Cem Sorguç, Koray Malhan ve Vahit Tuna ile, Özlem Yalım moderatörlüğünde Design Unlimited'ın yeni sayısının odağı olan “maestro” temasını konuşmak üzere bir araya geldik. Maestro dediğimiz kişinin işine adanmış, sistemin dışında kalıp kendi doğrularına odaklanmış olması gibi unsurlar bizim ilgilendiğimiz yanlar oldu... Maestro veya master deyince, ilk akla gelen biçimde zanaattan veya el işine dayalı bir ustalıktan bahsetmiyoruz sadece; amacımız düşünceye yönelik bir içerik oluşturmak...
☕️ 22 dakikalık okuma
Vahit Tuna
Maestro kelimesinin Latince kökü magister, İngilizcede much dediğimiz, “çok fazla” anlamına geliyor; çok bilenin anlatması, öğretmesi buradan çıkarılabilecek anlam olabilir. Biz Türkçede kelimenin anlamını “duayen” olarak atamışız ama aslında maestro “öğreten kişi” demek. Bütün “duayenler” birer öğretici midir? Bunu tartışabiliriz. Müzik çerçevesinde bakıldığı zaman maestro orkestrayı yöneten kişi olarak karşımıza çıkıyor. Zaten bu kelimenin Türkçeye yerleşmesi de böyle başlıyor. Türkçeye “üstat, usta, duayen” olarak da çevirebileceğimiz bu kelime için size hangi karşılık daha doğru geliyor? Üstat mı? Usta mı? Duayen mi? Yoksa başka bir şey mi?
Koray Malhan: Bana ilk çağrışım “üstat” olarak geliyor, “duayen” değil. Duayen biraz daha her şey üzerine bir fikri olan ve fikrini beyan eden kişi gibi geliyor. Üstat ise o kişi için bir başkasının söylediği bir terim. Maestro benim için hayatını bir işe adayan demek, hayatı yaptığı iş olmuş kişi demek. Bu kimsenin ölçebileceği bir değer değil, zamanla kendiliğinden oluşan bir şey.
Cem Sorguç: Üstat kişinin kendisine koyacağı bir tanım değil evet, yaptıklarından ötürü ona atfedilecek bir tanım. Bu kelimeyi kullanmak o kişinin üstat olarak kabul edildiğini gösterir. Duayen ise daha üstten bakan kişi hissiyatını veriyor. Üstat işiyle bir olmuş kişi denebilir.
Koray Malhan: Örneğin Louis Kahn’ı düşünelim; dark kelimesini kullanmak yerine lightless diye bir kelime üretiyor, kendi terminolojisini oluşturuyor. Kişinin bir şeyi çok iyi yapmasından öte, deneyimini aktarabilmesi, yeni bir bilgi veya terminoloji yaratabilmesi daha önem taşıyor o halde... Örneğin master programı da aynı şekilde, lisans programının üzerinde bir konuda uzmanlaşmayı işaret ediyor. Performansa bakıldığında daha bencilce bir şey görüyoruz. Neler yapabildiğini başkalarına gösteriyorsun. Öğretmek ise çok farklı, kendinden başkası için veriyorsun. Ne kadar çok şey başardığından ve bunları göstermekten farklı bir durum. Kıymetli çünkü karşılık beklenmeden yapılıyor.
Kahn’a baktığımızda lightless kelimesinin kullanımı bir paylaşımla yaygınlaşıyor, ancak her uzman tekniğini veya öğretisini aktarmayabiliyor. Kendi üretimini başkasıyla paylaşmamak da bir seçenek tabi, bu kişiler de üstat veya maestro olarak adlandırılabilir mi?
