Covid-19 üzerine yapılan felsefi tartışmalar devam ederken Ali Akay'ın kaleme aldığı makale Agamben'den Foucault'ya uzanıyor ve "sağlık politikalarına destek olmak için evlere kapanmış vaziyetteysek kendi kendimizle yüzleşmek zorunda olduğumuz içindir" diyor
Yazı: Ali Akay
CIA'in Kobayları belgeselinden bir kare
Covid-19 üzerine yapılan felsefe tartışmaları sürmeye devam ediyor. Çoğunlukla Foucault üzerinden yola çıkarak “biyo-politika”yı “istisnai durum” ile bağdaştıran Agamben’in düşüncesi üzerinden yola çıkılıyor. 1995 yılında çıkan Kutsal İnsan (Homo Sacer) kitabında Agamben, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi rejimiyle başlayan ve daha sonra Nazi bilim insanlarının Batı Avrupa ve Amerika tarafından kullanılan örneklerinden yola çıkarak “çıplak yaşamı”, yani siyasi olmayan yaşamı, tıbbın ve siyasetin nasıl içine aldığını verdiği korkunç örneklerle gösterdi. Ölüm mahkumları üzerinde yapılan deneylerin korkunçluğunu bir bir tasvir eden metinleri ortaya çıkaran Agamben, bu şekilde kendi temel savını kuvvetlendirmekteydi. Kampların içinden alınan deneklerin korkunç tıbbi deneylere maruz bırakılması ise, şimdi tekrar okurken bile insanın canını yakıyor. Ama Pasteur’ün, omurilikte saklanan kuduza karşı aşıyı bulmadan evvel, Brezilya imparatoruna ölüm mahkumlarına kolera basili için deneyler yapmasını önerdiğini ve imparatorunbunu kabul etmediğini bu kitapta okumuyoruz.
Bunu bir kenara koyuyorum; çünkü bugünkü tartışmanın odağında bu örnekler üzerinden geliştirilen bir kavram olarak “çıplak yaşam” var. Ayrıca bu tartışmalarla, Foucault’nun “disiplin toplumu” olarak adlandırdığı 19. yüzyıla ait Hapishanenin Tarihi (1975) kitabı da dolaşımda. Žižek’in son yazdığı 18 Mart tarihli makaleye verdiği başlık da bu kitaba gönderme yapmakta: Gözetlemek ve Cezalandırmak mı? Evet Lütfen.
Bu kitapta Foucault bedenler üzerine düşünmekte, bölüm başlıkların çoğu “beden” üzerine. Fakat Foucault’ya göre, ceza hukukunun asıl hedefi “beden” olmuş olsa da, satır aralarında bulabileceğimiz gizli veya örtük hedefin beden değil ama “yaşamın kendisi” olduğunu yazdığı cümleler var. Mesela “herkes için aynı ölüm (...) suçun ne olduğu veya suçlunun statüsü değil (...) anında (giyotinle-AA) ölüm, bedenden çok hayata uzanan bir infaz” biçimidir (s. 17)”. Burada bedenden çok “hayat odak noktası” olarak durmakta. Biyo-politika üzerine geliştirmekte olduğu düşünceler (yaşamın siyasallaştırılması ve denetlenmesi) satır aralarında mevcut. Hatta 17. yüzyıldan yaptığı bir alıntıda verdiği örnekte, iktidarın mikro-fiziğinden söz ederken bile “ceza teknikleri, azap ve işkence ritüellerine maruz bıraktığı bedenler kadar ruhu da ele geçirmektedir,” diye yazmakta. Bu arada, bugünlerde, Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen bir takım görüntülerde, askeri araçların şehirde dolaşmaya başlaması ise kaygıların meşruluğunu, bir anlamda, artırmakta. Neyse ki, Foucault’nun 17. yüzyıl sonunda tasvir ettiği gibi, veba zamanında karantina altında olan “her sokakta yönetici müfettişlerin, pencere camlarından insanları görmek istediği, herkesi adıyla yoklamaya tabi tuttuğu, her evde oturanın kendileri olduğunu kanıtlamalarını denetlediği ve böylece ölü sayılarının belirlendiği” bir durum söz konusu değil! Foucault ikili dışlanmalarla işleyen bir organizasyondan (normal-anormal, deli-deli olmayan, tehlikeli-zararsız) söz etmekteydi. Bugün ölü sayıları verilmekte, ama daha kontrol yapılmamakta!
