top of page
Fırat Arapoğlu

Küratörün seçme ve seçilme hakkı


Fırat Arapoğlu, son dönemde eleştiri oklarının hedefi olan küratörlük ve getirdiği sorumlulukları, Türkiye ve dünyadan verdiği örneklerle tartışmaya açıyor. Zaman içinde artistik direktörlük ve sergi yapımcılığı gibi kavramlarla da yer değiştiren bu görev üzerine Arapoğlu, gelecek İstanbul Bienali'nin başına getirilen dOCUMENTA (13) eski küratörü Carolyn Christov-Bakargiev ile diğer yerli örneklerden dem vuruyor.

 

Son yıllarda “küratörlüğün” tanımının genişlemeye başlaması; özellikle Sanat Yönetimi bölümlerinin kurulması ve mezunlarını vermesinin ardından artan küratör sayısı, bu mesleğin tanımının ve niteliğinin sorgulanmasına yol açtı. Türkiye’de fazlasıyla 2010’lar ve sonrasına denk düşer bu zamansallık. Peki nasıl bir tanımlama üzerinden gidilebilir ya da gidilmeli midir? Öyle ya, nispeten kolay bir uğraş mıdır küratörlük? Belki de hiç bu alana teorik ya da pratik katkısı olamayacak isimlerin bu unvanı kullanmaları, sözcüğün değerinin kaybolmasına yol açmış olabilir. Yılların eğitimi ve bilgisinin ardından müzeler ve galerilerde sergiler düzenlemek ya da bir modern/çağdaş sanat koleksiyonunun yönetimini ele almanın yanında, bir kesim tarafından “minör” girişimler olarak kabul edilen bu yönelimler nasıl değerlendirilmelidir? Bu tip sorgulamalarla değişen küratöryal pratiklerin bazı unsurlarına dair çıkarsamalarda bulunabiliriz.

Öncelikle küratör sözcüğünün sıklıkla kullanımı rahatsız edici midir? Hiç de böyle olmadığını ileri sürebilirim, zira bir sözcüğün - ileti değil - fazlaca kullanımı onu çok daha değerli ve işlevsel bir hale getirebilmektedir. Böylece akademilerin ve/veya kurumların duvarları arasından çıkacak ve sokağa dokunarak realize edilecek bir kullanım, kültür ve sanat yaşamı için kullanışlı hale gelebilir ve hatta ana-akım yönelimler tarafından arzu edilebilir. Sadece sözcüğün sıkıcı ve bıktırıcı bir kapalı-devre network içerisindeki cool ve belirli bir sanatsal zevke sahip bir üst-dil kurucunun beğenisini ve eylemliliğini yansıtmasından mutlu olanlar varsa, bunda bir sıkıntı yok. Ama tam tersi küratör terimi sanat algısının, sunumlarının ve sergilenmesinin rutin monotonluğunu kırma yolunda bir söylem geliştirmek ve bu söylemin görünür kılınması adına bir birlikteliğe uzanmasını işaret ediyorsa, sözcüğün nasıl işlevselliğini kazandığı görülebilecektir.

Profesyonel müze ve galeri küratörlerinin, kanımca, arzu ettikleri, ürettikleri söylemlerin ve bu söylemlerin sanatçılar vasıtasıyla görünürlük kazanmasının sanatseverler nezdinde reaksiyon almasıdır. Eğer bundan farklı olarak fazlaca ticari ya da şiirsel olarak ziyadesiyle angaje bir pozisyonsa eğer amaçlanan, bu ayrı bir tartışmanın konusu olabilir. Fakat, bağımsız bir küratör yukarıda bahsedilen amaçlar doğrultusunda bir işlevselliği arzu ediyorsa, kendi özerk mekanını kurguluyor demektir ve eğer izleyiciye dokunarak, bir dönüşümü arzu ediyorsa o halde bir küratörün etkileşim yaratabileceği o mekanı kurgulamasının etik bir tartışmanın içerisinde boğulmaması gerekmektedir. Bundan dolayı “küratör” sözcüğünden kaçınılmaması gerektiğini düşünüyorum, kullanımının çok daha fazlalaştırılması ve yaygınlaştırılması, nadiren kullanılmasından çok daha fazla olasılığı içerisinde barındırır. Bundan dolayı zaten sanat fuarlarının proje alanlarının küratörlü sergilerle donatıldığına şahit olmuyor muyuz? Bu yıl Frieze Projects’in başında Neville Wakefield olacak, İstanbul Art International’ın geçtiğimiz yıl artistik direktörü Stephane Ackermann’dı, video seçkisini ise Başak Şenova üstlendi. Böylece küratör tanımının aslında içten içe değiştiğine şahit olmaya başladık bile.