Cem Sorguç: Kelimeler köken itibariyle de farklılaşabilir ama tabi, bütün bu kelimeleri eş manalı gibi kullanıyoruz. Hiçbiri aynı şeye işaret etmiyor aslında. Aralarında hem hiyerarşik hem de sınıfsal bir fark var gibi geliyor bana. Örneğin, eğer bir insan bu tanımlardan birine uyuyorsa; hangisiyle kendini tanımlar? Kendine üstat ya da duayen der misin? Ancak ustayım diyebilirsin çünkü bu ekonomi sisteminde de, iş dünyasında da kullanılan bir terim. Beş yıllık bir deneyime sahip kişinin maaşı yükseliyor, dolayısıyla hiyerarşik olarak bir fark oluşuyor. Beş yıl yaklaşık on bin saat çalışma demektir. 80-100 yıl kadar önce on bin saat çalışan bir insan işin ehli olarak sayılırdı. “Kilometre yapmak” gibi düşünebilirsin. Yaptığın işi yapabilir hale geliyorsun, mantıksal yapılabilecek herhangi bir hatayı ekarte etmiş oluyorsun, bu kadar süre içerisinde de yanlış yapma ihtimalin düşmeye başlıyor. Böyle bakınca üstat hakikaten zanaat, sanat, teori ve pratikte hoca gibi terimlerin içerisinde düşünülebilir. Usta bir işe angaje, ama üstat daha genel bir tanım gibi... Daha fikri alınan biri sanki. Bilgiyi açığa çıkarmak gibi bir meselesi de var, isteyerek ve bilerek yaymak, muhafaza edip her şeyi toparlamak var bünyesinde. Duayen biraz daha ketum, belki kelime karşılığı bunu karşılamıyor ama... Kime öğrettiğine bağlı olarak usta da ketum olabilir, çünkü hem edebiyata hem tarihe baktığımız zaman ustaların öğrencisine göre bilgi dağıttığını görebiliriz. Dolayısıyla her bilgi her öğrenciye açılmaz. Bu son derece enteresan bir gelenektir.
Teşekkürler buna değindiğin için, çünkü yaratıcı pratiklere dönersek aslında bizim ekolümüzde de bu rastlanan bir durum; benim bildiğim, aşina olduğum, duyduğum, dinlediğim, okuduğum hikâyeler arasında var. Mimarlıkta da var, tasarımda da. Sanatta daha içgüdüsel bir yaklaşım var sanki.
Vahit Tuna: Usta çırak ilişkisi gibi... Sanat için Türkiye’de sanatçı atölyelerine ve asistanlarına bakabiliriz. Asistanlar yıllarca aynı atölyede çalışır ve kendileri de son derece başarılıdır. Tam anlamıyla yardımcı durumundadırlar. Sanatçının en güvendiği kişidir asistanı. Sanatçının atölyesini devredeceği kişidir. Asistan, bir üstatlık mertebesine erişebilir.
Asistan atölyeden ayrıldığı zaman üstadının üslubu, gelenekleri ve hayalleriyle mi devam eder yoksa kendi istediklerini yapmayı mı bekler? Çünkü mimarlık ve tasarımda biraz daha piyasa koşullarına şartlanıyoruz oysa sanat çok daha özgür...
Vahit Tuna: Evet sanatta ruh halleri çok değişkendir. Tarza bağlı kalıp ayrılmak istemeyebilir asistan, çünkü atölyeye ait olmakta da bir histir. Atölyenin kurallar zinciri ve onun ayrı dünyası içerisinde yaşamak bir bağımlılık haline gelebilir. Ama bence bunlar artık eskidi. Bu maestro, üstat kavramları eski önemini yitirdi, mitler yıkıldı. Birçok yeni genç öğrenci çok hızlı bir şekilde başarıya ve görünürlüğe kavuşabiliyor artık, bu da yeni gelen neslin bu genç öğrencileri bile usta olarak görmesine neden olabiliyor.
Koray Malhan
Bu oluyor mu gerçekten? Kilometre yapmış olmasına bakılmıyor o halde? Burada başka bir arayış var.
Vahit Tuna: Maestro ve üstatlık artık eski kavramlar gibi geliyor bana. Elbette üstatlardan hâlâ çok şey öğreniyoruz ancak artık çok hızlı ve değişken bir akış var. Gelenekler takip edilmiyor. Konsantre olmayı sevmeyen, kendi yoluna gitmeye karar veren çok genç var.
Kendi ustası kendisi oluyor o halde?