Fakat başka bir perspektiften bakabilirsek, bu bize başka bir bakış açısı sunacak diye düşünüyorum. Bu alan yine Foucault’nun metinlerine dönerek ele alınabilecek bir alan. Foucault’nun devlet, sivil toplum, iktidar gibi sadece siyasi kavramlar içinden bakarak bu alanı bugüne çekemeyiz diyen düşünüyorum. Son dönem çalışmalarıyla Foucault bizim bugün “yalnızlaşan kolektif halimiz” (sosyal izolasyon) ile ilişkili olabilecek veriler önermekte. Bu, etik, ethos ve estetik üzerine odaklanan davranışları içermekle kalmıyor, ne de sadece medenileşmek ile alakalı (yere atılan lastik eldivenlerin görüntüleri şaşırtıcı). “Yeniden Foucault’ya dönmek” bizi büyük siyasi kavramlar dışında (biyo-politika, devlet, iktidar) onun yazdığı son metinlere yolluyor: Kendilik endişesi (yaşadığı sırada yayımladığı son kitabının adı).
Bugün İngilizce olarak İnternet’te döndüğü gibi filozoflar arasındaki tartışmanın Hapishanenin Doğuşu aşamalarında başlayan alıntılar da, yukarıda örneklediğim gibi, tam olarak bugüne ait olmaya namzet değiller. Bunlar tarihe ait çok çarpıcı tasvirler. Bu örnekler direkt olarak, elbette, bugünkü karantinayla yapılan bazı benzerlikleri içermekte olsa bile, vebanın karantina altına alma biçimleri ve arşivlere dayanan tarifi değil söz konusu olan.
Aslına bakılırsa, “Foucault’nun çalışmalarına dönmenin”, benzerliklerle değil ama göndermelerle mümkün olabileceğini düşünüyorum. Bugünkü karantina biçimlerine, şu an, baktığımızda, biyo-politik bir denetimin altına alınan, özgürlüklerini yitiren bireylerin siyasi bağlılığı üzerine düşünmenin, bizi Covid-19 sorunu açısından, çok uzağa taşıyamayacağını düşünüyorum. Bu benzetmeleri tam da Rönesans öncesinde Batı düşüncesinin benzetmeyle kurduğu analojik bağlarla ilgili kaldığını söylemek istiyorum.
Foucault, bize bunu 1966’daki kitabında (Kelimeler ve Şeyler) gösterdi. 16. yüzyılda baş ağrılarına karşı cevizi önermek, mesela, ağrıya çareyi beyin ve ceviz kabuğu kıvrımlarının birbirlerine benzemesiyle açıklamak analojik düşüncenin en çarpıcı örnekleri arasında durmakta. Foucault 16. yüzyıla kadar Batı kültürel bilgisinin benzeme üzerine kurulu bir kültüre dayandığını yazıyordu Kelimeler ve Şeyler adlı kitabında. Metinlerin yorumlanması benzerlik üzerine kurulu bir bakıştan kaynaklanarak işlerlik kazanmaktaydı. Sembolleri, şeyler üzerine kurulu bilgiyi benzetme merkezli bir bakış canlandırmaktaydı. Dünya kendi üzerine katlanarak kendini sunmaktaydı: Yeryüzü gökyüzüne benzetiliyordu. Sanat doğal espası temsil ediyordu. Temsili olan hayatın aynası gibi tekrar ederek ele alınmaktaydı. Bilgi benzerlik üzerine bir düşünceye yaslanmaktaydı. Nesneler birbirlerine dokunarak birbirlerine karışarak şekilleniyorlardı. Düşünce benzetme üzerinden şeyleri birbirleriyle kıyaslamaktaydı. Yakın olan benzerlikler birbirlerine dokunmaktaydı. Mesela ruh ve beden arasında kurulan yakınlıklar vardı. Günah ruhu havalandırıp hafifletmek yerine ağırlaştırmakta, kalınlaştırmakta, yere doğru çekmekteydi. Bu hareket içinde ruh bedenin (maddenin) en kıvrılan köşelerine sıkışıyordu. Ruh bedene asimile oluyordu. Farklı canlılar birbirlerine dokunuyorlardı: Bitkiler hayvanlarla, toprak denizle, insan ise kendi etrafındakilerle iletişime giriyordu. Benzerlikler benzerliklerle yan yana getiriliyordu. İnsanın yüzünde otlar oluşabiliyordu (yani sakal ve bıyık gibi vücudun kılları bitkilerle kıyaslanmaktaydı). Deniz mahsullerinin sırtlarında köpükler oluşuyordu (Denizin köpüklerden doğup Zefir tarafından üflenerek-Venüs’ün saçları rüzgarda dalgalanmaktadır- karaya itilen Venüs. Bu, Boticelli’nin (1482-86): tablosudur. Ressam resmi yaparken, Homeros’un Afrodit üzerine anlattıklarına yaslanmaktaydı). Resim edebiyata (Homeros İlahileri) benzemeye çalışıyordu. Dünya, yakınlıkların birbirlerine uygunluğu üzerine düşünülmekteydi. Özenme, benzemeye çalışma kurallaştırılmaktaydı. Hiçbir bağı olmayanlar yan yana toparlanabilmekteydi. İnsan, mesela “tüm yıldızların kendi içinde olduğunu” düşünebilmekteydi. Hatta Rönesans metinlerinde bile Ficino’nun “Tanrı ve ruh” üzerine diyaloğunda (1576) Tanrı’ya “hem benim dışımda her yerde hem de benim küçücük vücudumun içinde nasıl aynı zamanda bulunmaktasın” diye sormaktaydı. Şeyler arasında kurulan bu yakın komşuluk ilişkileri, şeylerin birbirleriyle olan dış ilişkilerini kurmuyordu, ama şeylerin arasında karanlıkta kalan neredeyse gizli ilişkileri işaret ediyordu.
