşmayan misafirperver dükkân sahibiyle vedalaştığımızda bir omzumuzun altında kendisinin rafların arasından çekip çıkarmış olduğu yıpranmış kapaklı bir roman yer alıyordu. Yolculuk boyunca belki de boydan boya ezbere bildiğimiz sokakları, caddeleri tekrar tekrar dolaştık; bir o kadar yabancı olduğumuz yerlere de girmeyi ihmal etmedik. Ne var ki şaşırtıcı olan gidilen yerlerin gördüğümüz yüzler doğrultusunda hatırda kalışıydı. Dönüp baktığımda her seferinde hafızamda yer edinen yürüdüğümüz engebeli yolların nereye çıktığı değil, yolun sonunda hangi yüzün bizi karşıladığı oldu. Yine epey uzun yokuşlar tırmandığımız bir gün, yolun ilerleyen noktasında konumlanmış olan yaşlı bir çiçekçi çift ile gözlerimiz kesiştiğinde oldukça şaşkınlık duydum. Kameranızı doğrulttuğunuz insanların kendilerinde fotoğraflanacak neyin olduğuna anlam veremiyor oluşunun yarattığı öfkenin size yansımasının yıpratıcı tarafını azımsamamak gerek. Her ne kadar fotoğraflamak istediğiniz kişiyi kendilerini ele aldıkları bağlamın ötesinde görüp değerlendirmenin önemine inansam da yaşlı çiftin elimdeki kameraya gülen gözlerle baktığını görmek mutluluk vericiydi. Yanlarına gittiğimizde ellerindeki karton bardaklara doldurmuş oldukları çaydan birer yudum daha aldıktan sonra bizlere sorular yöneltmeye başlamışlardı. Fakat belli ki asıl soru bizlerin değil bir elimizin altında yer edinip bizimle birlikte tüm şehri karış karış gezen bu gizemli karakterin kim olduğuydu.


Bir Aloşname konukseveri kimliğiyle sokaklarda gezerek zaman içerisinde saklamayı başardığımız anlardan oluşan “temas” serisi de tanıklık edilen yüzlerin, mekânların arşivi niteliğinde. Fotoğraflama eylemi ne yazık ki her zaman fotoğraflanan kişilerle doğrudan temasa müsait olmuyor. Fotoğrafçı ile fotoğraflanan, süje ile obje sık sık birbirine ters düşebiliyor. Sizin fotoğraflamak için sabırsızlandığınız yüzler, objektif kendilerine doğrultunda kaçıp saklanacak yer arayabiliyor. Bu durumu kırmanın mümkün olduğu noktalarda ise Aloşname ile temasına tanıklık ettiğimiz her bir kişi, bu arşiv için büyük önem taşıyor. Onlar, bana, ana ortaklık etme fırsatı sunuyor, ben de buna karşılık onlara fotoğraflamazsam kimsenin yaşandığını bilemeyeceği söz konusu anları saklama imkânı tanıyorum. Bu arşivi oluşturmak için yola çıktığım günün üstünden geçen zamana geri dönüp baktığımda hâlâ fotoğraflamanın benim için ne ifade ettiğini bilmiyorum, herkesin okuduğunda benim yaratmak istediğim anlama ulaşabileceği bir cümleye sahip olduğumu düşünmüyorum. Bu yüzden sadece ne görüyorsam onu fotoğraflıyorum diyorum. Fotoğraflamasaydım benden başka kimsenin görmeyeceği şeyler olduğuna inanıyorum. Bir de en önemlisi bir Aloşname konukseveri olarak dolaştığım sokakları bu kimliğe sahip olmadan önce, belki de ezbere biliyor olsam da artık o sokaklardan geçerken hikâyesine tanıklık ettiğim insanlara tekrar rastlar mıyım sorusuyla dolaşıyorum, tanıdık bir yüz görme isteğimi bastırmaya çalışarak ilerliyorum.


 

Kabuklu çocuklar diyarı: İsimsiz bir Aloşname deseni üzerine çağrışımlar

Nilüfer Güngörmüş


Önce sessizlik vardı. Burak Fidan, sanatçı Ali Teoman Germaner, nam-ı diğer ALOŞ’un Aloşname desenlerinden birini evimde konuk etmemi teklif ettiğinde bir süre sessiz kaldım. Bir sürü işin peş peşe dizildiği bir sırada misafir kabul etmek akıl kârı mıydı? Ama kapıyı çalan bir tanrı misafiri olduğuna göre bu düşünce daha baştan anlamsızdı. Tanrı misafiri zaten böyle gelmez mi? Hayatın hayhuyu içinde, hiç beklenmediği bir anda, hiç tanınmayan biri olarak kapınızı çalar. Size düşen sorgu sual etmeden onu eve buyur etmektir. Öyle de oldu. Bir akşam karanlığında, başka bir misafiri karşılamaya gidip döndüğüm iki arada bir derede, sokağa aynı anda girdiğimiz tanımadığım bir motosikletliden, kapı ağzında, sıkı sıkıya sarılmış kocaman paketi aldım. Böylece 17 Kasım 2024 günü misafir eve geldi.


İsimsiz I, II, II, IV… Çocukken biraz da ürkerek izlediğim bir sahne -bir bebeğin dünyaya gelişi denen o gizemli olayın gizemli anlarından biri- geliyor aklıma: Bebeğin kulağına isminin üflenmesi. Bu sahneyi ilk izlediğimde, bebeğin ancak ondan sonra dünyanın seslerini duymaya başladığı gibi garip bir fikre kapılmıştım. Ya da belki büyükler öyle mi demişti acaba? İnsana ruh üflenmesi gibi bir tören. Nitekim törenin sonunda bir de “ismiyle müsemma olsun” denir, yani huyu, karakteri ismi gibi olsun. Resim sergilerinde bazı resimlerin altında isim yerine yazan İsimsiz I, II, II, IV… ibareleri içimde her zaman bir hayal kırıklığı ve üzüntü uyandırır. Sanatçı bazı resimlerini bir ruh bahşetmeye layık görmemiş gibi gelir. Karşımdaki resmin bir soy ismi var, Aloşname, ama tek başına karşımda dururken o da isimsizlerden.


İsimsizler Mezarlığı. Bendeki resmin içinde böyle bir bölge var. Sağ tarafta üstü açık küçük taş tabutlarında yatan üç ya da dört bebeğin bulunduğu bir kısım. Dördüncüde bebek var mı tam belli olmuyor. Resme karşıdan baktığınızda, tabutlardaki bebekler diğer kısımlara göre daha silik renkte oldukları halde, bakışlarınız belirgin bir çekimle o yöne doğru akıyor. Resmi, çalışırken oturduğum yerden görünen bir duvara astım. Başımı kaldırınca göz göze geliyoruz. Ama ilk zamanlar resme bakmakta zorluk çektim. Bakışlarımı hemen çeviriyordum.


Tank paletinin bıraktığı derin iz. Bir seferinde resimde bir tank paletinin izini görünce yaklaşıp baktım. Aslında görünmeyecek gibi değil ama ilk defa bu gözle bakmışım sanırım. Üzerindeki madeni mahlûkatla kaynaşmış bir iz. Mahlûkatın demirden yapılmış gibi duran vücutları, vida başını andıran gözleri, testere dişleri, levye, İngiliz anahtarı, demir çubuk uzuvları ve eklemleri, hepsi bir arada gerçekten bir tankı andırıyor. O zaman bu mahlûkatın kim olduğu üzerine düşündüm. Ellerini kavuşturup göğe doğru ölü bebekler için üzüntüyle yakarıyorlar mı, yoksa onları öldürmüş, sevinçle ellerini mi ovuşturuyorlar?


Bin dokuz yüz yetmiş yedi. Resmin sağ alt köşesinde 1977 yazıyor. İsimlerinden biri bu olabilirdi: Bin dokuz yüz yetmiş yedi. O zaman tank paletinin izi bir kehanet sayılırdı. Var olan olaylar üç yıl içinde tırmanacak ve 12 Eylül 1980’de tanklar hayatları ezip geçecek. Ali Teoman Germaner, Aloşname’nin görsel günce olduğunu söylüyor. Bu, resme bakışımı değiştirdi. Ne kadar sessiz bir resim olduğunu düşünmeme yol açtı. Önce sessizlik vardı, hâlâ sessizlik var. Resmin çizildiği yıl lise birdeymişim. Bir süre sanatçıyla hayatlarımız zihnimde kesişti. O ne yaparken ben ne yapıyordum, bunları düşündüm. Ve bugün, geçmişten çok daha büyük bir sessizliğin içine hapsedildiğimizi düşündüm. Günlerce denebilecek uzun bir süre resme bakmadım. Bakmadığımı daha sonra bir gün sessizlikten rahatsız olup “Resim nerde?” diye irkildiğim zaman fark ettim.