Vahit Tuna: Evet, örneğin grafik tasarım alanına bakarsak pek de gelenekçi bir yapı olmadığını görebiliriz. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde veya Osmanlı’nın son dönemlerindeki gayrimüslimlerin oluşturduğu bir takım tasarım dili belli bir anda yıkılıyor. Bu da aslında bizim bir geleneğe ihtiyaç duymadığımızı, bir üstat arama çabamızın olmadığını gösteriyor. Kim daha fazla görünür ise, daha fazla beğeniliyor veya paylaşılıyorsa onun bir üstat olabileceği fikrine kapılabiliyoruz. Bu gerçekliği yadsıyamayız. Her alanda farklılıklar var, örneğin mimarlık çok daha ayakları yere basan bir alan, daha gelenekçi, arşivi belli. Zaten arşiv, geleneği oluşturan şey, eğer arşiv yoksa aynı şeyler hep yeniden keşfedilir. Bu yüzden sanat dediğimiz zaman çok geniş bir şeyden bahsediyoruz. O kadar çok alan ve durum var ki, bunların bir kısmı müzelerde. Onların da 10-15 senelik bir geçmişi var, daha yeni insanlar gezmeye başladı. Örneğin, Resim Heykel Müzesi’ni düşündüğümüz zaman depolarında resimlerin çürüdüğü, envanterleri çıkarılmamış bir yapıyla karşılaşıyoruz. Grafik tasarım çok daha aşağılarda ve daha zor bir vaziyette, ama Mimar Sinan Üniversitesi’nin çok ciddi çalışmaları var arşiv ve öğrencileri takip etme açısından.
Koray Malhan: Ben usta ve çırak ilişkisini farklı anlamlarda düşünüyorum. Batı ve Doğu’nun bir kültür ayrışması var, Batı kendini geliştirmede daha “ben yarattım,” yolundan ilerliyor: Leonardo’nun Vitruvius’u çemberin içine koyarak insanı evrenin merkezine koyması gibi. Batı’nın kurgusu bu, merkeze kendisini koyan bir coğrafya. Doğu daha farklı, Doğu’da çıraklık-usta ilişkisi daha güçlü, örneğin endüstride Batı Doğu’yu -örneğin Çin’i- hep kopyacı diye tanımlar, ancak Doğu aslında kendine göre öğreniyordur, çünkü bir çırak için kopyalamak çok önemlidir. Düşünün ki Çin kopyalamaktan sonraki aşamaya, yani öğrendiği aşamaya geçtiği zaman öyle geniş bir kitleye hitap edecek ki... Doğu için kopyalamak normalken Batı için aşağılanacak bir şeydir. Ancak bir noktadan sonra Doğu da usta olacak, kocaman bir kıtadan bahsediyoruz. Huawei “biz Apple’dan öğreniyoruz,” diyor. Algoritmalarla ilgili ciddi çalışmaları var. 2020, 2030, 2040 yılları için planları var. 2040’tan sonra dünyadaki Artificial Intelligence’ların %97sini kontrol edeceklerini öne sürüyorlar. Bütün herkesin ne istediğini bildikleri verilere sahip olacaklar. Gelecek bizim için çok önemli bir kelime. Subjektif bir şekilde söyleyeceğim: Gelecek ben hiçbir şey yapmasam da gelen bir şey. Gelecekle kurduğumuz ilişki çok basit. O kadar edilgen ki... Zaten biz de fazlaca edilgen bir toplumdan geliyoruz.
Edilgen bir toplum olduğumuz için geleceği öngörmemiz zayıf mı?
Koray Malhan: Pasif bir ilişki, o sana geliyor, sen ona gitmiyorsun. Bu aslında çok büyük bir dünya görüşü farkı. O nedenle 20 yaşında ben ustayım demek, gelecekle ilgili kurguda hızlı bir adım olsa da, bir yandan sorgulanması gerek. Gelenekçi biri değilim ama bunlar çok katmanlı olgular, bunun doğrusu ya da yanlışı kolay açıklanabilir değil.
