top of page
Yazarın fotoğrafıUnlimited

“Madem ki şeyler ve vücudum aynı kumaştan yapılmıştır”

Cinsiyetsiz, ifadesiz ve durağan beton heykelleriyle tanınan Güler Güçlü’nün ikinci kişisel sergisi Neden böyle oldu? Ferda Art Platform’da açıdı. Güçlü’nün demir konstrüksüyonlar üzerine yığma beton kullanarak ürettiği heykellerin yanı sıra, yerleştirme ve çeşitli kâğıt işlerini de izleyiciye sunduğı sergiyi değerlendirdik


Yazı: İpek Çınar



Güler Güçlü’nün Neden Böyle Oldu? sergisi aracılığıyla bu metne ulaşmış olan okuyucuların ve sanatçının affına sığınarak, size öncelikle Ankaralı bir sanat izleyicisi olmaktan bahsetmek istiyorum. Zira bu metnin tohumları aslında bu serginin kendisinden çok daha önce, Ankara’da atılmıştı. Hayatını Ankara’da -başka bir deyişle, İstanbul dışında- geçirmek; sergi, etkinlik ve sanat eserlerini olduğu gibi deneyimlemek yerine, size sunulduğu gibi deneyimlemek handikabını oluşturuyor. İdeal bir dünyada sürecin bir aktörü konumundaki izleyiciden daha farklı bir pozisyondasınız, siz bir alıcısınız. Karşınızdaki eseri gerçek haliyle mi yoksa bir düzenlemeden geçirilmiş şekilde mi gördüğünüzden çoğunlukla kuşku duyuyor; basın bültenleri, sosyal medya hesapları ve söyleşiler ile sergileri başkalarının gözünden süzüldüğü biçimiyle inceliyorsunuz. 


Uzun süredir bu handikaptan hareketle, sergilerin çevrimiçi platformlardaki sunulma biçimlerini yorumlamak gibi bir isteğim vardı. Çoğu müze, sanat kurumu ve galerinin çevrimiçi ortamdaki görünürlüğünü artırdığı ya da yeniden/sıfırdan düzenlediği bugünler ise harekete geçmek için hem en doğru, hem de en yanlış zamanlar. “Neden Böyle Oldu?” Keşke başka bir şey isteseydim.


Güler Güçlü’nün 12 Mart tarihinde Ferda Art Platform’da açılan, açılıştan birkaç gün sonra ise sağlık tedbirleri nedeniyle fiziksel mekândan online alana taşınan sergisi Neden Böyle Oldu?’yu sergi haberlerini gördüğüm ilk günden beri merak ediyor, o tarihlerde İstanbul’da olacağım için ise oldukça seviniyordum. İlk kişisel sergisi Kaçınılmaz Ağırlık’ı Ankara’daki CerModern’de açan Güler Güçlü’nün hem malzemesi, hem yarattığı hissi, hem de çalışmalarına verdiği isimlerdeki kendine ait dünyası; yeni sergisine duyduğum heyecanı da epey artırıyordu. Sergiyi ziyaret etme şansını bulamasam da, en azından Ferda Art Platform’un web sitesindeki oldukça iyi tasarlanmış sergi sayfasıyla akıcı dokümantasyonuna sahibim ve birkaç gündür dönüp dolaşıp bu heykellere bakıyorum.


Solda: Güler Güçlü, Sadece bir dağ diğer dağın içini bilebilir, 2020,

Beton, bronz, ağaç Kabuğu

Ortada: Güler Güçlü, Ben sana mecburum, 2019, Beton

Sağda: Güler Güçlü, Bunların olmasını ben istemedim, 2020, Beton


İnce suratlı, etli dudaklı, kalın boyunlu insanlar. Uzuvları normalden daha uzun ve yassı, kürdan bacaklı, çöp kollu, sanki yeterince garip değilmiş gibi etrafında gezdikçe insan formunu daha da kaybeden varlıklar. Kolları bacakları burada, bazılarının ayvamsı bir göbeği de var ama, başları ve kıçları da var mı acaba? Emin olamıyorum. Kendimi insandan ziyade, insanın iskeletine bakıyor gibi hissediyorum. Bu insan-iskeletler sadece kendileri kadar kaidelerin üzerinde dikilmiş ya da birbirleri üzerine yığılmışlar. Bir şekilde hem yalnız, hem de sürü halinde dikiliyorlar. 


Neden Böyle Oldu?’nun bir parçası olan; fiziksel oranları bilinçli bir şekilde çarpıtılmış, bu gri ve pütürlü heykeller bilim kurgu kahramanlarını anımsatıyor bana. Cinsel organ ve ayırt edici biyolojik özelliklerden ırak kahramanların çağırdığı kitap -şaşırtıcı olmayan bir biçimde- Karanlığın Sol Eli, yazar ise Ursula K. Le Guin oluyor. Ne yazık ki hiçbir zaman bilim kurguyla ilgilenmemiş biri olarak, Le Guin bende yazdıklarından ziyade yazdıkları üzerine yazdıklarıyla var olan bir isim. Bilim kurgu türü ve bu türün sınırları üzerine yazdığı sözlerde, bilim kurgunun tahminlere değil, betimlemelere dayandığından; romancıların işinin ise simge ve metafor yaratmak olduğundan bahsetmişti Le Guin. Yani romancının işi geleceğe dair kehânette bulunmak ya da peygamberliğe, falcılığa, fütürologluğa soyunmak değildi. Romancının işi, çok basit bir şekilde, yalan söylemekti.