Dilenciler ve Sakatlar. Resmin tekinsizlik duygusu uyandıran mahlukatında Hieronymus Bosch ve Goya’nın dilenci figürlerini görmek mümkün. Baba Pieter Brueghel’in de Dilenci ve Sakatlar adını taşıyan benzer figürleri var. Misafirin figürleri duruşları, resmin içerisindeki toplanma açıları ve belli bir yöne doğru yönelen bakışsız gözleriyle Bosch ve Goya’nın resimlerindeki vücut ifadelerine daha yakınlar, ama benim deneyimlemekte olduğum resim “adını” bu referanslardan almış olsa Brueghel’e daha yakın düşerdi ve pekâlâ Dilenciler ve Sakatlar adını taşıyabilirdi. Ellerindeki asa ve koltuk değneği gibi gereçlerle, mil çekilmiş tornavida başı gözleriyle, göğe doğru uzanan yakaran elleriyle sefil, muhtaç ve talepkâr bir halleri var. Her ne kadar mağdur görünseler de onun yanı sıra aç bir sürünün kör saldırganlığını da hatırlatıyorlar. Yine aynı sorular yankılanıyor: Bebekler dilencilerin göremediği, tenlerinde hissettikleri soluk güneşte tatlı tatlı dinlenmekteler mi yoksa tabutlarında mı yatıyorlar? Dilenciler aziz mi, iblis mi? Mağdur mu, saldırgan mı? Aloşname’nin bütününde tekinsizlik duygusu uyandıran mahlûkat başkalarına da Hieronymus Bosch’un resimlerini hatırlatmış. Sanatçının kendisi ise Goya’nın adını anmış.


Yaşlı Tosbağa. Mahlukattan kimileri timsah, kimileri tarih öncesi kuşları andırıyor, biri elbombasını çağrıştıran kabuğuyla bir tosbağa. Zamanı kuran mı parçalayacak olan mı?


“yaşlı tosbağa

oturuyor güneşinin eteğine ve usulca dalıyor uykuya

ırmağın kıyısında


ırmağın kıyısında yalnızım ben

Beklentinin acısıyla bitkin

Güneşimin yolunu gözlüyorum

oysa gözlerim

bir an bile bulamıyor onu”1


Dilenci Antigone. Oidipus’un iki oğlu Eteokles ve Polyneikes taht için birbirleriyle savaşırken ölürler. Oidipus’tan sonra tahtı ele geçiren dayıları Kreon, Eteokles’i kutsal ayinlerle kutsarken, Polyneikes’i hain ilan edip gömülmesini yasaklayarak onu aşağılar. Antigone, kardeşi Polyneikes’in ölü bedenini savaş alanından alıp gömmek için hayatını tehlikeye atar. Tebai’den kovulan Antigone şehir surlarının dışında dilenerek hayatta kalmaya çalışır. Henry Bauchau, Oidipus üçlemesinin parçası olan Antigone romanında Antigone’nin çaresizliğini, onu bir parça ekmek için yalvarttığı bir bölümde anlatır. Dilenci Antigone ne kadar çabalasa da utançtan kısılan cılız sesini kimseye duyuramaz. Sonunda sadece ekmek için değil, aynı zamanda ölen kardeşleri ve kaybettiği ülkesine dair imkânsız yasını dile getiren bir çığlık atmayı başardığında, ancak o zaman yoğun ruhsal acısı açığa çıkar ve sessizlik perdesi yırtılır.


Vay bana. İranlı şair Nima Yuşiç’in (1895-1960) Ey İnsanlar kitabını çok uzun zaman önce almış nedense okumamıştım. Bu fesat topraktan ari bir yıldız/vermeyecek mi aydınlığını/bu zifiri geceye.2 Kitabın hemen başlarında okuduğum bu birkaç dizeyle, konuk ettiğim resmin sessizlik perdesi birden yırtılıverdi ve peş peşe Nima’nın sözleriyle resim seslendi: söndü ateş/çocuklar buz kesmiş bedenleriyle hareketsiz,/el ele tutuşarak gömülmüşler sonsuz uykuya ama/acılar içinde./başka bir alemde artık her ikisi de/uzaklaştılar iyiden ve kötüden az çok./gece yarısı kayıp giden bakışları/mırıldanıyor bir saat öncesinin hikâyesini./ bedenleri onların, babaya diyor ki: “öldü çocukların baba!/ama dönüp geldi domuzlar,/yediler pirinçleri tarlada…”.3 Nima’yı ALOŞ’la yan yana okumam gerektiğini bilir gibi o güne mi saklamıştım? İnsan böyle şeyleri nerden biliyor! Şimdi resmin isimlerinden biri: Vay Bana. Bir başkası: Söndü Ateş… Bir başkası: Fesat Topraktan Ari Bir Yıldız… Bir başkası: Öldü Çocukların Baba!


Kabuklu Çocuklar Diyarı. Sırtım resme dönük Nima’yı okurken, oturduğum yerden resme dönüp baktığımda sadece sessizlik perdesinin yıkılmakla kalmadığını, durağanlık zincirlerinin de kırıldığını gördüm: Nefesini tutmuş, kör gözleriyle yakaran mahlukat nefes alıyor. Zaman nehri tank paletinin izlerini içine alıp akmaya koyulmuş. Kabuklu ve demirden mahlûkat ruhsallığımızın en derinindeki kabuklu arkaik çocukluk mu acaba? Siluetleri katılığından uzaklaşıyor. İnsanlar doğuyor, şaşırıyor, çaresizce yaşama tutunacağı bir yer arıyor, inanıyor, şüphe ediyor, sesleniyor, susuyor, şükrediyor, hayat bazen kötü bazen iyi oluyor ve zamanı geldiğinde insanlar ölüyor. Bu resmi Kabuklu Çocuklar Diyarı olarak hatırlayacağım kesin. Ama tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyorum. Bizim açılmamıza, yaşamın coşkusunu uzun uzun yaşamamıza izin vermeyen bu coğrafyayla ilgisi var gibi geliyor sadece.


Su Sesini Hatırla. Çağrışımlarımda bahsetmesem de gönlümden geçen asıl isim bu ve duvarımdaki resimle bir ay birkaç günlük maceramızı onunla bitirmek istiyorum. 20 Aralık 2024. Sevgili Ali Teoman Germaner, Aloşnameniz’den bir sayfayla geçirdiğim bir ayı aşkın sürenin sonunda zihnimde ona dair sayısız isimle sizi selamlıyorum. Burada bu isimlerin sadece birkaçından bahsedebildim. Bende hep yeni isimlerle çoğalacağından eminim. Ama en çok burada bahsetmediğim şu ismiyle yankılanacak zihnimde: Su Sesini Hatırla. Güncenizden bendeki sayfayı duvarımda asılı durduğu yerden alıp “toygarın öldüğü” şu doğa parçasının içine bırakıyorum – sevgi ve saygıyla:

“su kalmamıştır artık arkta ama

yaşlı mazı uzatmıştır başını bulduğu bir boşluktan

dünkü gibi, usul bir mimrez ağacı

bol yapraklı dalını dayamıştır bir kayaya.”4


1 Irmağın kıyısında, Nima Yuşiç, Ey İnsanlar, s. 73, çeviren: M. Bülent Kılıç, Ve Yayınevi, İstanbul, 2016. 2 Vay bana, Nima Yuşiç, a.g.e., s. 49. 3 Çeltik tarlasında bir gece korucusu, Nima Yuşiç, a.g.e., s. 58. 4 Toygarın ölümü, Nima Yuşiç, a.g.e., s. 65


 

Kıymetli konuğum

Merve Akar Akgün


Evimde konuk ağırlamayı çok severim. Evime gelen konukların rahat etmesi, keyifli zaman geçirmesi, lezzetli yiyecekler yemesi, güzel içecekler içmesini ve hem benim evimde oldukları için özel hem de kendi evlerindeymiş gibi rahat hissetmelerini önemserim. Konuklarım birlikte “evim” dediğim yerde paylaştığımız zaman dilimini sonradan hatırladıklarında detayların bizi tekrar bir araya getirmesini isterim.


Burak’ın bir ALOŞ desenini evimde ağırlama teklifine yukarıda açıklamaya çalıştığım düşüncelerim doğrultusunda heyecanla olumlu yanıt verdim. Daha evvel ALOŞ’u Nazlı Pektaş’tan epey dinlemiştim ve Bozlu Art Project’in yayımladığı Aloşname’yi incelemiştim. Fakat evimde bir ALOŞ yapıtı olması düşüncesi hiç hâsıl olmamıştı.


Birkaç randevulaşmadan sonra Burak’ın ofisime bırakmak suretiyle bana ulaştırdığı bir grup fantastik canlının desenini duvarıma asmam evimdeki başka bir konuğum sebebiyle iki hafta bekledi. Saygı, sıcaklık ve cömertlikle yaklaştığım diğer konuğum annem ve babamın beyaz Van kedisi Kiki çok yaramaz olduğu, kulakları işitmediği ve evinden uzakta olduğu için sadece Aloşname desenini asamamama değil aynı zamanda evdeki başka tabloları da bir zarar görmemeleri için yerlerinden indirerek başka bir yere kaldırmama sebep oldu. Çünkü dediğim gibi, konuklarım benim için önemli, bir kedi, bir insan ya da bir tablo olması bu gerçeği değiştirmiyor.


Kiki bizde kaldığı süre zarfında gönlünce yaşamını sürdürdü ve annemlerin seyahatten dönmeleriyle evine döndü. Ben de aynı gün yeni konuğumuz ALOŞ desenini konuk evin en güzel yerine oturtulur düsturuyla yatak odamızda kızımın yıllar önce yaptığı düşkapanını çıkararak duvardaki çakılı çiviye taktım: “Sefalar getirdiniz.”


ALOŞ’un sanatsal mirasının önemli bir kısmını oluşturan Aloşname benim zevkime hitap eden bir estetiğe sahip değil diye düşünüyorum ilk olarak. Fantastik ve grotesk öğeleri hiç özdeşlik kuramadığım bir şekilde resmeden ALOŞ yarattığı kişisel dünyası ve sanatıyla ortaya koyduğu içsel çatışmalarını ve toplumsal sorunları eleştirel bir üslupla ifade ederken kullanmayı tercih ettiği formları, yaratıkları, figürleri bir masal anlatısına benzetmeye çalıştım. Olmadı. Bu detaylarla dolu kompozisyonun bana aynı anda hem bilim kurgu filmlerini hem çocuk kitaplarını hem de Anadolu halılarını düşündürmesi normal mi?