Gençlerin kendilerini farklı değer yargılarına göre o pozisyona koyması ve başka duayenler dünyasına tamah etmemeleri acaba sonrasında bir boşluk yaratacak mı? Öncekinden haberin olmadığı veya kayıtsız kaldığın müddetçe bu yaratıcı üretimde bir sorun yaratmaz mı? Ben de gelenekselci değilim ama bir yandan da bugünkü duruma baktığımda “öncekinden bihaber olan sürekli kendini yaratır,” dedin ya, hakikaten de kendini yaratıyor ve yarattığı her şeyi de ilk kez yarattığını zannediyor... Bu durumda bir ilerlemeden bahsedilebilir mi?
Koray Malhan: Burada kendi dediğime karşıt bir örnek vereceğim; Haydn, Mozart’ın öğretmeni oluyor. Mozart ölüyor Haydn devam ediyor, Beethoven’ın öğretmeni oluyor, Beethoven ölüyor. Haydn devam ediyor. Hepsinin hocası ama Beethoven Haydn’ı aşağılıyor. “Haydn’dan hiçbir şeyi öğrenemezsiniz diyor”, master’ını kabul etmiyor. Ben master’ım diyor ve oluyor da... Bu doğrusu yanlışı olmayan bir şey, belki genç yaşta master olmak kulağa doğru gelmiyor ama tarihte örnekleri var.
Cem Sorguç
Newton’ın da ünlü bir lafı var: Standing on the shoulders of giants. Bu cümle Isaac Newton’un Robert Hooke’a 1676’da yazdığı bir mektupta methiye olarak yer alıyor. Diğer yandan bu cümleyi ilk defa 12. yüzyılda John of Salisbury kullanmış. 1159 da kaleme alınan Metalogicon isimli eserdeki kullanımı ise şöyle: We are like dwarfs sitting on the shoulders of giants. We see more, and things that are more distant, than they did, not because our sight is superior or because we are taller than they, but because they raise us up, and by their great stature add to ours. Biz bunu iyi bir referans gibi düşünüyoruz ama gayet kötü niyetli. Newton’ın Hook’un laboratuvarını kırdığı döktüğü biliniyor. Araları hep kötü ve aslında ve Newton “ben senin omuzlarında yükseldim,” derken Hook’u yüceltiyor gibi görünse de aslında inanılmaz bir çekişme var. Ustalık-çıraklık meselesinde de çekişmeden bahsedebilir miyiz?
Koray Malhan: Bu didişme olmadığı sürece iyi bir şey ortaya çıkmıyor. Maestronun gerçekten de gündemden düştüğünden bahsedebiliriz. Pratik dünyada star-chitect diye bir tanım var. Bir kaç ay önce öğrencim bana “ben nasıl ‘star-mimar’ olabilirim?” diye sordu. Tabii ki buna cevap veremedim, artık mevzumuz bu. Ermeni ve Musevi ustaların düşüşünden sonra modernizme geçilmesi, üslubun kaybolması, geleneklerin iç içe geçtiği yüzlerce yılın birden kesilmesi çok şey etkiledi. Bu anlamda maestroyu bir üslup aktarıcısı olarak görüyorum. Bu kişiler birer üslup taşıyıcı. Siz bir mimar, grafiker veya müzisyen okuluna girecekseniz bir üslup tercihiniz olmalı. O üslubun tezgahına geçip onun öğrencisi olmalısınız. Dolayısıyla usta da, o üslubu taşıyabilecek olana bilgisini aktarmalı. Biraz önce söylediğimiz şeyle ilgili olarak notum şu: Ustalıkla ilgili daha bağlamsal şeyler konuşabiliyoruz. Gelenekle ilgili irtibat noktasında hem bulunduğu toprağı hem yaptığı işi hem de beşeri ilişkileri olan bir kavram. Dolayısıyla küreselleşmenin başladığı noktada artık kopuk bağlamlar geleneği çözüyor. Örneğin, bir zanaatkarı kendi bağlamından koparıp aldığınız zaman işinin hiçbir anlamı yok. Bir yapı, grafik veya mobilyanın altından yeryüzünü koparıp aldığınızda, bütün tabirleri değiştirmemiz gerekiyor.
