Yazı: Oğuz Karayemiş

Çölde olduğunu söylemenin anlamı yok, Sergiden görünüm. Fotoğraf: Barış Özçetin
İnsanmerkezcilikten kurtuluş arzusunun felsefe sahnesinin ardından son birkaç yıldır sanat sahnesinde de tomurcuklanarak ürün vermekte olduğu görülüyor. Tek bir sergi yok ki bu posthümanist arzuyu—velev ki odağına almadıysa—yankılamasın. Artık bir şekilde seyirci deneyimine, söylemselliğe ve benzeri mefhumlara atıfta bulunan sergiler handiyse küçümsenecek hale geliyor.(1) Sanat, bir kez daha yapıtı, önünde duran varlığı, her tür “toplumsal” bağlamın, insani hasletin ötesinde düşünmeye, onun aracılığıyla da insan olmayanı düşünmeye çalışıyor. Bununla kastedilen kuşkusuz politik sanatın ortadan kalktığı veya kalkacağı değil “konusundan” bağımsız olarak yapıtın varlığının sanat denen etkinliğin merkezine (aslında hep olması gereken yere) yerleşmesi. Bu yapıt kuşkusuz illa ki insan olmayan bir varlık (pentür, yerleştirme, heykel...) olmak zorunda değil. Pekâlâ performansta olduğu üzere “insan” bedeni de olabilir. Yapıt merkezliliğin sanattan söylem, öykü, deneyim gibi bence ziyadesiyle yanlış bir şekilde sanatın merkezi kılınmış unsurları yerinden etmesi sanat için özgürleştirici olacaktır. Tabii burada “özgürleşen” sanat veya sanatçıdan ziyade sanatla ilişkilenme ve sanatı düşünme tarzıdır.
Sanatın spekülatif kuvveti
Spekülasyon, düşüncenin mevcudu aşma yetisidir. Yapıt merkezli bir özgürleşme, sanatın spekülatif kuvvetlerini daha çok takdir etmemizi sağlayacak bir açıklık yaratacaktır. Doğrudur, hayal gücüyle organik bir ittifak halindeki sanatın dar anlamda temsile kapanmadığı her yapıtta bu spekülatif unsur duyulur olageldi. Mühim olan nokta, sanatın bunu bir “şiddet” dâhilinde, deyim yerindeyse “yükselterek” icra edebilmesidir. Zira spekülasyon, düşünceye tanıma ve tanımlama kabiliyetini aşacak şekilde çarpan dışsal bir şiddetin varlığında vuku bulur. Bu heyecan verici anda zihin, verili kategorilerini ve diğer çerçevelerini duyulur olana dayatmak yerine özgür bir oyun oynamaya yani “uydurmaya” başlar. Bu açıdan sanatla yalanı birbirine komşu gören bir takım beylik fikirlere hakkını da vermek gerekir. Uydurukçuluk olmasaydı, sanat olmazdı.
Bu spekülatif kuvveti, Burak Kabadayı’nın İMALAT-HANE’de 2 Kasım 2024 ila 2 Ocak 2025 tarihleri arasında gösterilen ve küratörlüğünü Deniz Kırkalı’nın yaptığı Çölde olduğunu söylemenin anlamı yok başlıklı sergisiyle düşünmek istiyorum. Sanatçı, sergide üçünü ekran olarak da kullandığı beş camı bir araya getirmiş ve bu camlar üzerinde üç ayrı video gösteriyor. Videolar, çöle, kuma, kumla cam arasındaki maddi ilişkiye, bizzat videoda serimlenen sistemin üç boyutlu modeline odaklanırken camlarla kurulan yerleştirme ortamı, videoları birer “serap” olarak da konumlandırıyor. Burak Kabadayı’nın sergisini tek bir yapıt-yerleştirme olarak düşünmek cezbedici. Elbette sanatçının videoları tek başına ayakta durmaya muktedir ama bu düzenlemede devasa camlarla birlikte bireyliklerini yitirmeden daha büyük bir yapıtın parçaları olarak işliyorlar.