Bir sabah Refik’in bana “Merve ben bu eserle hiç ilişkilenemiyorum.” demesiyle evimdeki konuğa ayıp mı oluyor düşüncesinin ruhuma intikal etmesi birkaç saniye sürdü. Sanat tarihi açısından bir doruk noktası olarak kabul edilen bu seriyle ilgili yeterli bilgiye sahip olmadığım için mi anlayamıyordum?


Önce 1977’ye tarihlenmiş konuğumun dünyaya geldiği yılın Türkiye’nin siyasi ve toplumsal olarak karışık olduğu bir dönem olmasının önemini idrak ettim. Midelerinde lego parçaları var gibi görünen bu dinozorumsu robotik figürlerin ve ana karnında bekleyen balbal bebeklerin yaşadığını varsaydığım distopik ortam peri bacaları olabilir mi acaba? Çünkü benziyor.


ALOŞ sanatsal manifestosu gibi gördüğü Aloşname’de dönemin politik olaylarını, adaletsizlikleri ve insan hakları ihlalleri gibi meseleleri sembolik bir dille anlatıyor. Oluşturduğu fantastik ve aykırı dünya ile aslında arzu ettiği adil ve özgür dünyayı tasvir ederek izleyiciyi ters köşeye yatırıyor. Yani beni... Çünkü ALOŞ’un dünyasına girdikçe yapıta yaklaşıyor, zamanla bu çizimdeki hoşlanmadığım figürlere sempati beslemeye ve hatta bir tanesini özellikle ilgi çekici bulmaya başlıyorum. Bu değişen durum beni etkiliyor. Aloşname’ye tüm kalbimle kapılıyorum. Aloşname kitabından sürekli serideki başka işleri de inceliyor sonra dönüp duvarımda asılı olanın “bambaşka” olduğu düşüncesine varıyorum. Çünkü artık ona karşı objektif değilim, bu anlatıyı seviyorum ve ALOŞ’un bu ifade şekline hayranlık besliyorum.


Taşıdığı evrensel temalar nedeniyle günümüzde de güncelliğini koruyan bu seri bir desen serisi olmanın çok ötesine geçerek bazılarına göre bir sanatsal manifesto bazılarına göre ise bir düşünce sistemi.


Ben konuğumu daha yakından tanımış olmaktan, konuğum da onu yerleştirdiğim yerden mutlu olsak gerek ki artık yaşamsal düzenimizin bir parçası oluveriyor. Yatak odasında asılı olması sebebiyle uyku öncesi rüyaya dalmadan gördüğüm figürler olarak her daim hatırlayacağım onlarca detayıyla zihnimde yerini aldı bu desen.


Bakalım nasıl vedalaşacağız kıymetli konuğumla?


 

İyi yetişmiş canavarlar

Vuslat Çamkerten


Güne dair belirgin bir anımsamam yok fakat Burak beni aradığında bir misafirden bahsetmişti, bunu hatırlıyorum, üstelik öyküsünü de yazmak istedim. İyi bir misafirdi bu, dirimsel enerjisiyle ilgi çekici, bu çekicilikle işgalci, işgaliyle bilinmez, bilinmezliğiyle heyecan uyandıran. Telefon elimde mutfak camının önüne geçmiş, park halindeki arabalara ve bisikletlere, bisikletleri bürümüş sarmaşığa bakıyordum. Oysa gözümün önünde kıvrılıp bükülerek kendini zevkle ısıran, lokmalarından ama en çok da kendi ısırıklarından zevk alan bir yılan vardı.


Birkaç hafta sonra Burak yeniden aradığında bu kez bana bir misafirlik teklif etti. Bir önceki konuşmamızın bende yarattığı öykü, zihnimin içinde kendine küçük, karanlık bir yer edinmiş, renkli spot ışıklarıyla yanıp sönüyor, iki yabancı birbirlerini en çok istedikleri yerden tanımanın yollarını arıyordu. Birini en çok nereden ister insan? Yoksun olduğu yerden mi, korkularından mı, kollarının uzayıp hasrete dönüştüğü mesafeden mi? Yaralarından, geçmişinden belki. Belki de bir geleceğin uzattığı eli tutmak ister. Bilmiyorum. İçimiz mi bizden önce değişiyor, biz mi değişip içimizi köpürtüyoruz.


Bunları düşünürken geldi Aloş’un tablosu. Apaydınlık bir günde bir grup yabancıyı eve getirdim.


Bir çete. Konsey. Misafirler. Arkadaşlar. İşgalciler. Yeniler.


En çok da canavarlar.


Nereden geliyordu bu canavarlar? İçeriden mi, dışarıdan mı? Ali Teoman içinde bir yerde bunlarla mı yaşıyordu, yoksa dışarıda bunlarla mı mücadele ediyordu. Ben hiçbir canavarın salt dışarıda kaldığını görmedim. Bir canavarın sınırlarını çizebilir miyiz? Sanmıyorum. İçimize üfüren, derimizin altına nüfuz eden, zihnimizi hayalet ısırıklarıyla yiyip bitiren şeyler onlar. Sınırları içimizde eriyip yok olur. Bir oluruz. Kim daha güçlüyse öbürü ona dönüşür.


Tabloyu astığım yerde yemek yiyorum, çalışırken başımı kaldırıp canavarlarla göz göze geliyorum. “Dünya nesnelerin tümünü içermez, en azından bir tanesi eksiktir,” diyor Clement Rosset. Daha önce hiç algılanmamış, varoluşundan haberdar olmadıklarımızdan bahsediyor olmalı. Sezmek, algılamak, anlamak, bilmek. Tüm bu kuvvetleri henüz üstünde deneyemediğimiz, henüz karşılaşmadığımız şeyler. Bu kuvvetlerle bakmaya çalışıyorum Aloş’un canavarlarına. Bu korkunç şeylerin sivri olmamaları tuhaf. Yuvarlak, büklüm büklüm formlarına rağmen sert görünmeleri de öyle. Buz gibi bir yerde konuşlanmış, sımsıkı giyinmiş, adapte olmuş yaratıklar. Sohbetleri koyu. Dedim ya, bir konseye benzetiyorum onları. Ortada mevzular var. Bir karar çıktı çıkacak. Bir anda dağılıp kim bilir nerelere, kimlerin derisinin altına, zihninin dehlizlerine nüfuz edecekler. Bir şehrin en işlek caddesine, en pis, dar sokağına, beyaz duvarları çıplak ampüllerle patlayan devlet dairelerine dalacaklar. Biz geldik demeyecekler. Kimse de onları yadırgamayacak. Bir dile ihtiyaç duymuyorlar. Saklanmıyorlar. Şimdiden apaçık ortadalar. Ali Teoman’ın taş duvarlara verdiği ışık, canavarların bedensel varlıklarının tüm kıvrımlarını gözler önüne seriyor. Öyle kuvvetli görünüyorlar ki, kendilerinden başka hiçbir şeye ihtiyaçları yok. Baksanıza, bir hamamböceği kadar iyi yetişmiş, siyaset, politika, para kadar ortalık malı, bir vampir kadar eski, insan kadar medeniler. İşbilir, serinkanlı, hevesli. Adeta dirimseller. Varoluşumuz azaldıkça onların ne denli büyüdüğünü hatırlayın. Cisimleşmiş ısrarlarını, kanıksanmış işgallerini.


Bir sanatçının hikayeleri, formları, renkleri, karakterleri nereden toplanıp gelir. Sanatçı, geçmişin içinden derinleşerek gelen bir kavrayış nehrinin artıklarını ayaklarımızın dibine bırakan kişi midir? Eğer öyleyse, Aloş’un canavarları bize nerelerden, neler getiriyor? Bu resimler bir itiraf mı, bir fotoğraf mı? Bir sonuç ya da başlangıç mı? Onları bir betimleme gibi görmüyorum, canavarları betimleyemeyeceğim bir oluş halinde izliyorum. Hangi anda olduğumuzu bilmeden bir ortaklık içindeyiz. Zamanın köşesini bucağını kestiremiyorum ama onları evimde, salonumda, hikayelerimin içinde, paltomu giyip de sokağa çıkarken, kilidi açıp da evime girdiğimde yaşıyorum. Onları artık unuttuğum yerlerden biliyorum. Buna ister sezgi deyin, ister efsaneler ve mitlerden bahsedin, ister rüyalarda buluştuğumuz yerlerden insanlık olma haliyle kapatalım bu mevzuyu. İsterseniz de ülkede biraz sanat yapmayı deneyin.


Belki de odaları kontrol etmek yetecek.


Karşılaşma karşılaşmadır, anlaşma anlaşma.


Onlar iyi yetişmiş canavarlar, biz onları nerelerden tanıyoruz diye düşünürken onlar bizim dilimizi biliyor. Bizimle anlaşıyor, bizi anlıyorlar. Bayraklarımızdan, sınırlarımızdan, tembelliğimizden, hazlarımızdan, boş zamanlarımızdan, telaşlarımızdan, sevme biçimlerimizden, korkularımızın en korkunçlarından, yoksunluklarımızın en fenasından doğdular. Hepimiz için bir çukurları, hapisaneleri var. Onlar iyi yetişmiş canavarlar. Onları seviyoruz. Sevmesek gelip hayatlarımızın ortasına çöreklenebilirler miydi hiç.