Bugün komplo teorisyenlerinin kullandıkları yöntemi biraz yukarıda örneklerini verdiğim analoji düşüncesine benzetebiliriz. Bunlar da birbirleriyle pek yakınlığı olmayan tesadüfleri yan yana getirmemek suretiyle bir anlatı kuruyorlar. Böylece de, dünyada çoğalan komplo teorisyenleri sanki Stalin dönemindeki Trofim Lyssenko’nun (1898-1976) biyoloji bilimini ikiye ayıran bakışına dayanmaktalar: “Burjuva bilimi ve proleter bilimi”. Yahut bugünkü haliyle “dünyayı yönetenler ve yönetilenler diyalektiği! Bugün bu bakışa nasıl inanabiliriz?
Halbuki, Covid-19 yüzünden sağlık politikalarına destek olmak için evlere kapanmış vaziyetteysek, kendi kendimizle yüzleşmek zorunda olduğumuzdandır. Bu yüzyılda bu çerçeveden baktığımızda; kurmaya başladığımız, kendimizi ve başkalarını tanımamızla ilgilidir. Ötekini tanımaktan kastım, başkasını kabul etmektir (“koşulsuz” diyeceğim Derrida’yı düşünerek). Yaşamın, solunan havanın ortak olduğunu, paylaşılması gerektiğini idrak etmek lazım değil midir? Başkasının yaşamını bizim yaşamımızla kıyaslamadan, başkalarının yaşamını da kendi yaşamımızı da bir varoluş ontolojisine doğru yöneltmeye iten düşünceyi canlandırmak aciliyet taşımakta. Kendi gerçekliğimizin, hayatımızın bugün farklı koşullarda geliştiğinin farkına varmak gerekli olmakta. Bu koşuların verdiği sabit kalma, yerinde durma, tefekkür, bize ortak olarak hayata dayanma imkanlarını tecrübe ettirecektir. Bazı ülkelerde bu devlet zoruyla sıkıyönetim kurallarının "istisnai vaziyetiyle" yaşatılmaktadır, belki. Ama, tam da bu, kendilik endişesinin yokluğundan, başkalarını tanıma zorluklarından, ötekileri kâle almamaktan, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmaktan kaynaklanmakta değil midir? Aşırı bireyleşen ve benmerkezci bir bakışın tüm ötekilere karşı vurdumduymazlığı yüzünden (parklara, pazar yerlerine ve toplu meydanlara gitmeye devam edenler, süpermarketlerde mallar için kavga edenler gibi) bu durum siyasi bir iktidar kararı haline getirilmemiş midir? Buna rağmen riayet etmeyenlerin var olması şaşırtıcı değil mi? Yaşadığımız zor koşullarda, bu hareketi siyasi olarak demokrasi ve özgürlüklerin kısıtlanması olarak ele almak bana biraz tuhaf gelmekte. Özgürlük ne zaman bireyin kendi hayatını düşünmekten başka bir şey düşünmeksizin, egoist bir şekilde “istediğimi yaparım” anlamına gelmiştir ki, bugün böyle düşünülebilsin! Komşularına, ailesine ve yakınlarına değil sadece, ama aynı zamanda diğer tanımadığı insanlara doğru eğilen bir bakış olmalı bu kendine dönüş. Tam da başkalarının tanınmasından geçtiğinde özgürlük, egoist bir halin adı olmaktan çıkıp, “duyguların paylaşımı” haline dönecektir.
Demokrasi, bir anlamda, sadece özgürlüklerin değil (karşılıklı bireysel özgürlükler), sadece maddi destekler de (Çin’in, Rusya’nın, Küba’nın İtalya’ya ilaç ve doktor yardımı) değil, ama bunların yanında bir de “duyguların da hayattaki paylaşımı” değil midir?
Comments