Sanatın spekülatif kuvvetini, bu sergi-yapıt dâhilinde nasıl düşünmeli? Sergi-yapıt, fiziksel dönüşümlere spekülatif bir bakış sunduğu gibi çölün tinsel etkilerini de hesaba katıyor. Videoların merkezindeki kumla cam arasında bağ kuran fiziksel mekanizma, farklı geçirim oranlarıyla optik neredeyse her makinenin veya varlığın ayrılmaz bir parçası olan camın varoluşunun nedeni olarak kumu vurguluyor. Kum, milyarlarca tanesiyle bireyleşerek bir eyleyici olarak canlanıyor. Keza çöl adını alan kum yığını da yine bireyleşerek bu defa zihinde üretilen serapların eyleyicisi oluyor. Burada spekülasyonun tanınmış ve bilimsel olarak derinlemesine araştırılmış, teknik olarak araç kılınmış kumun ve camın son derece farklı bağlamlarda edindiği eyleyiciliklerin vurgulanmasıyla icra edildiği söylenebilir. Camın hakiki eyleyicisi şüphesiz ki insanlardan önce kumdur, kumun sahip olduğu kimyasal bileşenler ve bu bileşenlerin cam olabilme kapasitesidir. Ama daha da ötesinde çölde doğacak bir serabın da eyleyicisi zihinden önce çöldür, onun sıcaklığı ve soğukluğu, onun kuruluğu ve bedende yarattığı hararettir. Serap, çölün şiddetinin ürünüdür, saf spekülasyondur. Spekülasyon yetisi, maruz kalınan şiddet karşısında o şiddete yanıt verme arzusuyla tetiklenir. Kum yığınları, aşırı sıcaklık ve soğukluk, nemi acımasızca emen çöl: Beynin ürettiği serap, gerçekliğe tahammül edemeyen varlığın ürünüdür. O halde tahammül edilemezlik, gerçeklikle temel ilişki haline geldiğinde spekülatif “aklın” devreye girdiğini söylemekte hiçbir beis yok. Burak Kabadayı ile spekülasyonun en saf formülüne yaklaşıyorum: Çölvâri bir şiddete tepki olarak illaki bedenin olmasa bile düşüncenin hazır çerçevelerinin çöküşü karşısında beynin ürettiği serap. Sanatçı, capcanlı, gözden kaçan devinimlerle dolu çölün şiddetiyle serap gören biri, yapıtsa başarılı olduğunda bu şiddeti “herhangi biri” için nesneleştiren bir seraptır.
Gerçeğin çölünden çölün gerçekliğine
O halde 80’lerden beri tuttuğumuz yası dindirmenin belki de tam sırasıdır. Dünyalarımızın bilhassa dijital ve görsel imgelerle dolup taştığı bir çağ bile yeterince gerçek değil hipergerçek olması bir yana. Ayrıca gerçek bir yere kaybolmadı, simülakrlar da gerçeğin yerini almadı. Sanat, bir uydurmaca, bir serap yaratma işiyse dert etmemiz gereken simülakrlar değil gerçeğin ta kendisidir (iflah olmaz Platoncular değilsek). Asıl problem hiçbir zaman Körfez Savaşı’nın televizyonda canlı seyredilmesi değildi, o savaşın yaşanmış olması, insanların ve diğer canlıların ölmesi, coğrafyaların tarumar edilmesiydi. Sanattan beklentimiz, bu “gerçeği yansıtmak” adına spekülatif kuvvetini terk etmesi olmamalıydı. Aksine yarattığı simülakrlarla (“seraplarla” diye okuyun) gerçekle uzlaşmayı reddetmesi, mümkün başka gerçekliklerin şiddetini nesneleştirmesi olmalıydı. Bugün bu kuvvetin takdir edilir hale gelmesi, sanat düşüncesinin ona yeniden yer açması, herkes adına heyecan verici bir gelişmedir.
Comments