Birini en çok nereden ister insan? Yoksun olduğu yerden mi, korkularından mı, kollarının uzayıp hasrete dönüştüğü mesafeden mi?


Hadi. Uzatın elinizi.


 

Misafir mi? Tanık mı?

Nazlı Pektaş


Çalışma odamın duvarında yeni bir resim var. Yazmaya ara verip sandalyemi döndürünce onunla karşılaşıyorum. Misafir olarak geldi ve bir süreliğine duvarıma yerleşti. Sık sık ona bakıyorum. Zira okuduğunuz satırlar yeni misafirim hakkında… Söz konusu resim 1977 tarihli ALOŞ’un bir serigrafisi. Resimdeki figürler ve dahil oldukları muammanın geçtiği yılların çizgi anlatısı.


1977’de 2 yaşındayım, 1980’e daha üç yıl var. Küçük bir Ege kasabasında yaşıyoruz ve İstanbul’da olan biten orayı da kavuruyor. Seksen darbesinin, sokağa çıkma yasağının olduğu günleri hayal meyal hatırlıyorum zira sokağa çıkamamak eğlenceli ve gizemli gelmişti… Çocuk aklı işte. ALOŞ, o yılların kaosunu çizgileriyle anlatıyor AlOŞNAME’de. Figürler; insan, hayvan, makine, yaratık, ucube… Kim ne isim verirse artık. Çoğunlukla kalabalıklar ve birlikte hareket ediyorlar ekseriyetle. Mekanik bir yapıda oldukları kesin ama eski bir zamandan gelmeler sanki, yeteneklerini kaybetmişler de kırık dökük halleriyle savaşma/savunma çabasına düşmüşler. Bir mağaradan mı çıkmışlar, mağara mı inşa etmişler kime ne! Asıl mesele içinden geçilen zamanın yarattığı karanlığı çizgi ile anlatabilmek olmalı. Böylece ALOŞNAME doğacak.


ALOŞNAME’den bir desenin bir gün duvarımda olacağını hayal bile edemezdim. Hele misafir olarak gelebilme ihtimali aklımın ucundan geçmezdi. ALOŞ ’a dair Sanat Dünyamız dergisinde yazmıştım, hatırlıyorum. Bir sanatçının sergide gördüğümüz yapıtları hakkında yazmakla onları evde seyredip vakit geçirip, odanıza misafir etmek arasında dağlar kadar fark var sahiden de. Ne yapmalıyım, nereden başlamalıyım? Sandalyemi döndürüp döndürüp eli bıçaklı figürlere bakıyorum. Önde dört yaratık var, ikisinin elinde bıçak. Bu grubun arkasında sırtı onlara dönmüş gözleri kapalı eli ağzında bedenini eğmiş başka bir yaratık, düşünceli… Sorular uçuşmaya başlıyor. Kıvılcımlar da odanın içine saçılmaya. Sesler de duyuyorum arada resimden odaya yayılan. Yarı mekanik pelerinli saydığım bu bedenler katır kutur, hırıltılı ve mekanik sesler çıkartıyor/olmalılar. Sesleri hayal etsem de duymadığım kesin. Korkmayın.


Çalışma odamda ve evin diğer odalarında başka resimler ve fotoğraflar var. Hiçbiriyle böyle yakın olmadım, üstelik de kalıcı olarak bizimle ikamet etmekteler. Misafir resme bu yazı vesilesiyle çok cömertim, onu uzun uzun seyrederek düşüncelere dalarak ağırlıyor, çokça vakit ayırıyorum. Ne mutlu bize!


Bu resim çocukluğum aracılığıyla beni 1970’ler ve sonrasına bağlıyor, dolayısıyla zor bir yerden geliyor bu misafir. 1980’ler, Türkiye’de sadece bir tarih aralığı değil, büyük bir kırılmanın eşiğiydi. Siyaset değişti, ekonomi yeniden biçimlendi, toplum başka bir yöne evrildi. Yasalar sertleşti, yasaklar sıradanlaştı. Din, dil, kimlik ve düşünce, yasakların gölgesinde şekillenirken, donmuş hayatlar hangi manzaralara yerleşti? Odamdaki figürler, düşle gerçeğin sınırında hangi hikâyeyi anlatıyor? Ve en temel soru: Türkiye’de insan nasıl konumlanıyor? Şiddet, savunma, korunma ve saklanma günlük hayatın içine nasıl işliyor? Kimler kendini güvende hissediyor, kimler sürekli tetikte? Hangi bedenler korunuyor, hangileri görmezden geliniyor ya da feda ediliyor? Bir toplum, kimin haklarını savunuyor, kimin varlığını tehdit olarak görüyor? Figürler, düşle gerçek arasındaki o belirsiz çizgide hangi hikâyeyi taşırken, kimler unutulmaya, kimler hatırlanmaya yazgılı? Ya kadınlar ve çocuklar? ALOŞ bu desenleri yaparken bu kadar çok kadın öldürülüyor muydu? Şimdi çizse neye benzerdi bu melezler? Ürküyorum.


ALOŞNAME, bu kurgu desen hikayesi o günden bugüne değişmeyenin kaydı gibi. Duvara ilişmiş bu melez bedenleri ALOŞ şöyle ifade ediyor Ahu Antmen’e verdiği röportajda: “(…) Benim çizgisel türküm ya da çizgisel mırıldanışım ömür boyu sürecek. Yaşadığımın dolaylı bir yansıması gibi…” ALOŞ’un mırıldanışı ömrümüz boyunca sürdü sürüyor. Duvarımdan çıkan sesler eşliğinde yazımı bitirirken eli bıçaklı bu figürler içinden en geridekinden ürküyorum, silahı yok ama planı çok gibi. Misafir kalsın mı gitsin mi bilemedim…


Misafirin burada oluşu, yapıtın yalnızca sergi mekânında değil, özel alanda da nasıl anlam değiştirdiğini düşündürüyor.  Galeride izlenenle her gün göz göze gelinen arasında fark var. Biri karşılaşma, diğeri birlikte yaşama meselesi. Resmin sabitlenmiş anı, zamana yayılan bir etkiye dönüşüyor. Resme bakmak, çizgilerle beraber düşünmek demek. Misafir kalıyor!


 

Konuk, Mekân, Zaman, Buğu

Alper Akdağ


Konuk

Aloş’un bir deseninin evimde konuk olacağını öğrendiğimde büyük bir heyecan duydum. Aylardır üzerine saatlerimi verdiğim bu işlerden biri, şimdi benim dünyama dahil olacaktı. Ancak bu heyecan, kısa süre içinde yerini bir derinliğe bıraktı. Konukseverlik gerçekten en kusursuz haliyle yaşandı, ama dünya büyüktü; konuk bendim, saatler ise Aloş’undu.

Evet, doğru söylüyorum: Konuk bendim.

Şimdi size, konuk olduğum bu dünyada yaşadıklarımı anlatmak yerine, Aloş’un dünyasına konuk olmanın yolunu anlatmaya çalışacağım. Eminim, Aloş’un sizler için de hazırladığı, benim bile henüz görmediğim binlerce konuk sofrası daha vardır.


Mekân

Aloş’un dünyasına gitmek için belirli bir adres, buluşulacak bir zaman ya da tıklatılacak bir kapı yok. Bu yolculuk, yalnızca küçük bir esintiyle başlar. Eğer kapı yoksa, bakılacak bir pencere bulmalıyız. Burada "pencere" derken Aloş’un herhangi bir deseninden bahsediyorum.

Aloş’un penceresi, alışık olmadığımız bir mekân sunar bize. Bu mekân, karanlık ve aydınlıktan oluşur; hem kutuplaştırır hem de sınırlar. En sade haliyle görürüz orayı ve tam da bu yüzden bilindik bir yerden koparır bizi. Karanlık ve aydınlık, aslında deneyimlediğimiz her mekânın en temel taşıdır. Ama Aloş’un mekânında spesifik bir yer seçme şansımız yoktur; çünkü orası her yer olabilir.

Bizler, toplumsal acılarımızı unutmak için bahaneler üretmeye alışkınız. Burası neresiydi? deriz. Yakında mıydı, uzakta mıydı? Bizim buraya pek benzemez, diyerek o mekânı tanımamayı seçeriz. Böylece, ona yabancı kalıp gerçeği uzaklaştırabiliriz. Ama Aloş’un mekânı öyle soyuttur ki, bize bu bahaneleri vermez. Pencere buğulanır. Nereye bakamayacağımıza da karar vermiştir artık. Unutturacak bir bahane, tanımayacak bir mekân, kaybolacak bir çevre bırakmaz bize.

Bu yüzden Aloş’un dünyasının konuk olunacak belirli bir yeri yoktur; konuk her yerde ağırlanabilir.

 

Zaman

Peki, bu konukluğun bir zamanı neden yok?

Biz insanlar, zamanı severiz. Onu ya geçmişte bırakırız ya da geleceğe erteleriz. Daha çok var, deriz. Ya da Geçti gitti, bir daha da olmaz. Aloş’un penceresinin ardında, tanıdık bir yüz, bildik bir kıyafet ya da zamana dair herhangi bir ipucu ararız. Ama Aloş, bunları da bizden alır. Böylece zamanın içinde kaybolmuş bir dünya yaratır.