Bu star’lık mekanizması bir tür kolonileşme yaratmıyor mu sizce de? Çünkü star mimarlar ve tasarımcılar bir grup oluşturuyor ve bir şekilde bu bir çekim merkezi haline geliyor. Koloni kelimesini özellikle seçtim çünkü yeni gelen nesillere bir haksızlık mı oluşuyor diye düşünüyorum. Çünkü herkes star’larla iş yapmak istiyor. Sadece mimarlıkta değil, tasarımda da böyle. Oysa yeni teknoloji ve fikirlerle değişen yeni bir dünya düzeni varken herkes neden hâlâ star’lık mekanızmasına yöneliyor?
Koray Malhan: Star’lık denildiği zaman mimarlık üslubundan çok finansal etkisinden bahsetmek lazım, bir kişiyi star’laştıran kapitaldir.
Cem Sorguç: Bir önceki jenerasyonun ekolleri artık bir şey üretmiyor, daha çok bir sistem yürütüyor, öğretileri devam ediyor. Öğretisi devam eden ancak çizgisini kaybetmiş tasarım veya mimarlık ofisleri de var. Çizgiler artık muğlaklaşmaya başlıyor.
Vahit Tuna: Aslında kavramsallığını kaybediyor. Kavramsal sanatta da gelinen noktaya baktığımız zaman çok tasarımsal bir davranış olmaya başlıyor. Bir şeyin tasarlanıp bir model oluşturması gibi. Örneğin göçmenlerle ilgili istatistikler, dünyadaki göç yolları veya savaşlarla ilgili istatistikler oluşturulup bunun aynen bir yapay zekâ gibi bir algoritma içerisinde bir görsel dile dönüştürme şekli oluşabiliyor. Bütün o mimarların veya sanatçıların kavram üretme çabaları artık bir tekrara aynılaşmaya veya aynı şeylerin farklı versiyonlarını görmemize neden oluyor.
Kavramsallık öne geçiyor. Üstattan, ustadan gelen geleneğin evrilmesi, üslubun devamı gibi konulardansa artık daha geçici, çağı da yakalayan bir takım kavramlar var. Yeni dönemde daha paylaşımcı, kolektif çalışma biçimleri görüyoruz. Oysa eski maestroların daha kaprisli, bilgiyi muhafaza eden, şahsına münhasır, erişilmez gibi görünen dünyaları varken, bütün bu konuştuklarımız çerçevesinde çok daha açık, çok daha başka değerler üzerinde kurulan bir yerdeyiz ve duvarlar yıkılıyor gibi.
Koray Malhan: Bu konu çok önemli. Bu duvarlar gerçekten de yıkıldı. İnsanlık tarihi boyunca bir mülkiyet gerçeği var. Sosyolojik olarak bakarsak; toplayıcı toplum, tarım yolumu, sanayi toplumu ve bilgi toplumu olarak dörde ayıralım. Toplayıcı toplumda ürün rekabeti oluşturulur. Doğada bulduğun ya benim ya senindir. Sonra tarım toplumunda herkes kendi üretimini yapar, doğadan daha fazla verim alınır, bir mal üretimi olur, burada da arazi ölçeğinde benim senin ayrımı çıkar. Sanayi toplumuna geçildiğinde üretim enstrumanları inşa edilir, burada ayrım oluşur. Bilgi toplumunda ise bilgi ilk defa aynı anda hem benim de senin de olabiliyor. Öyle bir müfredat ki bu aynı anda ikimizdede olması kimseye engel değil, bilgi paylaşılmasında sorun ve maliyet olmayan, rekabetsiz bir durum.
Bütün eleştiri ve yazın dünyası bunu tartışmaya başladı. İçinde bulunduğumuz dönemde çocukların da like’larla farklı değerlere ulaştığı, bilginin bu kadar hızlı ve herkesin malı olduğu, herkesin her şeyi bildiğini zannettiği toplumda bir dağınıklık oldu. İpin ucu kaçtı. Şu an bu durum toparlanmaya ve bilginin mülkiyeti korunmaya çalışılıyor.