Güler Güçlü’nün bilindik olanı çarpıtarak (lanetleyerek?) yarattığı bu dünya, zaten var olana biraz baharat eklemek gibi görünüyor. Yarattığı insanların hem kalabalık, hem de birbirlerinden izole olmaları üzerine bir kere daha düşünüyorum: Zaten aşina olduğum bir dünyanın yeni ve taze bir yorumu. Bu kurgunun ortasında gerçekliğe, çok fazla yüzleştiğimiz modern dünyaya dair bir şeyler var.


Güler Güçlü, Madem ki Şeyler ve Vücudum Aynı Kumaştan Yapılmıştır, 2020,

Kağıt üzerine kömür


Serginin görsellerini incelemeye başladığımda ise ikileme düşüyorum: Birbirinin üstüne devrilen, birbirinin kaidesi olan, birbiriyle bütünleşen bu yüzler dost mu düşman mı anlayamıyorum. Malzeme seçimi, sertliği ve amorf yapısıyla dikkatli olmamı gerektiren bu heykellerin düşmüşlüklerine, omuzlarına ve başlarına ise bize görünmeyen bir kudretin laneti yüklenmiş sanki. Bu taştan başların, başına taşlar yağmış ve kafaları o saniye yamulmuş. Başını taşa vurmuş, başına taş yağmış, başı taş olmuş, taş kesmiş bir derinti. Masanın üzerinde duran ve kendi boyutuna uygun kaidelere konulmuş heykeller bu hissi daha da pekiştiriyor. Karşımdakiler sürekli içinde bulunduğu, ancak bir yandan da korktuğu şeye dönüşmeye başlamış gerçek insanlar mı? Hâlâ böyle bir ayrımdan söz edebileceğimiz bir noktada mıyız? Bilmiyorum. “Sadece bir dağ diğer dağın içini bilebilir.” Ben dağ değilim.


Dağ bir metafor. Taşlardan kayalara, kayalardan ise kendi varlığına uzanan kaba, sert ve ağır bir metafor dağ. Ama bir yanıyla bu dağın bir malzemesi var ve bu malzeme, son derece somut bir gerçekliğe de referans veriyor.


Güler Güçlü, Kaçınılmaz Ağırlık, 2019, Beton


Plastik sanatlar disiplininin dışından bir insan olarak dürüstçe söylemeliyim ki, heykelcilik üzerine konuşmak beni her zaman tedirgin ediyor. Daha çok fotoğraf disiplininde yoğurulmuş biri olarak, plastik sanatlarda sanatçının kullandığı malzemeyle kurduğu ilişki ve fiziksel üretim sürecinin uzunluğunda benim çok yabancı kaldığım bir karşılaşma olmasından şüpheleniyor, büyük sözler etmekten her daim kaçınıyorum. Ancak Neden Böyle Oldu? sergisindeki heykellerde bir farklılık var: Ana malzeme olarak kullanılan beton ve demir konstrüksiyonlar hepimiz için oldukça tanıdık ve bol temsili olan bir malzeme. Dolayısıyla Güler Güçlü de bu malzemeye başvurarak heykelleriyle seyirci arasında bağıl bir köprü kuruyor ve başka bir malzeme kullanılsa oluşmayacak bir titreşimi harekete geçiriyor. Elbette genel olarak inşaat sektörü, özelde ise betonun temsil ettiği bir modern insan imgesi, doymak bilmeden göğe yükselme gayesinden söz edilebilir uzun uzun. Yine de inşaat sektörünün müthiş ve sağlıksız bir patlama yaşadığı geçtiğimiz 25 yıl, yalnızca ekonomik ya da siyasi anlamda değil, görsel olarak da belleklerde önemli bir yer edindi. Zira geçtiğimiz çeyrek yüzyıl, “Bir ev nasıl inşa edilir?” sorusuna neredeyse ilk elden cevap verebilecek denli bol gözlem yapabildiğimiz, öncesinde bitmiş haliyle karşılaşmaya alıştığımız binaların iskelet sistemini en çok gördüğümüz, yarım binalar kılığında dikilen zombilere şahitlik ettiğimiz zamanlardı. Yarım kalmış ya da çoktan vazgeçilmiş amorf yuva hayalleri, belleklerde göğe yükseliyor ve, evet, kimi yerlerde zombi hikâyelerini andırırcasına çoğunlukta bulunuyor. Dolayısıyla tehlikeli bir malzeme karşımızdaki: Heykele bakan kişi için heykelin kendisi kadar öne çıkan, bir kütle halinde kendini koruyan, sert ve travmatik bir malzeme. Sanatçıların bu malzemeyle bu denli haşır neşir olmasında bu hem travmatik, hem de kanıksanmış temsilin etkisi olabilir mi? Bu insan-iskeletler, yuva-iskeletler olabilir mi aslında? “Madem ki şeyler ve vücudum aynı kumaştan yapılmıştır?” Neden olmasın? 


İnsanın, amorfun, binanın, kurgunun ve gerçeğin sürekli birbirinin yerine geçtiği bu heykellerde sürekli gördüğüm, bildiğim ancak çarpışma biçimim farklı olan bir bakış açısı var. Zaten amaç da sonunda hepimiz kendi dünyalarımıza dönecek olsak bile bir süreliğine yeni bir çarpışmayla sersemlemek. “Bunların olmasını ben istemedim.” Ben de.  

Comments


bottom of page