Yazı: Oğuz Karayemiş
Sanatta “bellek” mefhumu kadar sık çağrılan, çalışılan ve tartışmaya açılan bir mefhum nadir bulunur. Bu kısmen sanatın bellekle ontolojik bağından doğar: Sanat yapıtları, bilhassa kalıcı biçimlerde üretildiklerinde (yani “geçiciliği” vurgulayacak şekilde yok olmaya yazgılı kılınmadıklarında) bir yönüyle “genel bir kültürel belleğin” parçası olurlar. Keza sanat pratikleri de çeşitli kültürel ve sanatsal belleklere başvurmaksızın icra edilemezler. Bu yüzden sanat icrasının bellekle kopmaz bir bağı olduğu aşikârdır, şu veya bu sanatçı özgül olarak bellek problemleriyle iştigal etmediğinde bile. Fakat bu bellek genellikle insanmerkezci bir biçimde kültüre indirgenir. Böyle bir kavrayış, kuşkusuz sanatçıların problemleri “toplumsal olan” ile alakalı olduğu ölçüde anlaşılabilirdir. Fakat belleği, özellikle sanatta belleği bu sınırların ötesinde düşünmek, sanatın kavranışına farklı boyutlar katabilir.
Malzemenin belleği, mecranın bellek örüntüleri
Peki nedir bellek? Onu basitçe yaşantıların zihindeki/beyindeki izleri olarak kavramak mümkün. Bir bellek, kaydetme ve çağırma gibi iki temel işleve sahip olmalıdır. Bu açıdan en azından sinir sistemi olan canlıların şu veya bu düzeyde bir bellekleri olduğunu kabul ederiz. Canlılar, duyumsarlar, bunlar imler olarak kaydedilir ve gerektiğinde çağrılır. Peki belleği canlılığın ötesinde düşünmek mümkün mü?
Handan Börüteçene’nin 14 Nisan’a kadar SALT Beyoğlu’nda açık olan Üç İç Denizin Ülkesi sergisinde Yeryüzünün Belleği (1995) isimli diziden “bellek kasaları” da bulunuyor. Börüteçene’nin bu bellek kasalarına bakışla soruya nasıl bir yanıt verilebilir? Bellek kasalarında bu yerleştirmenin mecrasını farklı kompozisyonlar halinde teşkil eden şu malzemelerle karşılaşılır: sanatçının imza üretimi sayılabilecek mavi renkli cam küreler, çeşitli topraklar, kasnaklar, lifler, dallar, tohumlar... Sanatçı hem diziye verdiği isimle hem de diziye ilişkin kişisel sitesinde bulunan notlarındaki şu cümlesiyle belleği düşünmek için yalnızca insanmerkezciliği değil canlılığı da aşan bir fikir dile getiriyor: “Yeryüzünün belleği olmasaydı hiçbir şey yaratamazdım. Benim belleğim de yeryüzünün belleğinin bir parçası.” O halde bu çeşitli bölmelere ayrılmış camekân kasalardaki malzemeleri bellek örüntüleri olarak görmek gerekiyor. Örneğin toprak, nehirlerin, kayaların, hava olaylarının, yüzeyinde yaşayıp ölen canlıların iç içe geçmiş devinimlerinin kaydıdır ve bu hasletiyle fizyokimyasal bir bellek oluşturur. Keza dallar ve tohumlar da evrim ile ekosistemlerin devinimlerinin kaydıdır ve onlarda da bir organik bellek sarmalanmıştır. Bunlar, arkeoloji ve diğer disiplinlerin çalışmalarıyla “okunabilecek” sahici bir bellek oluşturur.
Bu yüzden cansız malzemelerin de hem kaydetme hem de çağırma koşulunu sağladığı açıktır. Fakat çağırmayı, yalnızca çeşitli kimyasal ve mekanik yollarla cansız cisimlerdeki “verilerin” okunmasına indirgememek gerekir. Asıl ilginç olan ve sanatın da pratikte yaptığı şey, malzemenin belleğinin ifade hasletleri olarak keşfedilip çağrılmasıdır. Zira biriken malzeme ve malzemede biriken zaman, o malzemeye has edimsel ve potansiyel özellikler olarak birikir: Bir taşın kırmızılığı, ondaki demirin atmosferdeki oksijenle kimyasal etkileşiminin kaydıdır. Bu elementler de onu üretmiş olan yıldızların, süpernova patlamalarının kaydıdır.
Yeryüzünün Belleği’nde farklı bölmelere konulmuş malzemelerin bizzat varoluşlarının “ifade edici” hale getirildikleri açıktır. “Tohum olmaklık” bizzat bir ifade, bir imdir. Bitkiler, aletler, toprak ve taşlar, lifler yeryüzünde ortak bir belleği, bir bellekler çokluğunu sarmalar ki böylece Börüteçene’nin bellek kasaları da kendi nevzuhur, yapıta özgü mecrasıyla bir bellek örüntüsüne dönüşür: binlerce yıldır Anadolu’nun canlı ve cansız varlıklarını durmaksızın birbirine teğelleyen bir tarihin belleği.
Yeryüzünden kozmosa
Fakat daha genel terimlerle düşünüldüğünde sanatta bilhassa mecra dolayımıyla billurlaşan belleği kozmik bir bellek olarak görmemek için hiçbir gerekçe yok. Sanata malzemeleri vesilesiyle kozmik bir bellek akar. Sanatçı, malzemeleriyle, aletleriyle birlikte kozmik belleğin edimselleşmesine aracılık eder. Üstelik bizzat o da bu kozmik belleğin parçasıdır.
Göçmüş yıldızların serbest bıraktığı potansiyellerle iştigal etmektir sanat. Kozmik bir etkinlik, yıldız tozu dövücülüğüdür. El de, göz de, alet de, malzeme de yıldız tozudur. Yeni bir ifadeyi arayan sanatçıyı, bir yapıtta bir soruyu arayan seyirciyi harekete geçiren, kendisinden yapıldığı yıldızın ışığını arayışının hayaletidir belki de. Her şey birer yıldız belleğiyse, kendi belleklerimizin bir yerlerine yıldızların hasretlerinin sızmadığını kim iddia edebilir?
Comments