Ona baktığımızda ne geçti gitti diyebiliriz ne de gelmesine daha çok var. Aloş’un dünyasında geçmiş ve gelecek bir anda buluşur. Kaçılacak bir zaman bırakmaz. Bu yüzden Aloş’un dünyasında buluşulacak bir zaman da yoktur. Çünkü her an bizi konuk edebilir.

 

Buğu

Aloş’un dünyasında kapılar yoktur. Çünkü kapılar kapalıyken ardındakini göstermezler. Üstelik her kapı farklı bir dünyaya sınırlar koymak içindir. Oysa Aloş’un desenleri dünyasını açıkça gösterir. Bu yüzden onlar kapı değil, birer penceredir.

Yan yana gelen bu pencerelere bakarsanız, tüm bir manzara gözünüzün önüne serilir. İşte Aloş ustalığını burda konuşturur ve bazı yerleri buğular pencerede. Bu buğular, farkları yaratır. Bu işler çok benzer, ama burada bir de şunu eklemiş, deriz ilk görüşte. Ama bazen çıkardığını, neyi gizlediğini fark edemeyiz. Çünkü Aloş, çıkartarak ve gizleyerek de bir şeyler anlatır bize. Bu yüzden bütün pencereleri bir bir gezmek gerekir.

Dediğim gibi eğer konuk olmaya niyetliysek, bir tek esinti yeter bize. Tek yapmamız gereken, Aloş’un birkaç penceresini aynı anda aralamak.


 

Zamanın izini sürerken Aloş hattında

Ece Başak


Psikanalizde après coup (sonradan etki) kavramı, yaşanan bir olayın, anlamını her zaman o anda değil, ancak daha sonra, bir başka olayla bağlantı kurarak kazandığını söyler. Bu mekanizma özellikle travmaların işlendiği bir süreçtir: İnsan, bazı deneyimlerin etkisini yaşadığı anda değil, etkisi başına geldiğinde anlamlandırır. Bu yorum, toplumsal belleğin işleyişi için de geçerlidir. Geçmiş, toplumsal hafızada da sürekli olarak yeniden biçimlenir.

 

Ali Teoman Germaner’in sanatındaki söylem bu mekanizmanın sanat bulmuş hali gibi. Sanatçı, özellikle ALOŞNAME adını verdiği desen dizisinde toplumsal hafızanın düşünce sahnelerini çizmeyi denerken, dönemin siyasi olaylarını (daha çok bebek ölümleri gibi travmatik olayları) mitolojik bir anlatıya dönüştürüyor ve evrensel bir döngünün parçası haline getiriyor. Dolayısıyla da şu yoruma izin veriyor; yaşanılan her şey, geçmişte zaten yaşandı ve gelecekte de yaşanacak.

 

ALOŞNAME desenleri, 1970’lerde, çizgisel bir günce tutma fikriyle başlıyor.

Dönemin siyasi atmosferini düşündüğümüzde, her gün yara alan toplumun güncesi, belki ancak, dünü, bugünü ve yarını içe içe, kopuntusuz olarak çizmekle daha mümkündü. Zaman bir bütündür; insan onu tanımlayabilmek için çağlara bölmüştür diyor bir röportajında sanatçı. Sonradan etki, burada, karşımıza bir zamansızlık olarak çıkıyor. Nasıl ki Hume, mutlak mekânın varlığını yadsıyorsa; Aloş da mekanla birlikte zamanın doğrusal ve sıralı akışını yadsır gibi gerçekleştirmiş eserlerini. Onun dünyasında olaylar, kesintisiz bir akışın parçaları olarak değil, sonsuz bir döngünün içinde, iç içe geçmiş halde bulunuyor.

 

ALOŞNAME desenleriyle ilk kez karşılaştığımda yakaran, yalvaran, acı içinde figürler gördüm. Ama biraz daha dikkatle baktığımda, gözleri göğe çevrilmiş bu yaratıkların sanki çağlar boyunca bir şeyler beklediğini, bir yaşayış biçimleri, inanç sistemleri olduğunu düşündüm. İlk bakışta tarih öncesine aitmiş gibi görünen bu figürlerin çene yapılarındaki mekanizmaları, ayaklarındaki tekerleğimsi formları fark etmem beni onların sadece tarih öncesini temsil ettikleri fikrinden uzaklaştırdı. Onun figürleri, geçmiş ya da geleceğin değil, zamanın kendisinin bir izdüşümü gibi. Zamanın belirli bir doğrultuda akmadığını, belleğin anları birbirine eklemleyerek inşa ettiğini, gerçek olanla düşsel olanın aynı çarkta döndüğünü gösteriyorlardı.

 

İşim gereği, çocuklarla bolca oyun oynayan, sohbet eden biri olarak tanıdık bir zaman algısı keşfediyorum sergide. Aloş’un eserlerindeki zaman, bir masal zamanı, çocukluğa ait geçirgen bir zaman. Benzer biçimde, çocukluğumuza ait anılar hafızamızda oldukça akışkan biçimde yer almaz mı? Kim bir çocukluk anısını, o anıya tanıklık eden birinden dinlediğinde, hafızasında yer ettiğinden farklı biçimlerine rastlamamıştır ki? "Her birimizin hatırlayacağı üzere bu ilk günler, çocuğa sonsuzluk gibi gelir ve bu durum geleceğe uzanan haftalar, aylar ve yıllar için daha da geçerlidir. Çocuklar yetişkinler tarafından keyfi sürülen kısa, acınası zamandan çok daha farklı bir düzende geçip giden 'zaman' içerisinde hafif uykularından uyanır, ayağa kalkar, etrafta koşuşturur, yer, oynar, güler ve ağlarlar." Geleceğe dair umutları ve düşleriyle zamanın "şimdiki" haliyle sürekli bir ilişki içindedir. Çocukların zaman anlayışı, bu yüzden sadece geçmişi değil, geleceği de kapsayan bir içsel zaman yolculuğudur.

 

"Çocukluktaki 'zaman' bizimkisi ile mukayese edilemez" der Bonaparte ve çocukluk anılarının bellekte yeniden şekillenerek geçmişin mitolojik bir versiyonuna dönüştüğünü savunur.

 

ALOŞ: dün, bugün, yarın, sergi salonuna adım attığımızda, serginin belki de en görkemli heykeli karşılıyor bizi. Bizden yüce bir varlığın karşısındaymışız gibi hissediyoruz. Antik dünyada tapınak girişlerindeki heykeller, kente girenleri karşılayan, onlara kentin ruhunu hissettiren böyle görkemli figürlerdi.


Bu sergiye de Aloş’un yılanlarıyla karşılaşarak giriyoruz, üst üste dizilmiş yılanlar geleni gideni kolaçan ediyor. Heykelin ardındaki sergi alanına geçtiğinizde diğer heykellerin konumlanışı, yırtıcı kuşların bakışları ziyaretçilere bir yön vermek ister gibi, oraya gidin diyor. Orada, bir heykel topluluğunun önünde duruyoruz. Merkezde, kanatlarını etrafındaki diğer kuşların genç, parıldayan enerjilerini toplamak ister gibi açan Zümrüdü Anka kuşu, hemen önündeki çelimsiz, gösterişsiz, yorgun kuşu, sanki yaşlılığı ve bilgeliği kutsar gibi kucaklıyor. Burak Fidan, sergiyi bir arkeolojik buluntu alanı gibi tasarlamış ve Aloş’un eserlerine ritüelistik bir düzen kazandırmış. Gerek ALOŞNAME desenleri, gerekse Aloş’un Paris dönemi resimleri, bu ritüeller alanının geleceğe gönderilmiş mesajları gibi sunuluyor yerleştirmede. Heykellerse, tüm anıtsal görkemleriyle geçmişi bugüne taşıyor. Ziyaretçiyi belirli bir akışa dahil eden bu anlatının içinde bir gizemi çözmeye çalışır gibi, sanatçının dünü, bugünü, yarını içinde kayboluyorsunuz. 

Bu sergi için üretilmiş, ALOŞNAME desenlerinin canlandırılmalarının gösterildiği video odasının iki duvarı deniz kabukları formlarıyla kaplanmış. Bu formlar, aslında sanatçının zaman algısındaki gibi, eğimli, bükümlü, helozonsel ve kendine ait bir ritimle dolu. Sergiden ayrılırken, sanki izleyenin zihnine bir imge bırakmak isteyen tek bir ALOŞNAME deseni dikkat çekiyor. Bu desende de, düşsel bir sahnede, bir deniz kabuğunun içinde beliren bir çocuk yüzü var. Belki de dünyaya yeni uyanmış bir bebek yüzü. Bu yarı deniz kabuğu yarı insan yüzü portreye baktıkça, o spiral formların, çocukken farkına vardığımız ama anlamına sonradan vakıf olduğumuz şeylere benzediğini düşünüyorum. Çocukluk, bir zamanlar içine daldığımız ama ancak yıllar sonra derinliğini anlayabildiğimiz bir deniz gibi. Çocuklar yaşar, ancak bazı çocukluk anıları bir başka deneyimle birleştiğinde tam olarak anlamlanır. Belki de Aloş’un sanatında zamansızlık hissi bu yüzden var: çünkü çocuklukta keşfedilen formlar, ancak ömrün sonunda tam anlamıyla geri dönüyor.