Koray Malhan: Copyright sistemleri çalışmıyor. Copyleft diye bir grup var mesela, bütün copyright’çılara dava açıyorlar, insanlık belleğine ait olduğu düşünülen yazılara patent hakkını gereksiz bulan ve buna karşı duran bir grup. “Kimin hikâyesini kime satıyorsun?” diye soruyorlar. Bilginin, fikrin mülkiyet konusu daha bizim yeni anlamlandırdığımız bir konu. “Bilgi bu kadar yayılmamalı, bunu toparlamamız ve mülkiyetini eski zamanlar gibi ele almalıyız,” denilen bir zaman. Bilginin mülkiyeti teknolojiye ait aslında, çünkü bilgiyi yönetme gücü orada. Yine kapital, burada bahsettiğimiz. Sonuçta yine aynı sistem, ama bu kez “bilgi”yi muhafaza ederek ve paylaşmayarak.
Cem Sorguç: Bu bilgilerin bize karşı kullanılma ihtimali de cabası...
Vahit Tuna ve Özlem Yalım
Hâlâ neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmiyoruz, çok belirsiz ve ara bir zamandayız aslında. Maestrolar, hakikaten gittikçe teknoloji devleri oluyor. Makinanın bizden hızlı öğrendiği ve her şeyi saklayabildiği bir dönemdeyiz, ne diyorsunuz buna peki?
Vahit Tuna: Konuştuğumuz şey aslına kolektif zekâyla çok ilişkili. Buradaki bütün toplanan veriler, birbirimizle yaptığımız etkileşimler, beğendiklerimiz, başkalarının beğendiklerinin önümüze gelmesi, bizim ona göre yeni bir beğeni öğreniyor olmamız, aslında biz de öğreniyoruz sürekli. Çok hızlı testler yapıyoruz. Aslında bu benim hoşuma gidiyor. İnsanlar artık yalnız olmadıkları hissine kapıldılar. Dünyanın evrensel olduğunu, Kayseri’deki adamla Meksika’daki adamın arasında beğeniler anlamında hiçbir fark olmadığını, altına yazılan yorumda benzer espri anlayışının görülebildiğini düşündürtmek bile önemli; iki insan arasında bir bilgi sinyali gönderip birbirlerini anlamalarını sağladığını düşünüyorum. Çok kötü etkileri olabilir, depresyona sokabilir ama bunların hepsi bir sürecin parçası. Örneğin, çocukluğumda bir şey öğrenmek için bir yere gitmem lazımdı, kütüphaneye mesela. Orada kitap okurduk araştırırdık. Şimdi çok basit, nasıl olsa bilgi orada diye düşünüyoruz.
Sadece düşünüyoruz.
Vahit Tuna: Bu tartışılabilir. Üretimi kolektif oldukça bilgi tartışılabilir hale geliyor.
Cem Sorguç: Ama varlığından eminiz. Bu aslında bir ikincil beyin gibi orada. Bir şeyi hatırlaman mı gerekiyor? Nasıl olsa bilgi orada. Eskiden düşündüğümüzde ustadan bilgi alınır ve uygulanırdı, şimdi ise aldığımız bilgiyi kontrol etme şansımız var. Eskiden hocalarımızdan aldığım bir sürü bilginin pratik hayata geçtiğimde aradan geçen 10-15 yılda yanlış olduğunu bile gördüğüm oldu. Dolayısıyla aslında üslup başka bir şey. Bilgiye dayalı olan ustalıklar ve veriler tek bilgi kaynağın, ona güvenmek zorundasın çünkü ustanın sana söylediği gidip öğreneceğin bilgiden daha doğru gelirdi, böyle bir güven vardı. Şimdi hepsini teyit edebiliyoruz. Bu yüzden artık 20 yaşındaki öğrencim dönüp bana maestro da demez, usta da.
Bununla ilgili bir karşı görüş var: Post-truth gerçeği var. Bilgi teyit edilebilir gibi görünüyor ama şu an dijital dünyada veya medyada dolaşan, kitap veya dergide bile basılan bilginin aslında çok da doğru olmadığı, çarpıtıldığı veya fabrike edilmiş bir bilgi olduğu ortaya çıktı. Post-truth ile ilgili yeni bir kitap Can Yayınları’nın yeni yayınevi Tellekt’ten çıktı, öneririm. Örneğin teyit.org gibi bir platform yaratıldı, bu bilgi junk’ını filtreleyip doğru bilgi mi değil mi onu söylüyor bizlere. Örnekleri çoğalacaktır. Belki bu yüzden sana üstat demeyecek gençler, ama ne bildikleri konusunda kaygan bir zemindeler, bir bakıma kayıplar.
