top of page
Yazarın fotoğrafıOğuz Karayemiş

Maddenin halleri: Maddenin ekolojisi

Yazı: Oğuz Karayemiş


Yaşamı biyolojik canlılıkla veya eş deyişle organik yaşamla özdeşleştirmek sık yapılan bir hatadır. Kendi başına kuşkusuz muazzam bir fenomen olan canlılık, yaşamın başlayıp bittiği bir mıntıka değildir oysa ki. Demek istediğim, yaşam, canlılıktan ibaret görülemez.

Uzun bin yıllar boyunca canlıları cansızlardan ayıran şeyin ruh, tin, “can”, “nefes” gibi tinsel veya gayri maddi şeyler olduklarına inanıldı. Bunun 19. yüzyıldaki tezahürü, bizzat yaşamın tinsel ve gayri maddi olduğu bir tür vitalizmdi ki özünde kadim tinselciliklerden çok da farklı değildi. Bu aslında alttan altta insanmerkezci de olan bir mertebeler ontolojisine dayanıyordu: Canlılar cansızlardan, tin maddeden, insan (ve ruhu olan her şey) geri kalanlardan üstündü.

Ama bu yazıdaki arzum, bu kadim düşünce çizgisini deşmek veya eleştirmek değil. Bilim ve felsefe kadar sanatı düşünme yollarını da etkileyen bu çizginin dışındaki bir fikri tartışmaya açmak, bu fikrin sanata dair neler söyleyebileceğini ele almak istiyorum.


Organik olmayan yaşam

Yaşam canlıların hasleti olarak görülmeyecekse nedir? Canlıların yaşamla ilişkisi nedir? Bütün bunların içinde sanatın yeri nedir?

Sondan başlarsam sanatın yaratımla, yeni olanla özdeşleştirildiği vakıadır (ama buna bilimi ve felsefeyi de eklemek gerektiğine inanıyorum). Şimdilik bu yaratımın mahiyetini bir yana bırakacağım. Peki doğada yeni olanı doğuran başka hangi süreçlerden haberdarız? En iyi bilinenlerden biri evrimdir. Evrim, yeni türlerin doğumu anlamına gelir. Lâkin bir türün bireyleri de son derece küçük farklarla da olsa yenidir, eşsizdir. Dolayısıyla türleşme kadar bireyleşme süreçleri de daha küçük bir çapta da olsa yaratıcı süreçler kabul edilebilirler. Bu açıdan yaşamın genelde kısıtlayıcı şekilde atfedildiği canlılar dünyasının şu veya bu ölçüde yaratımla dolup taştığı kuşku götürmezdir. Yaşamın çağrışımsal olarak doğumla, yeniliklerle nitelenmesinin kaynağı buradadır.

Lâkin yaratım, salt canlılar dünyasının bir hasleti değildir. Yıldızlardan gezegenlere, gezegenlerdeki kimyasal süreçlere kadar her yere yayılır. Doğayı, bilhassa insan olmayan veya en azından canlı olmayan doğayı mekanik itme-çekme hareketlerinin egemenliği altındaki edilgen varlıkların toplamı olarak görme temayülü terk edildiği anda yaratımın bütün doğayı kateden yani fizyokimyasal doğa parçalarından sanatın, bilimin ve felsefenin de dâhil olduğu semiyotik doğa parçalarına kadar her yere yayılan bir haslet olduğu açığa çıkar. İşte şimdi bu koşullarda yaşamı, biyolojik-organik dünyanın yani canlıların bir hasleti olarak değil bizzat doğanın bu yaratıcı yanı olarak düşünmek mümkündür. Yaşama yüklenen bütün o yeniliğin doğumuyla ilgili sıfatlardan hareketle elde yeni bir yaşam kavramı olur.

Organik olmayan bir yaşamdır bu. Bu noktada yaşam, belirli bir sınıfa yani canlı doğa parçalarına ait bir haslet değil doğanın yaratıcı kuvveti olur: Hidrojenden helyumu ve yıldızları, yıldız tozlarından gezegenleri, topraktan canlıları ve fikirlerden sanat yapıtlarını, kavramları ve bilimsel fonksiyonları yaratan kuvvet.


Yaşamın icracısı olarak sanat

O halde dar anlamda canlıların oluşturduğu ekosistemlerin ötesinde bütün yaratım süreçlerini hem inceleyen hem de icra eden bir ekoloji olmalıdır, doğa boyunca yaşamın yaratıcı nabzına odaklanan bir madde ekolojisi. Felsefede ve bilimde de bu ekolojinin birçok unsuru bulunur ama onu en iyi ifa eden etkinlik, sanattır. Sanatın malzemeyle dansı, minerallerden organizmalara kadar çok farklı düzeylerde bu ekolojiye tanıklık eder. Sanatçı, yaşamın malzemede yeni yollar bulmasına, nihayeti yeni bir imgenin zuhuru olacak şekilde malzeme katmanları arasında yeni müzakerelerin vuku bulmasına aracılık eden figürdür. Sanat, böylece yaşam denen kuvveti icra eder. Tökezleyerek, çuvallayarak, yaşama sermayenin ve diğer iktidar oluşumlarının giydirdiği bütün deli gömleklerine takılarak sürüp giden bir icradır bu. Mesele bu noktada artık yaşamın mı sanatı sanatın mı yaşamı taklit ettiğini bilmek, bu taklitleri uç uca eklemek değildir. Ortada bir taklit yoktur. Yahut sanat, taklide öykünmeyi bıraktığı yerde, temsil etmekle ilgilenmediği yerde yaşamdır.

Ekolojik krizin ağır baskısı altında kalmış bir çağda sanatın bu problemleri yeniden problemleştirmeye, kıyameti andıran zamanlarda yeni yaşam imkânlarını düşünmeye dair katkıları, sanatın yaşamla kopmaz bağını tekrar tekrar vurguluyor. Bu meziyetler sanatçıların canlılarını sevmesinden (ki çoğu muhakkak seviyordur) veya ekolojinin popüler bir ilgi alanına dönüşmesinden (ki muhakkak dönüştü) doğmuyor. Daha ziyade sanatın teknik anlamıyla ekolojiyle ilgilenmediği zaman bile bir madde ekolojisi olmasından, sanatın damarlarında yaşamın bütün kuvvetiyle akmasından doğuyor. Geleceğin belirsizleştiği, yeryüzünün tekinsizleştiği zamanlarda sanata duyulan ihtiyaç da aynı kaynaktan neşet ediyor.

Aynı isimli kısa bir risalesinde Timothy Morton, “sanatın tamamı ekolojiktir” der (All Art is Ecological, Penguin Books, 2021). Morton’un bu çığlığı, onu yalnızca sanatın yeryüzünün ekosistemlerine gömülü olması olarak anlamamak kaydıyla ne kadar yinelense az kalır. Bu açıdan gündelik pratikte işe yarasa da diğer sanat pratiklerinden ayrı bir ekolojik sanat olamayacağını söylemekte beis yok belki de. Zira bütün sanat pratikleri, ekolojiktir. Canlılarla ilgilenmedikleri zaman bile maddenin ekolojisini ifa etmeyen, yaşamı icra etmeyen hiçbir sanat pratiği olamaz.

Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page