Tabii aslında küratörlük pratiği bağlamında kopan yaygaraların en başında projelerin ve sanatçıların seçilmesi olgusu geliyor. Hangi küratör hangi sanatçıları seçecektir? Öyle ya, iyi küratörler iyi sanatçılarla çalışır. Kim iyi küratördür ve kim iyi sanatçıdır? Bunun kriteri elbette her birimiz için değişir, ama zaman içerisinde kendisini kanıtlayanlar, yetkin ve güvenilir bir özgeçmiş oluşturanlar, üretimlerinin her halükarda iyi birer sanat nesnesi olacağı de facto kabul edilenler, eleştirmenleri ve diğer küratörleri etkileyen ve onlar tarafından yazı konusu ya da sergilenecek sanatçı olarak “seçilenler”, iyi satanlar ve bu satış grafiğini sürekli istikrarlı pozisyonda tutanlar, kendisinden her daim beklediğiniz düzeyi tutturanlar vb. olarak daha çokça uzatabileceğim nitelikleri taşıyanların seçileceği açıktır. Bu yıl İstanbul Bienali’nin küratörü olarak ilan edilen Carolyn Christov-Bakargiev, “küratörlük” unvanından bilinçli olarak kaçınmaya çalışan isimler arasında. Christov-Bakargiev, Documenta küratörü olarak seçilmesi akabinde California College of the Arts’ta yapmış olduğu konuşmada sergileri için sanatçı “seçmediğini” ısrarla vurgulamıştı. Serginin oluşumunu bir “eklemleme” süreci olarak isimlendiren Christov-Bakargiev, “Bir eklemleme/katma süreci içinde çalışıyorum, seçme değil” demişti. Bu şunu ilan etmektir: rastlantılara fazlasıyla açık ve bir tür birikim yoluyla oluşan tesadüfi karşılaşmalar, birliktelikler/ayrılıklar yoluyla iş görmek. Bu bağlamda küratöryal “seçici” algısının içerisinde problemleri mevcut olacaktır; zira bu söylemin her zaman bir “seçme” edimini içereceğini mantıksal olarak ileri sürebiliriz. Eklemekten ziyade “çıkarmak”, çok daha yerinde bir tespit olur. Bazı sanatçıların bu sürece “eklemlenmesi”, doğal olarak diğer bazılarının da “göz ardı edilmesi”dir. Bundan dolayı İKSV’nin basın bülteninde ‘duyarlılığından,’ Chus Martinez’in ‘küratöryal hayal gücünden’, Marcos Lutyens’in ‘dikkatinden’, Füsun Onur’un ‘sahip olduğu keskin bakıştan’, Anna Boghiguian’ın ‘siyasi felsefesinden’, Arlette Quynh-Anh Tran’ın ‘gençlik dolu heyecanından’, William Kentridge’in ‘bilgelik yüklü tereddütlerinden’ ve süreç ilerledikçe belirecek başka nitelik ve aracılıklardan beslenecek” olduğunu belirtmiş. Sadece buradaki isimlerin tırnak içine alınarak, vurgulanması dahi bir “seçme” eylemidir. Amaçsız eylem olmayacağı için, basit bir diyalektik hamleyle bu sözcüklerin anlamlı, ama pratikte işlevsiz olduğu gösterilebilir. Öyle ya İKSV’nin “şansa ve rastlantıya dayalı, spontane ve keyfi” bir organizasyon için Christov-Bakargiev’e küratöryal ödeme yapacağını hayal etmek güzel olabilir, ama gerçekçi değildir. Böyle bir çok-kültürlülük hayalinin reel-politik düzlemde geçerli olmadığını ve ancak akşam sohbetlerinde hoş bir ütopik tınısı olacağını hatırlamak gerekir. İşte o zaman iyi ki İstanbul, Venedik, Sao Paulo gibi bienallerin küratörü olmadığınızı düşünerek sevinebilirsiniz.

Küratöryal yönelimlerin son yıllarda değişmekte olduğu bir gerçek. Bundan dolayı da sadece belirli bir seçkiyi toplama, saklama ve sunma olarak özetleyebileceğimiz konvansiyonel küratör tanımının da, aynı sanat, sanatçı ve sanat nesnesi tanımlarının belirli periyotlarda dönüşmesi gibi, farklı bir tanımlamaya ihtiyaç duyduğu açık. Zaten buna hazırlıklı olmak da gerekli, zira bahsettiğim gibi değişim süreci zaten başladı. Küratörler komiserliği kabul etse de etmese de bu süreç zaten işlemektedir. Hatta Whitney Bienali’nin bu yıl Anthony Elms, Stuart Comer ve Michelle Grabner’den oluşan üçlü yapısı ya da WHW grubu gibi kolektif oluşumlarla bu görebilmektedir. Genç kuşak yönelimlerin ya da farklı, alternatif modellerin önerilmesini reddetmek yerine, aksine kabul ederek, bundan yarar sağlamak önemlidir. Böylece her bir yeni küratörün farklı ve yeni bir algı mekanı oluşturarak, yeni insanları ve izleyicileri sanata eklemleyebileceğini ileri sürmek olası olabilir. Böylece belirli bir alanı net tanımlarla daraltıp, konvansiyonel bir fetişist “alan” kurgusu yaratmak ve onu sahiplenmektense, yeni olası ilişki ağlarını oluşturacak küratöryal pratiklerin değişimini takip etmek ve kayıt altına almak çok daha etik ve etkin bir duruş olacaktır. Bu zenginliğin sonuçları tatmin edici bir yapıya sahip olma potansiyeline fazlasıyla sahiptir.

Comments


bottom of page