Koray Malhan: Günde kaç tane mesaj alıyoruz örneğin. Bir cümle yazıyor üstünde Can Yücel’in resmi var, en vasat örneği veriyorum. Onun gerçekten öyle bir şey dediğini zanneden bir sürü insan oluyor ve bu bilgi olarak geçiyor. Hangi bilgi hangi kaynağa göre alınıyor, veriliyor bu da sorgulanmalı.
Buradan yeniden master/mastership’e odaklanacağım. Master olmak bir ölçü veya teyittir. Kendini teyit etme ihtiyacı hissedersin. Yapı işinde, tasarımda yaygın olarak kullandığımız Mastar ile de aynı kökten gelir bu kelime. Bilginin bu kadar kayıp olduğu dönemde aslında mastarımızı da kaybetmiş olmaz mıyız?
Koray Malhan: Cem’in söylediği çok doğru, “bunu ben söylüyorum,” dediğin zaman bir sorumluluğu var. Yanlış da olabilir ama o hoca, kendi bildiğini en doğru şekilde aktardığından emin, ama zaman içerisinde o doğru değişmiş olabilir. En azından master dediğin zaman bir görüntü, bir şahıs var, o bir kaynak ve söylediğinin sorumluluğunu alıyor. Bu çok önemli bir fark. Öteki tarafta ise kimin, neye, niye, hangi amaçla söylediği belli olmayan şeyler var. İnternet’teki free information, bir yandan da senin bütün bilgilerini alıyor. Aslında senin için maliyeti çok yüksek. Oysa burada master’ın kim olduğu belli, dönüp hesap sorabileceğin bir birey var.
Çağımızda bir kayıp toplum var, mastarını kaybetmiş bir toplum.
Cem Sorguç: Bu coğrafyayı konuşuyorsak eğer, bu coğrafya kendi gerçeğiyle yüzleşmeyen bir coğrafya. Bunu yapmadığı sürece ne bilgi gerçekten öğrenilebilir ne de Can Yücel’in fotoğrafının altına o yazıyı yazan kişi bunu niye yazdığını bilir. Aslında iki tarafta bilmiyor. Çünkü zihinlerde bu coğrafyaya dair hisler eksik. Bunun nedeni de yüzleşmemiş olmak birçok şeyle. Bu yapılmadığı zaman karşısına çıkan bilgiyle nasıl baş edeceğini bilmeyen kişi onu yıkmaya çalışıyor. Bunu yıktığı anda bütün algoritma değişmeye başlıyor. Bu siyaset için de geçerli, sosyal yaşam için de. Başka alanları da domine ediyor. Bu ülke yakın tarihiyle yüzleşmeze gerçekten insanlar bunu anlamaya veya gerçekten öğrenmeye itilmezse -ki bu devlet tarafından yapılması gereken bir şeydir- bazı şeylerin kabul edilmesi gerçekleşmezse hiçbir üzerine konulan taş yerinde durmaz.
Vahit Tuna: Bizim bu yeni dönem dediğimiz post- truth dönemi aslında Türkiye’de 100 yıldır olan bir şey. Bizim tarihsel deformasyonumuz inanılmaz. Dolayısıyla manipülasyon çok rahat işleyen bir şey ülkemizde.
Hepinize çok teşekkür ediyorum. Bu tema altında tartışarak ulaşmak istediğimiz tam da çağımızın bu türden bir yansımasını sunabilmekti. Gerçek ötesi çağda, ustalığa ve maestrolara bir bakış yapabilmek keyifli oldu. Vahit Tuna’nın arada hatırlattığı ve Sevan Nişanyan’a ait şu cümle ile bitirelim o halde: “ Her bilgiye omuz silken insan, normal olarak, mutlak bilgisizliğin yükünü kaldıramaz. Onun yerine, en sorgulanmamış varsayımlarını, en çocuksu hurafelerini, en duygusal yönelimlerini ‘bilgi’ zannetmeye başlar.”
Comentarios