top of page
Nihan Karahan

Loving Vincent: Resim ve film arasında


Dünyanın ilk tamamen yağlı boya ile resmedilmiş filmi Loving Vincent, 125 ressamın yaptığı 65.000 tablodan oluşuyor. Dorota Kobiela ve Hugh Welchman yönetmenliğinde, İngiltere, Polonya ve Amerika ortak yapımı olarak çekilen film, yedi senelik bir çalışmanın sonucu. Van Gogh’un 125 ünlü tablosu temel alınarak kurgulanan film, resim ve sinema sanatı arasındaki ilişkiyi güncelliyor

Loving Vincent, Vincent Van Gogh’un 29 Temmuz 1890’daki ölümünden bir sene sonra, 1891 yazında, ressamın Fransa’da yaşadığı Arles, Paris ve Auvers-sur-Oise üçgeninde geçiyor. Van Gogh’un (Robert Gulaczyk) kardeşi Theo’ya gönderdiği ama ona ulaşmamış son bir mektuptan yola çıkarak kurgulanan hikaye, uzun süre Van Gogh’un mektuplarını taşımış postane müdürü Joseph Roulin’in (Chris O’Dowd), oğlu Armand’dan (Douglas Booth) Paris’e gitmesini ve Theo Van Gogh’a bu son mektubu elden teslim etmesini istemesiyle şekilleniyor. Ancak Armand Paris’e gittiğinde aradığını bulamıyor ve ressamın son zamanlarını geçirdiği Auvers-sur-Oise’a doğru yola çıkıyor. Armand, Van Gogh’u tanıyanlarla konuştukça ölümünün gerçekten intihar olup olmadığını sorgulamaya başlıyor.

Kahramanın arayışı, 2011’de yayımlanan, Steven Naifeh ve Gregory White Smith’in yazdığı Van Gogh: The Life isimli biyografide öne sürülen Van Gogh’un intihar etmediği ancak öldürüldüğü fikri üzerine kurgulanmış. Armand, şüphenin izini Van Gogh’un resmettiği portrelerdeki Postacı Joseph Roulin, otel sahibinin kızı Adeline Ravoux, Doktor Gachet, kızı Marguerite Gachet, ev kahyası Louise Chevalier, boya satıcısı Père Tanguy, kayıkçı gibi kişilerle görüşerek sürüyor. Film, bu portreleri canlandırırken intihar eden bir kişinin ardından yakınlarının duyduğu üzüntü ve suçluluk duygusundan kızgınlığa değişen ruh hallerini de yansıtıyor. Postane müdürü Joseph Roulin, Van Gogh’un hayatının bu şekilde sonlanmasında çevresinin de sorumluluğu olduğunu söylediği sahnede seyirciye akıl hastalıklarına dair bir mesaj yöneltiyor. Van Gogh ise, karakterlerin geçmişten bahsettiği, dönem fotoğraflarından ilham alınarak yaratılmış siyah beyaz sahnelerde yer alıyor.

Film, görsel evrenini Van Gogh’un 125 tablosu üzerine inşa ediyor. Söz konusu 125 tabloyu bir araya getirecek şekilde kurgulanmış senaryosu, kahramanların film süresince bu tablolar içerisinde dolaşmasını sağlıyor. Tabloların sinemada ‘canlandırılması’ fikri (yukarıda bahsedilen portrelerin yanında peyzaj (Yıldızlı Gece, 1889 ve benzeri eserler) ve mekan resimleri de (Gece Kafe Önünde,1888 ve benzeri eserler) resim ve sinema sanatlarının arasındaki ilişkinin ilk zamanlarından beri var olan bir pratiğe dayanıyor: Canlı tablo veya Fransızca kullanılan terimle tableau vivant.

Solda Van Gogh’un Gece Kafe Önünde (Cafe Terrace At Night), 1888 tablosu, ortada ve sağda ondan uyarlanan animasyon kareleri

Canlı tablo, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Londra, Paris ve New York’taki tiyatrolarda çok popüler olan, eğlence amaçlı sanatsal bir performans. Resim veya heykel sanatından bir eserin oyuncular tarafından canlandırılmasından ve sahnelenmesine dayanıyor. Lozan Üniversitesi Sinema Tarihi ve Estetiği Bölümü öğretim görevlisi Valentine Robert’in açıkladığı gibi, bu gösterilerde amaç hareketsiz bir temsil değil: “Canlı tabloların hiçbir zaman tamamen hareketsiz olmadığını belirtmek gerekiyor. Aksine bu gösterilerin tüm ilgi çekiciliği, eserleri yeniden canlandırmak, dondurulmuş figürlere yaşam hareketi üflemek.”(1)