 

Aloş’un, Ahu Antmen’le yaptığı bir söyleşide, çocukken, denizden topladığı deniz kabuklarının formlarına uzun uzun bakıp ne çok etkilendiğini söylediğini hatırlıyorum. Sanatçı, çocukluğunda incelediği kabuklarda ne arıyorsa, onun desenlerine bakan herkesi bu arayışa ortak ediyor olabilir mi? Sergiden ayrıldıktan sonra, çocukluğumda deniz sesini duyacağıma inanarak kulağıma dayadığım deniz kabuklarını anımsıyorum, seslerin devingen ve gizemli yapısı içinde ne çok şey duyardım. Deniz kabuğu desenlerine nakşedilmiş bir masala ait olmalı bu figürler diyorum. Sergi boyunca kulağımıza dayadığımız deniz kabukları tanıdık bir masalı yeniden bahşediyor bize.


*Bonaparte M., Bilinçdışı ve Zaman, 1939, International Journal of Psychoanalysis, çev: Şahin Ateş


 

Sessiz misafir

Ömer Şişman


isteğim/isteksizliğim dışında

yeni tanıştığım biriyle

kalabalık bar masasında

oturuyoruz da

bir soru soruyor bana

sessizliği dolgulamak için bir soru

 

henüz birkaç kelime ediyorum ki

yanımdaki eski arkadaşım

sözümü kesip elimi kolumu tutup

söyleyeceklerimi daha

kestirmeden anlatıyor

konuşması bittiğinde halen

kolumu tutuyor sımsıkı

 

yıkıcı bir alt iletişim ertesi gün bir başkasıyla

 

eve dönüyorum tenha

sokaklardan

anlatmaktan vazgeçenler

çarpmıyor omzuma

tüm dünya profesyonel hikâye

anlatıcısı olmuştu bir sabah kalktığımda

kedilerle sohbet ediyorum ben de ve

bazen seninle, salonumdaki

sessiz misafir resim


 

Neyin heyûlası?

Tanıl Bora


Bir yıldan uzun süredir, "'78'liler" diye de anılan 1970'ler devrimcilerinin prosopografisi -yani kuşak biyografisi- üzerine çalışıyorum. Geçtiğimiz Aralık'ta, yazma aşamasına geçtim. Bu çalışma çerçevesinde, Michael Hardt'ın Yıkıcı Yetmişler'ini[1] okuyordum. Hardt bu kitapta 1970'leri, 68 fırtınası ile 1980'lerle birlikte kendini kabul ettiren neoliberal  "yeni çağ" arasında manâsız bir ara evre olarak gören yerleşik veya yaygın bakışı sorguluyor. Hatta, "şanlı" '68 neticede eski dünyanın, geride kalmakta olanın "olayı" iken, 70'lerin gelmekte olan dünyanın olayı olduğunu düşünüyor. Tam da Gramsci'nin çok bilinen tabiriyle "canavarlar zamanı":  "Eski dünya ölüyor, yenisi doğmak için mücadele ediyor."


İşte, Aloş, tam o sırada çıkageldi. Kendisini önce salona buyur ettik tabii, bir süre orada kuruldu. Ama bir süre sonra çalışma odasına taşıdım. Çünkü yeri orasıydı. 1970'ler, 78'liler üzerine bir çalışmanın süregittiği tezgâhın yanı başında durmalıydı, 70'lerden gelen bir misafirdi zira. Kadim zamanlara ve tüm zamanlara üflese de ürpertisini, 70'lerde üretilmiş bir serinin parçasıydı. '70'lerin dehşetinden, belirsizliklerinden pay almıştı. Ve onun korkunç figürleri, canavarlara akrabadır.


*


Canavarlar, antik dünyada, gelmesi yakın felâketin işaretleri, kötülük alâmetleri olarak görülmüşler. Korku ve dehşetin tekinsiz ifadeleri... Ortaçağdaysa, Umberto Eco'nun anlatımıyla, "tıpkı bizim hayvanat bahçesindeki egzotik hayvanlara bakmaktan hoşlandığımız gibi  çekici" bulunuyormuş canavarlar.[2] Dünyanın, varlıkların "muazzam ve garip çeşitliliğinin" harika numuneleri... Hıristiyan ilâhiyatının büyük azizi Augustinus, canavarların güzel olduğunu, çünkü tanrının yaratıkları olduğunu yazmış. Tanrının hata yapmış, 'yanlış' yaratmış olduğunu düşünemeyeceğimize göre, onlar da mübarektir: "Canavarlar bile tanrının çocuklarıdır."

Aloş'un, Ahu Antmen'in Aloşnâme: Bir Heykeltıraşın Felsefe Taşı'ndaki tarifiyle "hayvansı ama robotik kafatasları (ile) hayvan, makine arası varlıklar"ına, "melez bedenler"ine de bu gözle bakmalı değil mi? Bu  mahlûklar, çirkin, korkunç olabilirler - ama bu dünyaya, hakikate dahil olabilirler. Bize o kadar yabancı, bizden o kadar da başka değildirler belki. Belki bir ortak noktamız vardır.


*


Gözümüzü Gramsci'nin canavar imgesine döndük ama belki de Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'nun karizmatik ilk cümlesindeki Gespenst'i, Türkçeye genellikle hayalet diye çevrilen heyûla kavramını hatırlayalım: "Avrupa’da bir heyûla dolanıyor – komünizm heyûlası."[3] Heyûla, antik felsefede her doğal cismi meydana getiren ilkelerden biri sayılır; belirsizliğin ilkesidir, “kuvve halinde cevher”dir, yani cismin dönüşebileceği hallerin, alabileceği biçimlerin potansiyeli, 'ihtimali' olarak düşünebiliriz. antik Yunan felsefesinin ilk tazeleyicilerinden olan İslâm filozofu El Kindî, "suretleri taşıyan edilgin cevherî güç" diye tanımlamış heyûlayı.

70'ler Türkiye'sinde, sahiden komünizm heyûlası kol geziyordu. Sahici ve güçlü bir ihtimal olmasından öte, rejime, sermayeye, sağa saldığı korkuyla, bir heyûlaydı bu. Sadece Türkiye'de değil, dünyanın her köşesinde, Hardt'ın kitabının gösterdiği gibi, gelmekte olan yeni devrin heyûlaları kol geziyordu. Kader gibi zorunlu, aynen yaşadığımız gibi olması gerekmeyen, 'iyisiyle kötüsüyle' belki de başka türlü olabilecek bir yeni zamanın heyûlaları...

Aloş'un mahlûklarına, heyûlalar gözüyle de bakabiliriz. "Kuvve halinde cevherler"in belirtileri.


*


Bende misafir olan resmin sağ yakasına odaklandım, gözümü o taraftan alamıyorum, sol yakaya bir türlü bakamıyorum. Resmin sağında, Ayşegül Güçhan'ın (Ahu Antmen'in aktardığı) tasviriyle "kilitli ağızlarıyla konuşan, kör gözleriyle birbirlerine rehberlik eden"lerden biri var. Fakat bu, otoritesiyle dikkat çekiyor: ayaklarını yere sağlam basmış, sırtında cübbesiyle (bir ruhban mensubu mu, yoksa 'yüce yargı'dan mı?), pek güvenli bir edâyla, nutuk söylüyor, daha çok tembihatta bulunuyor. Onun kadar odaklanamadığımı söylediğim 'tipler,' -ikisi hazla arkaya atılmış gibi?, ulur gibi?, yakarır gibi?, tezahürat yapar gibi? dikilmiş kafalarıyla-, onu dinliyorlar mı yoksa kendi âlemlerinde midirler, emin olamıyorum.

Misafirim, acaba neyin heyûlası?


1. Çeviren Münevver Çelik, Otonom Yayıncılık, 2023. 2. Umberto Eco: Çirkinliğin Tarihi. Çev. Anaca Uysal Ergün vd.. Doğan Yayıncılık, 2009, s. 107-114.

3. İlk baskısı 2018'de yapılan Manifesto çevirimde (İletişim Yayınları) ben heyûlayı tercih ettim.


 

Burada bitmiyor, biliyorum

Birgül Oğuz


İnsan yaşamadan bilemiyor, olan oldu mu oluyor. Bir akşam üstü Alex ile mutfakta demlenir, ölen yakınlardan, onlarla ancak ölümlerinden sonra kurabildiğimiz yeni dil ve bağdan bahsederken hasret ve minnet karışımı bir sesle “onlar için parti verelim mi” diye bir fikir atıyorum ortaya. “Ne bileyim,” diye devam ediyorum. Ömrünü tamamlamış şeylerin tamamen ortadan kaybolmadığını, bir yaşamları olduğuna inandığımı söylüyorum. Ölümde bir serbest kalış var, kıçındaki kapsülü uzaya salarak yörünge değiştiren uzay mekikleri gibi tıpkı. Nedir peki serbest kalan? Bilemesek de fark eder mi? Kutlayamaz mıyız? Beni dinleyip dinlemediğinden emin değilim, bir süredir birbirimizle ilgili o kadar çok yanıtımız var ki birbirimizi pek de merak etmez olduk, aynı uçurumun kenarından ayrı karanlıklara sarkmış gibiyiz, yine de devam ediyorum; bir kutlamanın, hatta büyük bir kutlamanın hayatımızın bu mevsiminde çok yerinde olacağını iddia ediyorum. Güzel yüzünü, gökçe pınarlara benzettiğim gözlerini akşam karanlığında hemen hemen hiç göremediğim halde, öteki aleme geçip birini geri getirme isteğinin bir an için aramızda alev gibi parladığını hissediyorum ve ışıkları açıp kadehleri yeniden dolduruyorum: Herkesi çağıralım, hatta çağırmadıklarımız da gelsin! Burak partiye Aloş’un Aloşname serisinden altı desenle geliyor. Bir an olsun tereddüt etmeden hepsini herkes görsün diye duvarlara asıyoruz. Kutlama bir yıl sürüyor. 


Etrafımız, o bir yıl boyunca, harabeler önünde, bebek lahitlerinin arasında çömelmiş bekleyen, el açan, boyun eğen, yalvarırken sırıtan, timsah gözyaşları döken, medet uman, koltuk değnekli, takma bacaklı, ayakları tekerli ve makaralı, omurları boğumları fırlak, bir deri bir kemik, hayvanla makine arası insansılarla sarılı. Yok oluşu tefler, kemanlar, coşkuyla açılmış ağızlar, insanın kanını donduran bir dansla kutluyorlar. Ölüme de dirime de korku ve arzuyla secde ediyorlar çünkü korku ile arzu iç içe. Onlarda önce insanlığı görüyor, birlikte mutfak masasında doğa ve tarih, iyi ve kötü, sanat ve gerçek, temsil ve mütekabiliyet üzerine gecelerce kafa patlatıyor, tartışıyor, sessizliğe gömülüyor, huşu içinde desenleri seyrediyoruz. Benlik parçaları ve evdeki aynalar arasında gidip geliyor, bölük pörçük oluyor, birbirimize düşüp sarılıyor, bölük pörçük etmek istiyor, desenlere kaçamak bakışlar atıyoruz. Bir süre sonra desenlerde yavaş yavaş kendi insanlığımız beliriyor, büyüyen ay, rüyalarda yaklaşan bir varlık gibi.  Kayış orda bir yerde kopuyor. Düğün mü cenaze mi belli değil alacakaranlık bir fantezide çalıp oynuyor, birbirimizin kemiklerine dokunuyor, korku ve arzuyla kafayı buluyor, namluyu birbirimize doğrultup kıkır kıkır gülüyor, cevheri cehalet mi hikmet mi bilinmez bir delilik halinde tepiniyor, avcumuzdaki kafataslarını birbirimize gösteriyoruz. Zamanla aramızdaki dil iyice anlaşılmaz hale geliyor. Anlamamamız gerekeni anlıyor, söylemememiz gerekeni söylüyoruz. Özür dilerken hınç biliyor, bekler gibi yaparken kaçıyor, severken kandırıyor, tutmak isterken fırlatıyor ve kendi evimizde kayboluyoruz. Kalbimin ışığı sönecek kadar zayıflıyor, haftalarca yerde yatıyor ve seyrediyorum, seviyorum ve kayboluyor, beliriyor ve sevmiyorum, hıçkıra hıçkıra ağlıyorum, ezan okunuyor, nohut pişiyor, bebek ağlıyor, sivrisinek yanağıma konuyor, ellerimi boşluğa uzatıyorum, gitmekle kalmak arasında ince bir çizgi hayal ediyor ve kanatlı bir balık olarak yeniden resme giriyorum, ama artık esas kız değilim, ev dağılmış, belki de yanmış. Bir tarafım, derli toplu, aklı başında, önündeki maçlara bakan tarafım “yok mu bir çaresi,” diye soruyor. O tarafa gaipten “maalesef” yanıtı geliyor. Başka bir tarafım “iyi hoş güzel de canım çok sıkılıyor,” diye itirafta bulunuyor, “canım o kadar çok sıkılıyor ki kendime neden diye sormak zorunda kalıyorum.” Bu sefer de gaipten “sen bilirsin” diye anons geçip kara yayınını kapatıyorlar. O gün (galiba eylülün yedisiydi) defter sayfasında yaşayan bir balık olarak hayal ediyorum kendimi. Sayfada uzun kenarları birbirine bitişik, biri sarı biri gri iki dikdörtgen derya var. İşte ben o uzun kenarda zikzaklar çizen balığım ve kabul etmekle etmemenin zaten ve hep aynı şey olduğu bir mendereste ömür sürüyorum.


 

Tanrı misafiri

Mert Çakırcalı


Buraya apati hâkim. Yaşama karşı apati. Güzele, çirkine, sanata, heyecana, tutkulara, politikaya, iktidara, haklara ve haksızlığa, sevgiye ve nefrete karşı apati. Kalbin atışını hızlandıran ya da yavaşlatan her şeye karşı apati var burada. Herhangi bir şeye ya da kimseye ne empati, ne sempati. Yalnızca apati.


Tuhaf insanlar var burada. Her gün, saatlerce bir şey yapıyorlar. Bütün yaşamlarını ele geçirmiş bu şey. Bütün gündemlerini, konularını, uğraşlarını, meraklarını yok etmiş. Kendinden başka ilgilenecek şey bırakmamış. Merak ediyorum. Yaptıkları bu şey mi apatikleştirmiş onları yoksa zaten apatik doğup apatik büyüyüp apatik yaşamaktan başka türlüsünü bilmedikleri için mi burada yaptıkları bu şeyi yapıyorlar? Bilmiyorum. Soramıyorum da onlara. Halbuki iç içeyim onlarla. Yaptıkları o tek, tuhaf şeyi ben de yapmak zorundayım. Şimdilik başka şansım olmadığı için.


Evdeyim. Bütün gün o şeyi yapmaktan geliyorum. Şehrin gittikçe artan trafiğinden sağ çıkmışım. Tam soyunup salacakken kendimi, kollarıma kadar sabunla ovalayarak yıkayacakken ellerimi, yüzümü, oradan, o tuhaf şeyden, dışarıdan, dışarıdaki hayat dedikleri o yalandan arınmaya başlayacakken, kapı çalıyor. Açıyorum. Kimse yok etrafta. Duvara dayalı, kese kağıdına sarılı bir paket var yalnızca. Şaşırıyorum. Kim bıraktı bu paketi buraya? Birkaç saniye düşündükten sonra paketi alıyorum. Tanrı misafiridir, gerektiği gibi muamele etmek gerekir. Misafirimi salonuma götürüyorum. Yavaşça soyuyorum onu. Gizi böylece açığa çıkıyor. Parlıyor, yansıyor. Ansıyorum. Bir Aloşname bu. Onu en son bir sergide görmüştüm. Ne işi var burada?


Başka bir ülkede, şehrin saklanan yüzünün özgürleştiği akşam saatleri. Bir caz kulübü. Piyano sakin, kontrabas atmosferi kuruyor, davul her vuruşta sakince topluyor notaları, dinleyeninin uzak anılarını, zaman zaman tetiklenen unutulmuş hislerini. İçkiler yudumlanıyor. Etraf loş. Onu tek başına otururken görüyorum. Bir yabancı başka bir yabancıya ne kadar güzel görünebilirse o kadar güzel görünüyor. Onu süzerken, kafasını yavaşça bana çeviriyor. İfadesini seçemesem de göz göze geliyoruz. Sanki onun için kurduğum cümlelerden haberi var.


O an, orada, ikimizin de içinde bir his yankılanıyor. Birbirimizin bilinmezliğinde kaybolmak istediğimizi düşünüyoruz. Sanki telepatiyle anlaşıyoruz. Onu evime çağırıyorum. Geleceğini söylüyor. Adını bilmiyorum. Adımı bilmiyor.


Salondayız. Başkasının evinde. Benim evim burası ama hayır, aslında değil, başkasının evi. Sanki bir rüyadayım. Hangi şehirdeyim bilmiyorum. Sene kaç unutuyorum. Saat kaç? Yarınki planım ne? Her şey önemini kaybediyor. Şu an burada olmak dışında hiçbir şey getiremiyorum aklıma. Korkuyorum. Kendimi bırakmaktan başka çarem yok. Tek kelime etmiyoruz. Misafirime hiçbir şey ikram edemiyorum çünkü mutfak neresi, hangi dolapta ne var, içkim kaldı mı, hiçbir şey hatırlayamıyorum. Sessizce oturmak ve etrafa bakışını izlemek dışında yapabileceğim hiçbir şey yok sanki. Bedeninin her bir noktasını, her bir kıvrımını, oyuklarında oluşup kaybolan bütün gölgeleri, çıkıntılarının her birinden yansıyan her bir ışık huzmesini ezberliyorum. Dokusunu hayal ediyorum. Kendimi kandırıyorum. Onu seviyorum. Seni seviyorum.


Koltuktan kalkmanı yasaklıyorum. Hoşuna gidiyor. Orada bütün gün beni bekleyeceksin. Yaşamının en büyük heyecanını eve gelmeme dakikalar kala, dakikalar sonra seni okşamaya gelmek üzere olduğumu düşünürken yaşayacaksın. Yaşamının tek ve en büyük tutkusu yapacağım kendimi. Seni yaşamımın en büyük takıntısı. Sen benden yorulacaksın ben senden. Birbirimizden bıkacağız. Nefret edeceğiz zamanla. Yaşadıkça beraber. Yine de birbirimiz olmadan yapamayacak kıvama geleceğiz günün sonunda. Korkuyorum senden. Şimdiden. Tahmin ettiğimden de çabuk ele geçirdin zihnimi.