19. yüzyılın sonunda yeni doğan sinema ve canlı tablonun karşılaşmaları aralarında geleceğe de taşınacak birçok bağ kuruyor. Bazı canlı tablolar filme çekiliyor, örneğin Bouguereau’nun Venüs’ün Doğuşu (1879) tablosunun ikonografisinden esinlenen Biograph Company’nin Birth of the Pearl (1901) isimli filmi. En önemlisi, 1915’e kadar ulusal, tarihsel, dinsel konular içeren filmler, bazı sahnelerini direkt olarak ünlü tabloların kompozisyonlarından alıyorlar, Enrico Guazzoni’nin Quo Vadis? (1913) filminde Jean-Léon Gérôme’un Pollice Verso (1872) tablosunun kompozisyonu alınarak bir tablo-plan oluşturulması örneğinde olduğu gibi. Tabloların sinemada kullanılması, o dönem yeni doğan bir sanatın kültürel ve estetik olarak kabulünü kolaylaştırma amacı taşıyor. V. Robert’e göre, “Sinema ve sanat arasındaki bağlantı, köklerini film ve canlı tablonun karşılaşmasından alıyor.”(2)

Tekrar günümüze gelindiğinde Loving Vincent, sinemanın güncel teknolojisinden faydalanan çağdaş bir tableau vivant. Öncelikle, sahneler normal stüdyolarda gerçek aktörler ve kostümlerle, arka planlar için green screen tekniği kullanılarak çekiliyor. Sonrasında, ressamlar bu sahneleri Van Gogh stilinde yağlı boya ile resmediyor. Takiben hepsinin fotoğrafı çekilerek tekrar canlandırılıyor. Tablolar arasındaki geçişlerde, gerektiğinde mevsimler, renkler ve karakterlerin stili değiştiriliyor. Tabloların boyutlarının farklı olmasına kamera hareketleri ile çözüm getiriliyor. Geçişler için Van Gogh’un tabloları referans alınarak yaratılan farklı açılardan sahneler ekleniyor (3). Karakterleri gerçek aktörlerin canlandırması, onları sadece bilgisayar efektlerinin veya el çiziminin kullanılacağı bir filmden daha gerçekçi gösteriyor.

Postacı Joseph Roulin rolünde Chris O’Dowd ve Armand rolünde Douglas Booth, film çekiminde

Solda Armand Roulin rolünde Douglas Booth, ortada Van Gogh’un Armand Roulin’in portresi (Portrait of Armand Roulin,1888),

sağda ikisini birleştiren animasyon karesi

Solda Doktor Gachet rolünde Jerome Flynn, ortada Van Gogh’un Doktor Gachet’nin portresi (Portrait of Doctor Gachet,1890),

sağda ikisini birleştiren animasyon karesi

Tabloların canlandırılıp tekrar resmedilmesinin ardında, tabloların içine girebilme fantezisi-düşlemi saklı. Armand’ın tabloların içerisinde hayat bulduğu ilüzyonunu veren filmde, kendini karakterle özdeşleştirecek seyirci için tablonun içine girme düşlemi tetikleniyor. Bir tablonun içine girme düşleminde amaç -en azından görsel olarak- başka bir gerçekliğe çıkmaya çalışmak. Tablonun çerçevesi, başka bir dünyaya açılan pencereyi temsil ediyor, buraya adım atmak izleyicinin tercihi. Bu doğrultuda, film seyirciye Van Gogh’un tabloları içerisinde bir nevi seyahat vadediyor. Ancak gerçeklikten düşleme seyahat edecek izleyiciyi, filmdeki 65.000 tablodan biri üzerine kazara konmuş bir “sinek” bekliyor (yönetmenlerin Dutchnews.com röportajında post-prodüksiyonda çıkarılmasından bahsettiği, ancak Imdb.com’daki yoruma göre bir izleyicinin gördüğü). Serbest çağrışımla, sineklerin sanat tarihinde kasıtlı resmedildiği örnekler düşünülürse (ressam Giotto ve Petrus Christus’un tablolarında olduğu gibi) bu tesadüf başka bir anlam kazanıyor: Sinek, tablo üzerinde düşlem ve gerçeklik arasındaki hassas sınırı hatırlatan uyarıcı bir işaret olarak yer alıyor.

Armand Roulin rolünde Douglas Booth, tablonun içinde

Sonuç olarak, film ve tablo arasında mekik dokuyan Loving Vincent, sinema ve resim sanatını hem görsel hem de biçimsel olarak oldukça uyumlu bir şekilde birleştirmeyi başarıyor. Bu farklı yaklaşımı ile Van Gogh üzerine diğer filmlerden ayrılıyor. Vincente Minnelli ve George Cukor yönetmenliğindeki Lust for Life (1956) sanatçıyı ruhsal rahatsızlıkları üzerinden, Robert Altman’ın Vincent & Theo (1990) filmi ise kardeşi Theo ile ilişkisiyle anlatıyor. Bu iki filmin de Van Gogh’un yaşadığı yerlerde çekilmesi, hayat öyküsüne odaklanan ve eserlerin görselliğinin arka planda kaldığı bu filmlerde eksikliği telafi eden bir rol taşıyor. Bu durum da, başka bir yazının konusu olabilecek sanat üzerine gerçekleştirilen filmlerin nasıl olması gerektiği sorusunu akla getiriyor.

Vincent van Gogh rolünde Robert Gulaczyk

Kaynaklar

(1), (2) Valentine Robert, Le Tableau vivant ou l’origine de l’“art” cinématographique, pp 263-282, in le Tableau Vivant ou l’Image Performé, éd. Mare & Martin, 2014

(3) www.lovingvincent.com

Görseller: ©Loving Vincent

Comentários


bottom of page