Kendime gelmek için bir CD koyuyorum. Brad Mehldau’nun canlı solo kayıtlarının toplamı. Ancak böyle tekrar kendim olabiliyorum işte. Müzikle. Seninle yan yana, üst üste, karşılıklı otururken, zihnimi seninkiyle çiftleştirirken, burada, içeride, kendimle, seninle, kitaplarımla, o kendi dışında her şeyi yok eden tuhaf şeyden ve yaratıklardan uzakta. Her gün kendime itiraf ediyorum. Hayatımın en enerji dolu yıllarını, gençliğimi, güzelliğimi, senelerimi, çok da uzak olmadığını umduğum geleceğimi garantilemek için harcıyorum. Şu an yaptığım şey, ilerinin kendime kalabilmesi için şimdimi harcamak. Bu neredeyse her felsefede uzak durulması vaaz edilen şeydir. Ne olacağını bilemezsin. Şimdi dediğin anın hemen sonrasındaki anlar bile neredeyse tamamen belirsizdir. Zamanımı harcarken, ileride senin gibi şeylerle bir haftanın, bir yılın, hatta zamanların tamamında iç içe olabilmek için emek verirken, yolda emek zorunluluğuma giderken kaptanın bir anlık dikkatsizliğine, yandaki tırın bir anlık manevrasına ya da karşıdan gelen aracın uzunlarını açık unutmuş olmasına kurban gidebilirim. Bok yoluna gidebilirim. Bunu düşünmek bile dehşete düşürüyor beni. Bu türden ihtimallerin karşısındaki çaresizliğime sinirleniyorum. Öfkeyle doluyor içim her şeye karşı. Sana bile. Sen ve senin gibi şeyler için yaşamak istiyorum ben, ölmek değil. Kendime soruyorum o zaman. Ölmekten bu kadar korkuyorsam doğru yolda mı ilerliyorum? Bir şeyleri kaybetmekten bu kadar dehşete düşüyorsam hayatımın değerini mi bilmeliyim yoksa bir şeylere bu kadar değer vermeme doygunluğuna mı ulaşmalıyım? Benim içim bir zamanlar kapkaranlıktı. Hayata tam karışmamış insanların o iç karanlığı ve boğukluğu bende de vardı. Sıkıldım ama o karanlıktan. Bir noktada o karanlığa dair bir şeyler bana sahte gelmeye başlamıştı. Bile isteye, kendi kendine, bir yerlerden ithal edip içinde yetiştirebildiğin türden yapay ve komik bir karanlıktı o. Böyle böyle karanlığa olan inancımı kaybetmeye başladım. Aydınlığa zaten hiçbir zaman inanmadım. Günün sonunda, her şey o caz kulübündeki gibi loş görünmeye başladı gözüme. Zihnimde her köşede yanan ve sönmeyecek mumlar varmış gibi hissediyorum. Bir şeyleri seçmemi sağlıyorlar, ana hatlarıyla görebiliyorum olan biteni. Müzik var. Sen varsın. Senin gibi şeyler var hayatta. Anlam var. Anlamsın sen. Seni zihni ve elleriyle yaratan tarafından içine işlenmiş ve türdeşlerin tarafından paylaşılan anlam. Sana bakanın sende binbir türlüsünü bulduğu. İnsanı heyecanlandıran şeyler bunlar. Gerektiğinde durduran. Zamanı gelince yerinden zıplatan. Gerçek şeyler. Durum buyken ne karanlıkta kaybolabilirsin ne de aydınlıkla gözün kamaşabilir. Loş olanın geçerliliğini anlarsın. Hayatına onunla devam edersin. Diğer durumlar alakasız ve geçersizdir artık. İş işten geçmiştir.


Sana sormak istediğim bir şey var. Tanrı misafirisin, her yere ve herkese gidebilirdin, neden bana geldin? Ne için yaşadığımı bildiğimi biliyorsun. Emin olmamı mı istedin? Hayatı yaşanır kıldığına inandığım şeylere geri dönüşü olmayacak şekilde bağlı olduğumu biliyordun. Direncimi sınamaya mı geldin? Fikrim değişir mi diye görmek mi istedin? Sen ve senin gibi şeylere karşı ansızın nasıl bir takıntı geliştireceğimi kendi gözlerinle görmek mi istedin? Yaşamımdaki gerçek şeylerle yalan şeylerin, o saçma sapan vızıltılarla ayakları yere basan diyaloglar arasında o zar zor kurmaya başladığım dengeyi sarsmak mı istedin? Terazinin senden yana olan tarafının ağır basması gerektiğini biliyorum. Karşında duran şeye karşı durmak zorunda oluşundan doğan o kendinden utanma hissini, ruhunun yıkıcı tarafıyla dışavurduğunu görüyorum. Bu tarafın beni zaman zaman esir alıyor. Ne düşünsem, ne yazsam, ne söylesem bunu hissediyorum kendimde. O yıkıcılığın içimi kemiriyor, midemi kazıyor, başımı patlatacak gibi oluyor. Bağırmak istiyorum. Çığlık atmak istiyorum. Siktirip gidesim geliyor. Yazmayı bile tamamen bırakmayı düşünüyorum. Aynı şeyleri sayıklayıp duruyorum sanki. Hep aynı cümle çıkıyor ağzımdan. Zihnimde aynı düşünce belirip belirip kayboluyor. Vazgeçmek istiyorum. Diyecek başka şeyim yok mu diye merak ediyorum. Hayatta başka derdin yok mu, dön dolaş kafayı taktığın şeyler bunlar mı, hep bunlar mı, gerçekten mi, yetmedi mi, sıkılmadın mı?


Buraya apati hakim demiştim. Bu ölümden önceki duraktır. Köprüden önceki son çıkış apatiye uğramaz bile. İş işten geçmiş yani. Burada kurtarılabilecek bir şey kalmamış. Apatik olan ölümü bekler. Çevresine ve olan bitene karşı duyarsızlaşmıştır. Heyecanlanabildiği, bağlılık duyduğu, sevdiği, saydığı, nefret ettiği hiçbir şey kalmamıştır. Apatik kişinin sanki sinir uçları alınmıştır. Kaybedeceği hiçbir şey de yoktur artık. Bu saatten sonra hiçbir şey kazanamaz da. Belli bir yolu takip edebilir ancak. Kaybolamaz. Yüzündeki gülümseme ansızın ifadesizleşir, boşalır, söner. Yüzüne bakarken, zihninden bir şeylerin çekilip alındığını anlarsın. Patlayan bir yıldıza benzetirsin onu ama bilirsin ki patlayan yıldızlar artlarında güzel bir görüntü bırakırlar. Apatik kişi ölüm sonrası bu güzel görüntüden de yoksundur. Jübilesi yoktur. Arkasından “iyi bilirdik” denir. Belki gerçekten iyidir de. Ama bu iyiliğin bağlandığı kendinden daha büyük bir iyilik yoktur. Onun iyiliği idealinden mahrumdur.


Buradaki insanlar ölümü bekliyorlar. Yaşamıyorlar. Ölü de değiller işte. Ölmeden önce olmasını bekledikleri o hepimizin malumu şeyleri beklemelerinin ve onları bir bir yerine getirmelerinin de bir önemi yok. Onlar da içten içe biliyorlar. Zaman tekdüzeyse daha çabuk akar. Hatta akmaz. Tekdüzelik, zamanı noktadan noktaya atlayan ve bir şeylerin gelişimini, evrimini hiçe sayan bir sıçrama tahtasına dönüştürür. Böyle bir şeyin akma, devam etme niteliği olmaz. Onda bir şeyler olur ve onda olan o şeylere açıklama getirilmesi önemsizleşir. Hayat bir oldu bittiye dönüşür. Ölüm düşünülmez. Kaldı ki ölüme en yakın yaşam biçimi böyle bir yaşam biçimidir. Ölüme o kadar yakındır ki ileri baktığında ölüm görünmez. Ölüm gözlerinin önünde bir streç film gibi durur. Hayatta atabileceğin tek adım seni ölümle buluşturur. O son anda fark edersin sıçtığını. Pişmanlıkların hepsi teker teker zihnine doluşur. Ölüyor musun, yoksa zaten doğarken mi ölmüşsün o an anlarsın. Yeterince akıllıysan.


Beni de kendileri gibi sanıyorlar mıdır? Hayal edebiliyorlar mıdır seninle yaşadığımız şu acayip şeyi? Bilseler ne düşünürler? O sığ, ortalama kafalarında oluşabilecek, ansızın parlayabilecek o ölümcül fikirlerden korkuyorum. Onlardan çok korkuyorum. Her şeyi yapabilirler bize. Senin o yansıyan ışığa göre şekillenen gövdeni, o bezimsi dokunu parçalayabilirler, tarihin gerçek sonuna kadar özenle saklanması gereken o uçucu mürekkebini iştahla yalayıp yavaş yavaş, işkence ede ede yok edebilirler seni. Ortalamadaki şiddet eğilimini hafife alma sakın. Yaşayan ölünün, insansının nasıl korkunç ihtimallere gebe olduğunu tarih bize yeterince göstermedi mi? Bu yüzden maskelerimi taşımaya devam ediyorum. Kendim gibi olanlar arasında sürekli bulunmak lüksüne sahip olamadığım için. Bu bir lüks olduğu için. Fazla şey istemediğimi biliyorsun. Ama istediklerimin bu dünyada gerçekleşmesi ne kadar zor şeyler olduğunu da biliyorsun.


Aloşname! Misafirliğin sona erdiğinde, seni ait olduğun yere geri götürdüğümde hissedeceğim en büyük eksiklik kabilesizlik, cemaatsizlik, cemiyetsizlik, kulüpsüzlük, adına ne dersen de o olacak. Ve tabii bana bu kadar yabancı birinin, bir şeyin, bir tanrı misafirinin hakkımda her şeyi biliyormuşçasına varolabildiğim hissi.

Comments


Commenting on this post isn't available anymore. Contact the site owner for more info.

All rights reserved. Unlimited Publications.

Meşrutiyet Caddesi No: 67 Kat: 1 Beyoğlu İstanbul Turkey

Follow us

  • Black Instagram Icon
bottom of page